BİLİM VE SANATTAN UZAK MİLLİYETÇİLİK OLMAZ – Ruhittin SÖNMEZ
BİLİM VE SANATTAN UZAK MİLLİYETÇİLİK OLMAZ - Ruhittin SÖNMEZ
Gelişmiş bir toplum olmanın ilk şartı bilim, uygar bir toplum olmanın ise sanat alanında ileride olmaktır.
Günümüz Türkiye’sinde kendilerini milliyetçi, muhafazakâr, Müslüman, yerli millî veya solcu olarak tanımlayan bütün kesimlerin çoğunluğu, maalesef, bilime mesafeliler ve sanat ve estetik kaygısından uzak durumdalar.
Bu yüzden gelişmiş ülkeler sıralamasında sadece ekonomik açıdan değil, güç ve itibar açısından da daha ileriye gidemiyoruz.
M. Akif’in “asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” mısraında kastettiği anlamı Milliyetçilik, solculuk gibi kavramlar için de genişletmemiz lazım.
Bunu yapmanın ilk adımı, çağımızın “bilim ve sanatın alabildiğine özgür olması gerekir” anlayışını benimsemekle atılabilir.
OKULLARINI TERK EDEN ÜNİVERSİTELİLER – Ruhittin SÖNMEZ
OKULLARINI TERK EDEN ÜNİVERSİTELİLER - Ruhittin SÖNMEZ
2021’de 338 bin 926, 2022’de 389 bin 564 öğrenci üniversiteleri terk etti. Bu veriyi Yükseköğretim Kalite Kurulu (YÖKAK) raporunda yer alan, “Mezunlar Hariç Üniversiteden Ayrılan Öğrenci Sayısı” tablosundan aldım.
Aynı rapora göre, 2021 ve 2022’de üniversiteyi bırakan öğrenci sayısı, ülkedeki 50 ilin nüfusunu geçerek, 728 bin oldu.
Raporda 2021’de 4231, 2022 yılında 10 bin 902 öğrencinin Kocaeli Üniversitesi’ni bıraktığı görülüyor.
Bu veriler üretildiğine göre… Plansızlık, kalitesizlik ve verimsizliği gösteren bu rakamların işaret ettiği gerçeklere uygun önlemler alınmış olması gerekirdi, değil mi?
2015 yılında 100 bin civarında başlayan üniversiteden ayrılan öğrenci sayısı her yıl gittikçe artmaya devam etmiş ve son üç yılda 340 bin - 390 bin arası rakamlara çıkmış. Demek ki bir tedbir alınmamış veya etkili olmamış.
Bu verilerin alt açılımlarını tahmin edebiliyoruz.
Üniversitelerin birçok bölümü, öğrencilerin mezun olduktan sonra bir iş bulmalarını ve insanca yaşamalarını sağlayacak bir ücret almalarını sağlayamıyor. Yine birçok bölümün mezunu kendilerini hayata hazırlayan bilgi ile teçhiz edilemediği için, işverenlerce eleman alımında tercih edilmiyor. Bunlar genellikle işsizler ordusuna katılmak üzere mezun oluyorlar.
Üniversiteyi okuyan öğrencilerden bir kısmı bu gerçeği mezun olmadan görüyor. Üstelik mezun oluncaya kadar kendilerine yapılan yatırımların (aile desteklerinin) boşa gideceğini fark ediyor. Fayda/ maliyet analizi yapınca birkaç yıl daha üniversitede öğrenci olmanın mantıksız olduğu kanaatine varıyorlar.
Üstelik son senelerde özellikle büyük şehirlerde hayat o kadar pahalandı ki birçok aile bunun altından kalkamıyor. Dünyada evlatlarına en fazla yatırım yapan ebeveynler Türk anne babalardır. Onlar da bu masraflara dayanamayıp çocuklarını geri çağırıyor.
Zaten bu yılki YKS’de büyükşehirlerdeki üniversiteleri tercih edenlerin sayısında azalma olmuştu. “Tercih sayısı İstanbul’da 798 bin, Ankara’da 320 bin, İzmir’de ise 214 bin gerilemişti. Üç büyük şehir dışında “üniversite şehri” olarak bilinen Eskişehir, Bursa, Antalya, Mersin, Sakarya, Samsun gibi kentleri tercih eden öğrenci sayısı ise 1 milyon 122 bin azalmıştı.”
Ortalama ücretin asgari ücret seviyesine yaklaştığı, asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı bir ülkede bu olanlar sürpriz değil.
Aileleri açlıkla boğuşan, kendileri öğün atlayarak yaşamaya çalışan öğrencilerin, eğitim kalitesi yerlerde sürünen, iş kapısı aralama ümidi vermeyen okullardan ayrılması beklenen bir sonuçtur.
Ülkemiz açısından bu sonuçlar Eğitim Sistemimizin üniversite ayağının da iflas ettiğinin bir göstergesidir.
DEĞERLERİNİ KORUMAYAN MUHAFAZAKÂRLAR – Ruhittin SÖNMEZ
DEĞERLERİNİ KORUMAYAN MUHAFAZAKÂRLAR - Ruhittin SÖNMEZ
Karar Gazetesinde İbrahim Kiras “Muhafazakârlığımız da bu kadar!” başlıklı bir yazı yazdı.
“İstanbul’un ikonik yapılarından, basın tarihinin simgelerinden, şehrin hafıza nesnelerinden”
biri olan Tercüman Gazetesi binasının yıkılması üzerinden “muhafazakarlığımızı”
sorgulayan bir yazı idi.
