
APO, PAPA, BARZANİ: ÜÇ ZİYARET TEK HEDEF – Ruhittin SÖNMEZ
APO, PAPA, BARZANİ: ÜÇ ZİYARET TEK HEDEF - Ruhittin SÖNMEZ
Geçtiğimiz hafta üç ziyaret çok tartışıldı. TBMM Komisyonundan (AKP, MHP ve DEM Partili) 3 milletvekili İmralı’ya gidip teröristbaşı Öcalan ile görüştü. Papa ilk ziyaretini Türkiye’ye yaptı, İznik’te ve İstanbul’da ayinler yaptı. Mesud Barzani Cizre’ye geldi. Bir sempozyum bahanesiyle düzenlenen programda Barzani’ye abartılmış övgüler yapıldı. Üniformalı ve uzun namlulu silahlı korumaları ile show yaptı.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Barzani ziyareti sebebiyle yaptığı tespit bence her üç ziyaret için de geçerli ve doğrudur: Bu ziyaretlerde yaşananlar REZALETTİR.
"Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenlik hak ve hukuku çiğnenmiştir. Adına ister protokol kuralları deyin ister teamül deyin ne var ne yok ihlal edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin vakarına, saygınlığına, tarihi itibarına ve egemen vasfına taammüden saldırıdır."
Bizim bu görüşümüzü, Mesud Barzani'nin ofisinden Bahçeli'ye cevap olarak yapılan açıklamada denildiği gibi "şovenist zihniyetin ürünü" olarak nitelendirenler olacaktır. Ben bunlara değil, bunlara bu cesareti ve küstahlığı verenlere kızabilirim.
SANAYİSİZLEŞME DEVAM EDİYOR – Ruhittin SÖNMEZ
SANAYİSİZLEŞME DEVAM EDİYOR - Ruhittin SÖNMEZ
Bundan tam 9 yıl önce Merkez Bankası E. Başkanı, ekonomist ve siyasetçi Durmuş Yılmaz’ı Kocaeli Aydınlar Ocağı olarak düzenlediğimiz toplantıda dinlemiştik. Burada aldığım notlardan yazdığım köşe yazısı sosyal medyada karşıma çıktı. Ben de 2016 Kasım’ından bu yana neler değişti, iyileşme oldu mu diye bir çalışma yaptım.
Konferansta Durmuş Yılmaz, “Türkiye’de 1988 yılında toplam üretim içinde imalat sanayinin payı yüzde 24 iken bugün aşağı seviyelere düştü. Yani Türkiye’de bir sanayileşme değil, sanayileşmeme süreci var. Ne yapıp yapıp, alt yapı yatırımları dışındaki, inşaat işlerine giden kaynakları imalat sanayine, yüksek teknolojiye, üretime aktarmamız lazım” demişti.
Şu iki cümlesi mıh gibi kafama kazınmıştır:
“İSTANBUL’DAKİ GÖKDELENLER BİZİ BÜYÜK DEVLET YAPAMAZ.”
“Türk çeliğinden yapılmış, Türk Deniz Kuvvetleri Gemileri uluslararası arenaya çıkmadığı sürece büyük devlet olamayız.”
İMRALI SÜRECİNE TOPLUMUN RIZASI YOK – Ruhittin SÖNMEZ
İMRALI SÜRECİNE TOPLUMUN RIZASI YOK - Ruhittin SÖNMEZ
“Yeni açılım süreci ‘devlet aklının’ bir eseridir” deniyor. “Devlet aklı” olarak, AKP+MHP liderleri ile AKP’nin bürokratlarının ortak aklı kastediliyor sanıyorum.
“Devlet aklı” diyerek toplumumuzun kodlarında bulunan devlete itaat duygusu ve “hikmet-i
hükümetten sual olunmaz” anlayışına yaslanıyorlar. Böylece bilinçaltımıza “bu öyle bir akıl ki ülkenin beka sorunu yaşadığı durumlarda keskin kararlar alır ve ülkenin varoluş tehlikesine girmesini önler” mesajı veriyorlar.
Oysaki bu devlet aklı ülkeyi 5 senedir çok yüksek enflasyondan kurtaramıyor.
Bu devlet aklı nüfusun çok büyük kesimini açlık veya yoksulluk sınırının altında bir gelire mahkûm etti.