2010’da Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun kararı ile korunması gerekli
kültür varlığı olarak tescil edilmiş olan Tercüman Gazetesi binasının, 2 sene sonra bu tescil
kaydı kaldırılmış. İBB’nin “tescil durumunun yeniden değerlendirilmesi” talebi üzerine
çalışmalar devam ederken bina (yerine otel ve rezidans yapılmak üzere) yıktırılmış.
“Tercüman gazetesi bu ülkedeki sağ siyasetin ve ‘muhafazakâr’ aydınların tarihinde çok
önemli yeri olan bir kurum. İstanbul’un hafıza mekanlarından biri olan ikonik binasının
korunmasını” isteyen ve yıkıma karşı çıkanların sadece “Solcu Mimarlar Odası ile ‘CHP’li
belediye’ olması ilginç. “Sağcılar ve muhafazakârlar seslerini çıkarmıyor.”
Bu tespitleri yapan İbrahim Kiras kendisini “muhafazakâr” olarak tanımlayan zümrenin,
aslında tarihi değerlerimizi ve zenginliklerimizi korumak gibi bir derdi olmadığına dair örnekler
veriyor. Ve şu önemli sonuca ulaşıyor:
“Türk toplumu geneli itibarıyla muhafazakâr bir toplum değil aslında. Geçmişin değerini
bilen, köklerine sahip çıkma duyarlığına sahip olan insanlar değiliz biz.”
KİRALARDAKİ ARTIŞ TÜRKİYE’YE ÖZGÜ – Ruhittin SÖNMEZ
KİRALARDAKİ ARTIŞ TÜRKİYE’YE ÖZGÜ - Ruhittin SÖNMEZ
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Başkanı Hafize Gaye Erkan’ın, Hürriyet’te Ahmet
Hakan’ın sorularına verdiği cevaplar gündeme oturdu.
Erkan’ın, İstanbul’daki yüksek kira fiyatlarından yakınan cümleleri oldukça samimi:
“İstanbul, Manhattan’dan pahalı olur mu? Biz İstanbul’da ev bulamadık. Müthiş pahalı.
Annemlere yerleştik, onların yanında kalıyoruz.”
Hafize Gaye Erkan’ın brüt maaşının 161 bin TL olduğu, yan ödemelerle beraber net maaşının
300 bin TL’yi geçtiği söyleniyor. Aslında (Fatih Altaylı’nın ifadesiyle) Merkez Bankası Başkanı
Gaye Erkan “on milyonlarca dolar birikimi olan bir uluslararası bankacı.”
Yani bu kadar geliri olan birisi için bile İstanbul’daki konut fiyatları ve kiraları çok pahalı.
Bunu hepimiz biliyorduk. Ama ülkeyi yönetenler şu gerekçeye sığınıyorlardı: “Tamam
Türkiye’de konut fiyatları ve kiraları çok yükseldi ama bu dünyada da böyle. Bütün ülkelerde
olduğu gibi bizde de artması normal.”
Gaye Erkan’ın tespiti ise tam tersi yönde: “Kiralarda Türkiye’ye özgü bir artış söz konusu.”
Bu sözün çok doğru olduğu açık. Çünkü mesela bu yıl içinde Avrupa’da konut fiyatları
ortalama yüzde 1,1 azalırken, Türkiye’de yüzde 89,2 artış oldu. “Bizi kıskandığı” söylenen
Almanya’da bu yıl konut fiyatları ortalama yüzde 9,9 düşmüş. Kira artışları da normal
olarak bunlara paralel seyrediyor.
Yani Türkiye genel bir sorunun parçası değil, kötü yönetimi ile sorunu kendisi yaratan bir ülke.
Erkan, “kira sorunu nasıl çözülecek?” sorusu üzerine “Arz eksikliği ve ucuz finansman
olduğu zaman bazen dengeler bozulabiliyor. İşte burada bizde de en önemli sorun sosyal
konut arzı. Çünkü sosyal konut eksikliğinden dolayı kiralarda artış var. Bir insanın 10 evi
olmamalı, 10 insanın bir evi olmalı. Ev ve gıda çok önemli” dedi.
Merkez Bankası Başkanının konut fiyatları ve kiralardan yakınması samimi. Ama “Kiralarda
da fiyat artışının yavaşladığını görüyoruz” sözünün gerçeği yansıttığından emin değilim.
Belki de kiralar o kadar uçtu ki bundan sonra artış hızı düşecek. Yani daha da pahalanmaya
devam edecek ama pahalılaşma hızı azalacak. Çünkü fiyatlar o kadar arttı ki son verilere göre
konut satışlarında (Kasım 2023’te, Kasım 2022’ye göre) yüzde 20,6 düştü.
Gaye Erkan’ın yakın zaman için umut verici bir sözü yok. “Kiraların enflasyonun daha
gerisinde kalması için zamana ihtiyacımız var. Ulaşım ve yemek gibi hizmet gruplarında fiyat
artışlarının yavaşlamasını 2024 sonunda göreceğiz. Kira ve eğitim gibi gruplarda ise biraz
daha yavaş olacak” dedi. Anlaşılıyor ki, önümüzdeki sene de kira ve eğitimde fiyatların
yükseliş trendi devam edecek.
Oysaki ekonomiden sorumlu bakan Mehmet Şimşek “özellikle büyükşehirlerde kiralarda
gerileme başladı” diyeli 3 gün oldu. Merkez Bankası Başkanının açıklaması Bakanın bu
sözünü yalanlar mahiyette.
Çünkü, “kiralarda fiyat artışı yavaşladı” demek başka, “kiralarda gerileme başladı” demek
çok başkadır.