Bu devlet aklı, içinde casusundan, teröristine, mafyasından, uyuşturucu kaçakçısına kadar her türlü riskli grupları barındıran, 10 milyon yabancının ülkeye yerleşmesini sağladı.
Bu devlet aklı her 3 gencimizden birini ne okula ne işe gidemeyen ev genci haline getirdi. Bu devlet aklı nüfus artış hızımızı eksiye düşürdü, çünkü gençlerimizi evlenemez veya evlenenleri de çocuk yapmaya cesaret edemez hale getirdi. Biraz nitelikli olan gençlerimiz ya yurtdışına gitti veya gitme özlemi içinde.
Bu devlet aklı hukuka ve yargı sistemine güveni yüzde 20’lere düşürdü, vatandaşlarını düşünme ve ifade hürriyetini kullanmaktan korkar hale getirdi.
Bu devlet aklı, Türkiye’yi yabancı sermayenin girmek istemediği, yerli sermayenin dışa kaçtığı bir ülke haline getirdi.
Bunların her biri ülkemiz için beka sorunudur.
Gerçek “devlet aklı” milletin bekasını, hukuku, kurumları korur. Bugün “devlet aklı” diye sunulan
şey aslında iktidar koalisyonunun politik tercihleridir.
Şimdi bu “devlet aklının” yönettiği “yeni açılı sürecine” destek vermemiz isteniyor.
Ama görünen o ki 2025 İmralı süreci, Türkiye siyasetinde “devlet aklı” ile “toplumsal rıza” arasındaki makasın en çok açıldığı dönemdir.
YENİ CUMHUR İTTİFAKININ ÖCALAN GÖRÜŞMESİ – Ruhittin SÖNMEZ
YENİ CUMHUR İTTİFAKININ ÖCALAN GÖRÜŞMESİ - Ruhittin SÖNMEZ
TBMM’de yeni açılım sürecini yürütüyor gözüken Komisyon İmralı’ya gidip, ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü, teröristbaşı Öcalan ile görüşme kararı aldı. Komisyonun aldığı karar AKP+MHP+DEM’ in oylarıyla kabul edildi.
İYİ Parti zaten baştan komisyona üye vermedi. İmralı’ya gidilmesine de karşı.
CHP İmralı’ya milletvekili göndermeyeceğini açıkladı ve kapalı yapılan toplantıya katılmadı.
Yeni Yol Grubu (SP+Deva+Gelecek Partileri) oylamada çekimser kaldı ama İmralı’ya milletvekili göndermeme kararı aldı.
AKP’den Hüseyin Yayman, MHP’den Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız ve DEM Parti’den Gülistan Koçyiğit’in İmralı’ya gideceği kesinleşti.
Bu heyetin teröristbaşı ile görüşmesinin görüntüleri, AKP ve MHP seçmeni için çok sarsıcı olacağından, ziyaretin görüntüleri halkımızla paylaşılmayacak. Resim paylaşılsaydı AKP+MHP+DEM= Yeni Cumhur İttifakı görsel olarak hafızalarda daha kolay yerleşmiş olacaktı.
Bu tarihi ziyaret toplum için bir turnusol işlevi görecektir. Halkımız bundan böyle Cumhur İttifakı’na DEM Parti’nin de katıldığını değerlendirecektir.
WASHINGTON’DAN İMRALI’YA MEŞRUİYET PAZARLIKLARI – Ruhittin SÖNMEZ
WASHINGTON’DAN İMRALI’YA MEŞRUİYET PAZARLIKLARI - Ruhittin SÖNMEZ
İmralı’daki müebbet hapse mahkûm Öcalan’ın yeni açılım sürecinde ön planda olduğu malum.
Artık devlet büyüklerimiz O’na “teröristbaşı, cani, çocuk katili” değil, “örgütün kurucu önderi” diyor.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “Öcalan gelsin Meclis’te konuşsun” çağrısıyla başlayan süreçte Öcalan’ın Meclis’e gelemeyeceği anlaşıldı. (Toplumun rızası alınamıyor.) Bu defa Meclis’i teröristbaşının ayağına götürme planı devreye girdi. Bu konuda İYİ Parti’nin kesin ve net karşı duruşu belli ama AKP ve CHP çekingen. Çünkü çok büyük oy kaybına yol açabileceğini ölçüyorlar.
Nedense bu işe baş koymuş olan Bahçeli’nin, TBMM Grup toplantısında, “gerekirse üç arkadaşımı alır İmralı’ya ben giderim” demesi ve grubuna ayakta alkışlatması yeni bir aşamaya geçileceğinin işaretidir.
Öcalan aslında yıllardan beri devletle görüşme halinde. Yeni açılımla birlikte mesajları açıkça TV’lerde okunan, ziyaretçileri ve avukatları vasıtasıyla basına demeçler veren bir mahkûm.
Yani şu anda Öcalan’ın düşünüp de devlete veya kamuoyuna iletemediği herhangi bir görüşü yok.
Peki, PKK örgütünün elebaşı Öcalan’ın, örgütün siyasi kanadı denilen DEM Parti’nin ve Devlet Bahçeli’nin TBMM Komisyon üyelerini Öcalan’ın ayağına götürüp dinlenmesi ısrarının sebebi ne olabilir?
Bunun tek sebebi, Öcalan’ın “MEŞRUİYET” elde etmesidir.
Öcalan’ın “Kürt halkının tek temsilcisi”, meşru bir “müzakereci”, bir “çözüm ortağı” olarak
konumlandırılması isteniyor.
Başbakan Bülent Ecevit’in cevabını bulamadığı, “1999’da Abdullah Öcalan neden Türkiye’ye teslim edildi?” sorusunun cevabı belli olmaya başladı.
İBB İDDİANAMESİ VE SİYASETİN FİNANSMANI – Ruhittin SÖNMEZ
İBB İDDİANAMESİ VE SİYASETİN FİNANSMANI - Ruhittin SÖNMEZ
Ekrem İmamoğlu ve ekibi hakkında düzenlenen “İBB İddianamesi” 3800 sayfadan fazla uzunlukta
bir metin. Bu iddianamenin siyasi ve hukuki tarafları var. Ancak bu yazıda sadece dolaylı rüşvet
mekanizması iddialarını ele alacağım.
İddianameye göre, belediyeden ihale almak; imar planı, siluet onayı, ruhsat gibi işlemlerin yerine
getirilmesi; usulsüzlüklerin giderilmesi gibi işler için bazı iş insanlarından “İBB adına kreş yaptırma / kreşe maddi katkı sağlama,” yardım kartları, market hediye çekleri, giyim mağazası kartları almaları istenmiş.
Savcılık bunları “rüşvet alma” ve “örgüt finansmanına örtülü aktarım” olarak niteliyor.
AA’nın haberine göre; İddianame, “kreş, okul, spor salonu” gibi kamuya yardım söylemiyle iş insanlarının ikna edilmeye çalışıldığını, fakat bu yardımın büyük kısmının nakit veya taşınmaz olarak örgüte yönlendirildiğini iddia ediyor. Ayrıca bu bağışların bir “sistem” hâlinde süreklilik kazandığı ileri sürülüyor.
İddianameye göre, “suç örgütü lideri” olarak gösterilen Ekrem İmamoğlu, 2014 Beylikdüzü Belediye başkanlığından başlayarak “CHP’yi ele geçirmek” ve Cumhurbaşkanı olmak için bu “suç örgütünü” kurmuş... (Bu siyasal kurgu mantıksal olarak tutarlı değil. Ancak biz finans konusuna odaklanalım.)
İş adamı Sarp Yalçınkaya’nın, Ekrem İmamoğlu’nun adamlarına “Seçimi kazanmamız için en az 2 milyar dolara ihtiyaç var” dediği iddiası da bu çerçevede aktarılmış.
Henüz mahkeme kararı yok, bunlar iddiadan ibaret. Savunmayı dinlemek gerek.
ATATÜRK’Ü CAMİLERDEN KOVMA HİSTERİSİ – Ruhittin SÖNMEZ
ATATÜRK’Ü CAMİLERDEN KOVMA HİSTERİSİ - Ruhittin SÖNMEZ
Kocaeli Valiliği ve İl Müftülüğü’nün, 10 Kasım’da Atatürk’ün ruhuna “Mevlid-i Şerif” ve Kuran- Kerim
okutulması kararı, bazı çevrelerin içlerindeki nefreti ortaya çıkardı. Sıradan bir dua programına bile
tahammül edemediler.