Geçen sene 5 bin TL olan kiranın 10 bin TL’ye çıkması yüzde 100 artış demek. Gelecek sene
kira 17 bin TL’ye çıkarsa, artış yıllık yüzde 70 olacaktır. O zaman “kira artış hızı yüzde
100’den yüzde 70’e düştü” denecektir. Gaye Erkan’ın ifadesi bunu anlatıyor.
Oysaki Mehmet Şimşek’in “kiralarda gerileme başladı” ifadesi mevcut 10 bin TL kiranın,
mesela 8 bin TL’ye düştüğü/ düşeceği anlamına gelir ki bu asla gerçek durumu yansıtmıyor.
RESMİ DİL VE KAMERUN İÇ SAVAŞI – Ruhittin SÖNMEZ
RESMİ DİL VE KAMERUN İÇ SAVAŞI - Ruhittin SÖNMEZ
Nokta TV’de yapıp sunduğum Geniş Açı programının bu haftaki konuğu Yeniden Aydınlanma
Derneği Genel Başkanı Halil Konuşkan’dı. Halil Konuşkan Dünyadaki iç savaşları araştırmış,
onlarca iç savaştan ders alabileceğimiz belli özellikleri çıkarmış. Sohbetimiz böyle günlük siyasi çekişmelerin dışında ama ülkemizi de yakından ilgilendiren bir konuda olunca programa ilgi iyi oldu.
Halil Konuşkan’ın bir TV programı içerisinde anlatabildiği örnek iç savaşlardan biri bana çok
ilginç geldi.
KALİTESİZ EĞİTİMLE KALKINMA OLMAZ – Ruhittin SÖNMEZ
KALİTESİZ EĞİTİMLE KALKINMA OLMAZ - Ruhittin SÖNMEZ
İki hafta önceki yazımda “Bu eğitim kalitesi ile asla gelişmiş ve güçlü bir ülke olamayız”
demiştim. Bu hafta açıklanan PİSA testlerinin sonuçları eğitim sistemimizdeki niteliğin
(kalitenin) yerlerde süründüğünü bir kere daha yüzümüze çarptı.
PISA’nın açılımı “Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı” demek. Ekonomik
İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından üçer yıllık dönemler hâlinde, 15 yaş
grubundaki öğrencilerin kazanmış oldukları bilgi ve becerileri değerlendiren bir araştırma bu.
Türkiye bu çalışmaya 2003 yılında dahil oldu. O tarihten sonra yapılan PISA sınavlarında
Türkiye “nitelik atılımı” yapamadı. Türkiye’nin 67 ülke arasındaki sıralamadaki yeri pek
değişmedi.
37 OECD ülkesi arasında Fen bilimlerinde 29’uncu, Matematikte 32’inci, Okuma becerileri,
yani okuduğunu anlamada 30’uncu sıradayız.
Öğrencilerimiz matematik, okuduğunu anlama ve bilim konularında hep OECD
ortalamasının çok altında puanlar almakta. Formüle etme, yorumlama ve akıl yürütme gibi
alt bölümlerin hepsinde OECD ortalamasının altındalar.
PISA’da puanlar en düşük 1. ve 2. basamaklardan başlayıp en yüksek puanlar ise 5. ve 6.
basamaklar olarak belirleniyor.
Bir ülkenin insan sermayesinin en kaliteli kısmını temsil eden grup ülke kalkınmasının
potansiyel lokomotifidir. Bu kapasiteye erişme oranı ne kadar yüksekse ülkenin kalkınma hızı o
kadar yüksek oluyor.
Türkiye’de öğrencilerin sadece yüzde 5,6’sı, (yaklaşık 50 bin öğrenci) en yüksek 5. ve 6.
basamaklarda yer alıyor. Bu nitelikli kesimdeki insanlarımızı ne kadar değerlendirebildiğimiz
de ayrı bir konu.
En yüksek 5. ve 6. basamaklarda öğrencilerinin oranı yüzde 22 civarında olan Güney
Kore’nin Türkiye’nin imrendiği bir gelişmişlik seviyesinde olması asla tesadüf değildir.
23 yıldır ülkeyi yöneten iktidar eğitim deyince hep okul binalarına yaptığı yatırımlarla ve
öğrenci sayısıyla övünüyor. Ülkeyi yönetenlerin nitelik (kalite) yönünden bir hedefi
olmamasının bir sonucudur bu rakamlar.
TEK KELİMEYLE İYİ, İKİ KELİMEYLE İYİ DEĞİL.. / Ruhittin SÖNMEZ
TEK KELİMEYLE İYİ, İKİ KELİMEYLE İYİ DEĞİL.. / Ruhittin SÖNMEZ
Merhum Süleyman Demirel güldürerek verdiği çok zekice hazır cevaplarıyla akıllarda kaldı. Bunlardan birini bugünlerde sıkça anıyorum:
Demirel'e bir gazeteci sorar;
"Sayın Demirel, Türkiye'nin durumunu tek kelimeyle özetler misiniz?"
Demirel: Tek kelimeyle özetlersek, İyi…
Herkes şaşırır, Demirel mevcut duruma iyi demiştir sonuçta. Ama devam eder.
Demirel: Ama iki kelimeyle özetlememi isterseniz "iyi değil"…
Bugün de ülkemizin durumu için bana aynı soruyu sorsalar aynı cevabı veririm.
Hatta üç kelimeyle özetlememi isterseniz “hiç iyi değil…” derim.
MAHKEMELERİN KARAKUŞİ KARARLARI – Ruhittin SÖNMEZ
MAHKEMELERİN KARAKUŞİ KARARLARI - Ruhittin SÖNMEZ
Selahaddin-i Eyyûbi devrinde vezirlik ve kadılık yapan Bahaüddin Karakuşî isimli bir devlet
adamı varmış. Karakuşî, kadı olarak sadece yanlış değil hep abuk sabuk hükümler verirmiş.
Karakuşî’nin verdiği bu tuhaf hükümlere de ‘’Hükm-ü Karakûşî’’ denirmiş.
Bu yüzden hukuk dünyamızda mahkemelerin verdiği abuk sabuk kararlara ‘’Hükm-ü
Karakuşî’’ denir…
‘’Hükm-ü Karakuşî’’ denilen bu safça ve abuk sabuk verilen hükümler aslında Karakuşî
denilen zatı yıpratmak amacıyla siyasi rakibi tarafından yazdırılmış uydurma hikayeler imiş.
Ancak bu hikayeler mevcut hukuk sistemindeki tuhaf kararları, Karakuşî hükümlere benzeterek halkın hukuk sistemine olan güveninin önemine dikkat çekme yönünde faydalı olmuştur.
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ülkenin durumunu değerlendirmesini isteyenlere
hükm-ü Karakuşi denilen tuhaf kararlardan birini anlatmış ve sözünü şöyle bitirmişti:
‘’Kıssadan hisse: Ananı ‘öpen’ kadı ise, kimi kime şikâyet edeceksin?.. Bugün ülkedeki
durum bu! Ağnadın mı?”
EĞİTİM SİSTEMİ, EKONOMİ VE DEVLETİN GÜCÜ – Ruhittin SÖNMEZ
EĞİTİM SİSTEMİ, EKONOMİ VE DEVLETİN GÜCÜ - Ruhittin SÖNMEZ
Kasım 2017’de yani tam 6 yıl önce, Üniversiteye giriş sınavında değişikliğe gitme kararı açıklanırken, Cumhurbaşkanı Erdoğan, AKP yönetimindeki dönemde, eğitim sistemi üzerindeki başarısızlığı itiraf etmişti.
Erdoğan, “Türkiye'de iki alanda arzu ettiğimiz gelişmeyi sağlayamadık. Bunlar eğitim ve öğretimdir, kültürdür” demişti.
“Adam seçimi kazandı…” Tekrar kazandı… Ve tekrar kazandı… Ama eğitimde başarılı olduğunu söyleyerek ve göstererek kazanmadı.
Zaten Erdoğan’ın itirafını beklememize de lüzum yoktu.
Eğitimdeki başarısızlığı sadece her yıl açıklanan Üniversiteye giriş ve liselere giriş için yapılan sınavların sonuçlarından anladıysak vah bize.
Ekonomide 2014 yılından bu yana kişi başına milli gelirimiz 10 bin dolar seviyesini aşamıyor. “Orta gelir tuzağı” denen bu durumdan çıkamayışımızın ilk sebebi katma değeri yüksek ürünler üretemiyor oluşumuz.
Yüksek teknolojili üretim yapacak insan gücünü yetiştirememişiz.
Ekonominin gelişmişliği ve gücü ülkedeki hukuk ve demokrasi seviyesi ile orantılıdır.
Hukuk ve demokrasi talebi ise eğitim seviyesi ve şehirleşme ile doğrudan alakalıdır.
Hukuk ve demokrasi talep eden yerine iradesini bir kişiye devreden bir insan modeli yetiştiren bir “eğitim sistemimiz” var.
Esasen buna “eğitim sistemimiz” var demek bile doğru değil. Rahmetli Nurettin Topçu’nun tespiti bugün daha çok geçerlidir:
“Eğitim sistemimizin iki eksiği var; 1- Eğitim, 2- Sistem.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eğitim ve kültürdeki başarısızlığın itirafını bile bile, “ama köprüler, yollar yaptılar” diye düşünenler bu eğitim sisteminin ürünleri idi.
Eğitim ve kültürdeki başarısızlığını göre göre, Ak Parti’nin ülkede “adalet ve kalkınma” sağladığını düşünenler de bu eğitim sisteminin ürünleri idi.
Şu tespitimi biliyorum ki sadece eğitim ve kültür seviyesi iyi olanlar anlayabilir:
Eğitim sistemin neyse ekonomin de, hukukun da, demokrasin de, ülkenin gücü de o.
Aynı şekilde, ekonomin ne ise, hukukun ne ise, demokrasin ne ise eğitim sistemin de o...
TÜRKİYE’YE GERİ DÖNEN YERLİ SERMAYE KİMİN? – Ruhittin SÖNMEZ
TÜRKİYE'YE GERİ DÖNEN YERLİ SERMAYE KİMİN? - Ruhittin SÖNMEZ
Habertürk’te Abdurrahman Yıldırım son yazısında “seçim öncesi Türkiye’den çıkan sermaye seçim sonrası döndü. Ancak bu hareket büyük ölçüde net hata ve noksan kaleminde kaynağı belli olmayan şekilde gerçekleşti” bilgisini verdi.
Bir diğer ekonomi yazarı Ege Cansen de Sözcü Gazetesindeki yazısında “bu arada hoş bir şey oldu. Türkiye'ye adeta döviz yağmaya başladı. Hem de IMF'den ve Arap dostlardan değil. Yerli kaynaklardan. Anlaşılan CHP'nin iktidara gelmesinden korkup kaçan dövizler geri geldi” diyerek aynı durumu açıklayan bir yorum yaptı.