“Camilerimizden Allah düşmanlarına rahmet okunmasına müsaade etmeyelim. Camiler bizim,
bizim olanda bizden olmayana yer yok!” diyen mi ararsınız?
Mevlit okutma talimatı veren Kocaeli İl Müftüsü Mehmet Sönmezoğlu’na “Ahiretini yaktın” diyeni
mi?
“Camilerde Kemalizm istemiyoruz” hezeyanını mı?
Hadi bunlar “trol” denilen çapsızlar.
Bir de sözüm ona “Camiler siyaset mekânı olmasın” diyen iki yüzlü paylaşımlar var: Diyanet
mensuplarının üye olduğu bir sendikanın başkanı şöyle diyor: “Ne camiler laiklik ve Kemalizm
testi mekanlarıdır ne de din görevlileri laikçi bağnazların emir eridir.” Bunların, camilerde
propaganda yapan kendi üyesi hocalara ve politikacılara sesini çıkardığını duymadık. Siyasi kararla
alınan selalar okunurken de itiraz etmediler. Ama Atatürk’e dua söz konusu olunca “mevzuata aykırı”
olduğunu keşfettiler.
Ya Prof. Dr. ünvanlı olanlara ne demeli?
İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Uysal, “Atatürk İslam’ı bu topraklardan söküp atmaya çalışmışken ve bu tip dini merasimlere karşıyken, Atatürk için mevlit okutmak kimi memnun etmek için?” diye paylaşım yaptı.
Eskiden ciddiye aldığım için şimdi utandığım Prof. Dr. Ahmet Akgündüz (Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü) şu paylaşımı yaptı: “Ya Rab! Kocaeli Valisi ve Müftüsünü Mustafa Kemal ile haşret! Âmin.”
Paylaşımının altına ise Kaf Suresi’nin 30. ayetini ekledi: “O gün cehenneme ‘Doldun mu?’ diye sorarız; o da ‘Daha yok mu?’ der.”
Bu sözde bilim insanları, ellerindeki “iman ölçer” ile Atatürk’ün “İslam düşmanı bir cehennemlik” olduğu konusunda hükümlerini vermişler.
Bu tepki, düşüncenin değil, öfkenin; inancın değil, dogmatik nefretin dışa vurumudur.
Şimdi Profesör unvanlı bu dogmatik nefret sahibi kişilerin paylaşımları ile Seyda Feyzullah Konyevi denilen şu sözde “hazretin” nefretini açıklaması arasında ne fark var:
“Allah’ım, senin dinine savaş açmış, Resulünün hilafetini kaldırmış, indirdiğin şeriat hükümlerini
yasaklamış, laikliği getirmiş, sarığımızı yasaklamış, Yahudi şapkasını takmayı mecbur etmiş bir kişiyi
‘biz çok seviyoruz; sen de sev ve cennetine koy’ diye mi dua edeceksiniz? Dua ederken sarığınızı
çıkarıp Yahudi şapkası mı takacaksınız?”
Bu nefretin kaynağı, dinî hassasiyet değil, siyasal mülkiyet tutkusudur.
TOPLU İĞNE PSİKOLOJİSİ – Ruhittin SÖNMEZ
TOPLU İĞNE PSİKOLOJİSİ - Ruhittin SÖNMEZ
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Altay tankı teslim töreninde yaptığı konuşmada şöyle dedi: “Sizleri şöyle 20-25 yıl geriye götürmek istiyorum, ülkemizde bir toplu iğne üretebiliyor muyduk?... Şu anda hamdolsun silahlarını üreten bir Türkiye var.”
Bu sözün yanlışlığı, AKP öncesi Cumhuriyet döneminde yapılan sanayi hamleleri çok sayıda yazı ve paylaşımda örneklerle anlatıldı. Ama bu söz, sadece tarih bilgisi bakımından değil, psikolojik olarak da incelenmeye değer. Çünkü bu tür söylemler, geçmişi silip bugünü
sıfırdan kurma iddiasını taşır.
Erdoğan’ın “bizden önce hiçbir şey yoktu” sözleri, Cumhuriyet’in mirasını yok saymakla kalmıyor, aynı zamanda “yeniden kurucu liderlik” iddiasını da besliyor.