Bu haberleri duyunca “bıyıklı yabancı yatırımcı” kavramı aklınıza gelebilir. Bilindiği gibi, “fonlarını yurt dışında tutarak Türkiye’de borsa ve diğer finans piyasalarında değerlendirenlere” piyasada “bıyıklı yabancı” adı veriliyor.
Acaba ekonomi yazarlarının belirttiği yurda geri dönen yerli kaynak “yurtdışından yabancı yatırımcıymış gibi hisse senetlerine yatırım yapan aslında Türk olan” yatırımcılar mı?
Benim anladığım kadarıyla gelen para böyle değil. Çünkü bu tür yatırımlar için gelmiş olsa resmi yollardan gelirdi ve “kaynağı belli olmayan” sermaye hareketlerini gösteren “net hata noksan” kaleminde yer almazdı.
İSLÂM’IN GÜNCELLENMESİ MESELESİ UNUTULDU MU? – Ruhittin SÖNMEZ
İSLÂM'IN GÜNCELLENMESİ MESELESİ UNUTULDU MU? - Ruhittin SÖNMEZ
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 8 Mart 2018’de yaptığı konuşmasında, “İslam’ın güncellenmesinin gerektiğini bilmeyecek kadar da aciz bunlar. Siz İslam’ı 14 asır, 15 asır öncesi hükümleriyle kalkıp da bugün uygulayamazsınız…” "Birisi bakıyorsunuz sünneti, öbürü bakıyorsun icmaı tartışıyor. Ya bırak bu işleri, aslolan mukaddes kitabımız Kuran'dır. Kur’an'a ters değilse mesele bitmiştir" demişti.
Bu sözler üzerine yazdığım köşe yazısında şu yorumları yaptım:
Erdoğan’ın ifadesinde kullandığı “İslam'ın güncellenmesi” ibaresini doğru bulmuyorum. Bunun yerine “İslam'ın yorumlarının güncellenmesi” denilmesi gerekiyordu.
“İslam'da güncelleme” kavramıyla kastedilenin tecdit (yenileme) olduğunu sanıyorum. Tecdit, Hıristiyanlıktaki reformdan tümüyle ayrı bir anlam taşır. İslami hükümlerin çeşitli görüş açılarıyla yorumlanması çeşitli içtihatların, dolayısıyla mezhep farklılıklarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. İçtihadın (yorum) önü daima açıktır.
Yorumların kendisinin herhangi bir kutsallığı söz konusu değildir. Kutsal olan Kur'an'da mevcut olan kurallardır. Onların değiştirilmesi söz konusu olmaz. Onların yeniden yorumlanmasının önü ise açıktır...
Dinde haram olan bir eylem yaygınlaşmışsa dinin kuralını değiştirip haram olmaktan çıkarmak reformdur.
“İslam, dinin hükmüne göre insanın kendini değiştirmesini öngörüyor, yoksa dinin hükmünü kendine göre değiştirmeyi değil..."
YARGI ÇATIŞMASI DEĞİL YENİ DEVLET İNŞA ETME ÇABASI — Ruhittin SÖNMEZ
YARGI ÇATIŞMASI DEĞİL YENİ DEVLET İNŞA ETME ÇABASI -- Ruhittin SÖNMEZ
Bilindiği gibi, Anayasa Mahkemesi milletvekili seçilen Can Atalay davasında “hak ihlali
kararı” verdi. Ağır Ceza Mahkemesi tahliye kararı vermesi gerekirken kararı uygulamadı
topu Yargıtay’a attı.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi de kararı uygulamadığı gibi AYM’nin “yetki aşımı yaptığını”
öne sürerek, ihlal kararı veren üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu.
Anayasa Mahkemesi kararını uygulamayan Ağır Ceza Mahkemesi ve Yargıtay 3. Ceza
Dairesi’nin tavrı, iktidarın söylediği gibi, “yargı organları arasında ortaya çıkan içtihat
farkı” değildir. Devletin temellerini sarsacak bir eylemdir.
”AYM hak ihlalleri konusunda yetkili makamdır. Ortada bir hak ihlali varsa burada son sözü söyleyecek olan AYM”dir.” Anayasanın 153. maddesine göre, “Anayasa
Mahkemesi”nin kararına herkes uymak zorundadır.”
Karar eleştirilebilir, doğru bulunmayabilir fakat herkes uymak zorundadır.
Böyle bir yetki tartışması hukuki olmadığı gibi, yetkiye dair uyuşmazlığı çözmek
konusunda “hukuki bir boşluk olduğu” iddiası da doğru değil.
Anayasamızın 158. Maddesi çok açık ve net bir şekilde bu türlü sorunların nasıl
çözümleneceğini göstermektedir: “Diğer mahkemelerle, Anayasa Mahkemesi arasındaki
görev uyuşmazlıklarında, Anayasa Mahkemesinin kararı esas alınır.”
Önce Adalet Bakanı sonra Cumhurbaşkanı Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin hukuka aykırı
kararını eleştireceği yerde bu kararı destekledi.
Erdoğan “İki yüksek yargı organımız arasındaki içtihat farklarının kalıcı bir şekilde
giderilmesi için gayret göstereceğiz. Sorunun acil çözümü anayasal ve yasal
değişikliklerin süratle yapılmasından; kalıcı çözümü yeni ve sivil anayasadan
geçmektedir” dedi.
Erdoğan’ın “devlet başkanı sıfatıyla, biz bu tartışmada taraf değil hakem konumundayız”
demesi de ayrı bir tartışma konusudur. Cumhurbaşkanının hele hele partili bir
Cumhurbaşkanının hakemlik yetkisi yoktur. Olsa bile zaten tarafsız olmayacağı
açıklamalarından belli olmuştur.
Bu gelişmeler, bu akla ziyan krizin “yeni anayasa” yapmak için bahane olarak
kullanılacağını gösteriyor.
Hatta “acaba böyle bir bahane üretmek için kurgulanmış bir kriz mi üretildi?”
kuşkusuna yol açıyor.
AK PARTİ DÖNEMİNDE DIŞ BORÇLAR – Ruhittin SÖNMEZ
AK PARTİ DÖNEMİNDE DIŞ BORÇLAR - Ruhittin SöÖNMEZ
Ege Cansen’in ifadesiyle, AKP 22 yıldır ülke ekonomisini “eşek ölür kalır semeri,
insan ölür kalır eseri” ve “borç yiğidin kamçısıdır” anlayışıyla idare etmektedir.
AKP “İtibarda tasarruf olmaz” anlayışıyla verimsiz ve israfçı yatırımları sevmektedir.
Siyasi destekçilerini “şikeli ihaleler yoluyla zengin etme” önceliği yatırımların
maliyetinin çok yükselmesine yol açmaktadır.
“AKP’nin yatırımların fizibilitesi hesapları içinde ‘finansman maliyeti’ diye bir kalem
yoktur. Daha doğrusu vardır ama bu bir sorun değildir. AKP’ye göre dış kaynak
maliyetinin yüksek olması projeden vazgeçme sebebi olamaz. Dış borçların
anaparası ve dönem faizleri, yeni alınacak dış borçlarla ödendiği sürece, ‘fiilen ödenen
faizler’ AKP gözünde ‘gider’ değildir. Sorun yeni dış borç bulunamayınca kendini
hissettirir.”
“AKP’nin bu muhasebe anlayışı, Osmanlı’dan müdevver ‘dış borç almadan
kalkınamayız’ inancından doğar. Halkımızın, muhalefetin ve iş adamlarımızın ezici
çoğunluğu da aynı görüştedir. Bu dış-borç-koliklik, TL’yi itibarsız para hale getirmiştir.”
AKP 130 milyar dolar olarak devraldıkları dış borcu 443 milyar dolara çıkardı. (Bu
rakamın içinde Kamu Özel İşbirliği kapsamında yapılan yani Yap- İşlet- Devret Projelerin
borcu dâhil değildir.)
Yaklaşık 500 milyar dolarla neler yapılabileceğini anlamak için yapılanların toplam
değerine bakmak kâfidir. AKP hükümetlerinin yatırımlara yani “yollar, köprüler, tüneller,
hastaneler, havaalanlarının tamamı için) harcadıkları para 100 milyar dolar
mertebesindedir.
Cansen’e göre, “Osmanlı “haraç”la dönüyordu, Türkiye ekonomisi de “borç”la
dönüyor. Oysaki sanayileşmeyle dönmesi lazım. Sanayileşmenin de milli geliri
artırmanın da tek yolu dünya pazarlarına açılmak!”
DEMİREL, ÖZAL VE ERDOĞAN’LI YILLARDA DIŞ BORÇLAR SORUNU – Ruhittin SÖNMEZ
DEMİREL, ÖZAL VE ERDOĞAN’LI YILLARDA DIŞ BORÇLAR SORUNU - Ruhittin SÖNMEZ
1950’li yılların ekonomik sorunlarının günümüzdekilerin bir kuluçka dönemi gibi veya benzeri olduğunu söyleyebiliriz.
Demokrat Parti döneminden sonra da Süleyman Demirel’li, Turgut Özal’lı ve koalisyonlu yıllarda da Türkiye ekonomisi dış ticaret açığı veren, bunu turizm gelirleriyle de kapatamayan ve cari açık hastalığına sahip bir yapıdadır.
Bu hastalıklı yapı son 22 yılda Recep Tayyip Erdoğan’ın tek yetkili olduğu AKP hükümetleri döneminde de artarak devam etti.
Cari açık sürekli dış borçla kapatılmaya çalışıldı ve her on yılda bir yaşanan ekonomik krizlerle ekonomik dengelerde sancılı düzeltmeler yapılmak zorunda kalındı.
Bu dönemlerde bir dizi ekonomik ve mali yardım karşılığı, Türkiye kendisine dayatılan önlemleri hayata geçirmek zorunda kaldı.
DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİNDE DIŞ BORÇLAR SORUNU – Ruhittin SÖNMEZ
DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİNDE DIŞ BORÇLAR SORUNU - Ruhittin SÖNMEZ
Demokrat Parti (DP) halkın oylarıyla iktidara gelmiş ilk partidir. Bu sebeple tek parti
döneminde gündemde olmayan “seçim kazanmak” ve bunun için “halkın desteğini
sağlamak” gibi bir zaruret ortaya çıkmıştır.
Celal Bayar’ın ifadesiyle “iktidarda kalmak için halkın günlük yaşantısında kolaylıklar
sağlanması gerekmektedir.”
“Kolaylığı” sağlamanın en kestirme yolu “dış borçlanmaya gitmek” ve “yabancı
sermayeyi ülkeye davet etmek” olarak görüldü.
Bunun için DP ilk olarak NATO’ya girmek konusunda çok istekli oldu. Bir yandan
SSCB’nin tehdidine karşı Batı’yı yanına almak ve diğer taraftan dış borç bulabilmek
için 1950’de patlak veren Kore Savaşı’nı değerlendirdi.
DIŞ BORÇLARA ÇARE ARAMA DÖNEMİ – Ruhittin SÖNMEZ
DIŞ BORÇLARA ÇARE ARAMA DÖNEMİ – Ruhittin SÖNMEZ
Osmanlı Devleti’nde dış borçların ödenmesini zorlaştıran, sadece alınan borçların verimsiz yatırımlara, israfa ve şatafata harcanması değildi.
Osmanlı’da gayrimüslim nüfusun büyük bölümü ticaret ve finans işiyle uğraşıyordu. Bu kesimler imparatorluğun dünya ekonomisi ile bütünleşmesini sağlamış ve yabancı sermayenin Osmanlı’daki uzantılarını oluşturmuştu. Zamanla gayrimüslim aracılar kapitülasyonlarla yabancıların yararlandıkları ayrıcalıklardan yararlanır olmuştu.
Giderlerini azaltamayan Osmanlı’nın, içerideki yabancılar ve yerli uzantılarından vergi alınamayınca (dış ticaret vergi alanı dışında kalınca) gelirleri azaldı. Bütçe açıkları büyüdü ve devletin mali krizi arttı.
Meşrutiyet Döneminde devleti yönetenler sorunun sebebini teşhis etmişti. 1910 Bütçe sunuş konuşmasında Maliye Nazırı Cavit Bey’in sözleri ibret vericidir:
“Bu devletin sürekli istikrazlar (borçlanmalar) yaparak yaşamasının sonucu daha önce bir kere gördüğümüz ve bir daha görmek istemediğimiz bir mali iflastır. Mali iflas ise en büyük çöküntüdür. Savaş zararı üç beş senede giderilebilir ancak mali iflasın etkilerini silmek için 30-40 sene bile yetmez.”
Bunun için çözüm olarak “mevcut şartlarda borçlanmanın sürdürülmesi ancak ülkenin bağımsızlığını tehlikeye sokmadan her yıl azalan bir şekilde borçlanılması” ilkesi benimsendi.
Ama uygulama böyle olmadı, borçlanma azalan oranda değil, artan oranda yapıldı, bütçe açıkları hızla arttı.
Ayrıca 1911’den sonra birbirini izleyen savaşların (Trablusgarp, Balkan Harbi ve 1. Dünya Savaşı) etkisiyle bütçe açıkları giderek büyüdü.
Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan Osmanlı Devleti 1918 yılında yapılan Mondros Mütarekesi ile işgale uğradı.
1920’de imzalanan Sevr Antlaşması ile müttefik kuvvetler Osmanlı Devleti’ni mali denetim altına aldı. Geçmişte alınan kapitülasyonlar ve imtiyazların alanı genişletildi. Yabancılar vergi alanı dışına çıkarıldı.
Osmanlı Devleti’nin mali ve iktisadi alanda ve akabinde siyasi alanda bağımsızlığı tamamen sona erdi.
OSMANLI DEVLETİ’NİN DIŞ BORÇLAR MACERASI – Ruhittin SÖNMEZ
OSMANLI DEVLETİ’NİN DIŞ BORÇLAR MACERASI - Ruhittin SÖNMEZ
Osmanlı Devleti, ilk dış borçlanmasını 1854’te yaptı. 1874 yılına kadar, 15 ayrı dış borçlanma (istikraz) ile Toplam 239 milyon lira borçlandı. Ama ağır faiz yükü nedeniyle hükümetin eline yalnızca 127 milyon Osmanlı Lirası geçti.
1865 borçlanması ile onu takip edenler, hep eski borçlanmaların taksitlerini ödemeye ve bütçe açığını kapatmaya tahsis olunduğundan, Hükümeti mali bir
uçuruma doğru sürüklüyordu. (İ. Hakkı Yeniay)
Alınan her borç için devletin asıl gelirlerini oluşturan muhtelif vergi gelirleri teminat olarak gösteriliyordu. Zamanla daha fazla borç ihtiyacı için ülkenin geri kalan kaynaklarının teminat gösterilmesi bile yetmiyordu.
Daha sonra devam eden borçlanma ihtiyacının daha düzenli karşılanabilmesi için Osmanlı Bankası’nın kurulması gündeme geldi. Bu banka Osmanlı Devleti’nin Merkez Bankası olacaktı. 1863’te Bankanın imtiyaz hakkı sermayedarları İngiliz ve
Fransız olan banka ve bankerlerden oluşan bir gruba verildi.
“Kartopuna benzeyen bir durum meydana gelmişti. Avrupa’dan daha fazla borç sağlandıkça Türkiye’de harcamalar artıyordu.”
1870’lere gelindiğinde dış borçlanma artık müzmin bir hal almıştı (Suvla,1940). Dış borçlanma Osmanlı bütçelerinin kısa vadeli nakit ihtiyacını karşılamakta kullanılmış, ancak yapısal gelir yetersizliği sorununa bir çare üretilememişti.
“Geçici bir araç olan dış borçlanmaya sürekli başvurulması, alınan borçların verimli alanlarda değil de cari giderlere harcanması ve israfa gitmesi, borçlanmaların hesapsız yüksek faizler ve yüksek aracı payları ile yapılmasının” Osmanlı’ya maliyeti ağır oldu.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN DIŞ BORÇLAR SORUNU – Ruhittin SÖNMEZ
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN DIŞ BORÇLAR SORUNU - Ruhittin SÖNMEZ
1800’lü yılların başından itibaren İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği batı ülkeleri sanayi devrimini gerçekleştirdi. Bu devletler gelişen endüstrileri için bir yandan hammadde bulmaya çalışırken, ürettiklerini satabilecekleri pazarlar da arıyorlardı.
Bunun için sanayileşmiş ülkeler, ilişkide bulundukları geri kalmış ülkeleri ayakta tutacak kadar borç vermek, onları yaşatıp verdiklerinin çok fazlasını başka yollarla geri almak gibi bir yöntem geliştirdiler.
Sanayileşme devrimini tamamlayan diğer gelişmiş ülkeler de bu yöntemi uygulamaya devam ettiler.
Her yıl sanayileşmiş ülkelerden geri kalmışlara “borç” ve “bağış” adı altında belli miktar para gelmekte, bu borçların yarısı eski borçların taksit ve faizi olarak verene geri dönmektedir. Öyle ki, “3. Dünya ülkelerinin yıllık faiz ödemeleri borç toplamının üzerindedir. Yıllık faiz ödemeleri tüm 3. Dünya ülkelerinin sağlık ve eğitim harcamaları
toplamından fazladır.”
Üstelik bu borçlar çoğu zaman şartlı verilmektedir. Böylece borcu veren ülkeye faiz gelirinin yanında başka ekonomik kazançlar da sağlanmaktadır. Mesela bu paranın borcu veren ülkenin şirketlerinin yapacağı belli yatırımlarda kullanılabileceği, bu ülkenin sermayesiyle rekabet eden bir alanda kullanılamayacağı gibi şartlarla verilebilmektedir.
Diğer taraftan sanayileşmiş ülkeler kendilerine yakın iktidarları desteklemek amacıyla da borç vermektedir. Verdikleri borçlar sayesinde bir yandan yüksek faiz gelirleri elde etmekte, bir yandan da bu ülkelerden ihtiyaçları olan hammaddeleri ucuza almak, sanayi üretimlerinin fazlasını bu pazarlarda satmak imkanını bulmaktadır.
Ülke yönetiminin seçimle değiştiği bazı geri kalmış ülkelerde, iktidarın elini rahatlatmak için verilen dış borçlar seçim dönemlerinde sahte bolluk ve refah yaratarak seçim sonuçlarını belirleyici olmaktadır.
KÖPRÜ VE OTOYOL GEÇİŞ ÜCRETİ ZAMMI – Ruhittin SÖNMEZ
KÖPRÜ VE OTOYOL GEÇİŞ ÜCRETİ ZAMMI - Ruhittin SÖNMEZ
Otoyol ve köprü geçiş ücretlerine yüzde 43,9 ila yüzde 76,5 oranında zam yapılmıştı. 25 Ekim’den itibaren yapılan düzenlemenin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatlarıyla Ocak 2024’e ertelendiğini açıklandı.
Zamlara alıştığımız için, ha 2 ay önce yapılmış, ha 2 ay sonra, bizim için fark etmezdi. Fakat Ocak ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan 2023 yılı içinde köprüler ve otoyollardan geçiş ücretlerine başka zam yapılmayacağını müjdelemişti. Bu yüzden iki soru kafamı kurcalıyordu: Reis’in verdiği söz kayıtlarda dururken O’nu sözünü tutmayan bir devlet başkanı durumuna düşüren kararı kim, hangi cesaretle alabilmişti? Bu zam kararı Cumhurbaşkanını takmama olarak algılanmaz mıydı?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kesin sözüne rağmen zam kararı alındığına göre Hazine tamtakır ve maliye çok zorda olmalıydı.
Neyse ki, devreye Reis girdi ve sözünü tutacağını gösterdi. Alınan zam kararını yılbaşından sonrasına erteledi. Hatta 25 Ekim günü geçişlerinden zamlı tarifeye göre para kesildiğinden aradaki farkın geçiş yapan vatandaşlara geri ödeneceği de müjdelendi. Böylece “Hazine tamtakır” algısına da izin verilmemiş oldu.
Ama bu olanlar “bir devlet böyle mi yönetilir?” diye düşünmemize yol açtı.
SAVAŞ SUÇU İŞLENİYOR AMA CEZALANDIRILAMAZ – Ruhittin SÖNMEZ
SAVAŞ SUÇU İŞLENİYOR AMA CEZALANDIRILAMAZ - Ruhittin SÖNMEZ
Hamas’ın 07 Ekim’de İsrail’e karşı yaptığı saldırı sonrası, İsrail’in Gazze’yi bitirmeye yönelik eylemleri bir devletin yapacağı şeyler değil.
E. Büyükelçi Tugay Uluçevik’in ifadesiyle “Terör örgütleri saldırılarında hedef bakımından asker sivil ayırımı yapmaz, amacına uygun olan hedefi vurur.
Devletler ise terörizmle mücadelede sadece teröristi ve teröristlerin kullandığı malları, silâhları, yapıları kullandığı vasıtaları hedef alırlar. Devletler terörizmle mücadelede esas itibariyle Uluslararası İnsancıl Hukuka uygun hareket ederler.
İsrail, ABD ve AB Hamas’ı terör örgütü kabul etmişlerdir. Bu durumda bir devlet olarak İsrail’in de Hamas ile mücadelesinde sırf Hamas unsurlarını hedef alması gerekirdi.
Oysa İsrail, on yıllardır yaptığı uygulamaları bir yana bıraksak da, sırf 7 Ekim sabahından bu yana Hamas’ın saldırısına gösterdiği mukabeleyi dikkate aldığımız zaman, sivil halkı da hedef almaktan kaçınmadığını görmekteyiz. İsrail BM Yasası’nın temel ilkelerini ve Uluslararası İnsancıl Hukuku
pervasızca çiğnemektedir. Bu tutumuyla İsrail bir ‘terör Devleti’ hüviyetine bürünmektedir.”