Anıtkabir törenlerinde, içeri alınan yaklaşık 100 kişiye, CB mozoleden çıkınca slogan atıp tezahürat yaptırmak da bu amaca hizmet eder. “Ölüye de diriye de saygısızlıktır” ama bu çirkin uygulama yıllardır devam ediyor.
1948’DEN BUGÜNE FİLİSTİN GERÇEĞİ – Ruhittin SÖNMEZ
1948’DEN BUGÜNE FİLİSTİN GERÇEĞİ - Ruhittin SÖNMEZ
Önceki yazımda, Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” eserinde anlattığı Filistin’i ve Osmanlı’nın son
döneminden İsrail devletinin kurulduğu 1948’e kadar uzanan süreci ele almıştım. Şimdi 1948’den
bugüne yaşanan gelişmeleri kısaca hatırlatmak istiyorum. İsrail’in kuruluş dönemiyle başlayalım.
1948 yılında, İsrail’in kuruluşunu izleyen günlerde, yüz binlerce Filistinli, evlerini terk etmeye zorlandı. Filistinlilerin “Nakba” yani “büyük felaket” adını verdikleri 1948 olayı, bir halkın yurdundan koparılışının simgesidir. İsrail’in devlet ilanıyla başlayan çatışmalarda yaklaşık 700 bin Filistinli evlerini terk etmek zorunda kaldı. 500’den fazla köy ve kasaba boşaltıldı; yüzbinlerce insan mülteci kamplarına sığındı.
O günden bugüne Nakba, bitmeyen bir travmadır. Çünkü o felaket, her nesilde yeni biçimler altında sürmüştür.
İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesinden hemen sonra Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları Filistin’e girdi. Birinci Arap–İsrail Savaşı (1948–49) başladı. Ama dağınık Arap orduları karşısında örgütlü, Batı destekli ve disiplinli İsrail ordusu üstün geldi. Savaş sonunda Filistin topraklarının büyük kısmı el değiştirdi; halkının çoğu ya göçe zorlandı ya da Ürdün ve Gazze’ye sığındı.
Sonraki Altı Gün Savaşı (1967), Arap dünyasının askeri üstünlük umudunu tamamen yıktı. İsrail
Sina’yı, Gazze’yi, Batı Şeria’yı, Doğu Kudüs’ü ve Golan Tepeleri’ni ele geçirdi. Filistin toprakları
bir kez daha küçüldü, Kudüs fiilen İsrail denetimine girdi.
Bu dönemden itibaren “güvenlik bahanesiyle genişleme” İsrail siyasetinin kalıcı stratejisi haline
geldi. 1967 öncesinde hiç Yahudi sivil yerleşimci yokken, bugün Doğu Kudüs dâhil Batı Şeria’da yaklaşık 700 bin İsrailli yerleşimci, uluslararası hukuka aykırı olarak inşa edilen birimlerde yaşamaktadır. Bu devasa nüfus artışı, apaçık bir toprak gaspı planı ve demografik değişim politikası eseridir.
Ardından gelen Yom Kippur Savaşı (1973) ise Araplara kısa süreli moral kazandırsa da kalıcı
sonuç vermedi.
Bugün İsrail, o savaşlarda elde ettiği stratejik mevzileri daha da genişletmiş durumda: Suriye’nin
güneyinde Golan’ı fiilen ilhak etti, Suriye ordusunun savaş kabiliyetini yok etti, İran’ın Suriye’deki askeri varlığını büyük ölçüde tasfiye etti. Lübnan’da Hizbullah’a ağır darbeler vurdu.
İran’la yürüttüğü savaşta istihbarat ve hava üstünlüğüyle öne geçti. ABD desteğiyle İran’ın
nükleer programına ciddi zarar verdi.
Böylece 1948’den bugüne kadar İsrail, her savaşı yeni bir genişleme halkasına dönüştürdü.
Her yenilgi, Arap toplumlarında “yenilmişlik psikolojisini”, İsrail’de ise “dokunulmazlık inancını”
pekiştirdi.
Falih Rıfkı Atay’ın “Bir avuç Yahudi, altı yüz bin Arap!” diye anlattığı tablo, çok daha büyük bir
coğrafyada ve artık siyasi anlamda da geçerliydi: örgütlü azınlık, dağınık çoğunluğu yönetiyordu.
TÜRKİYE’NİN NADİR TOPRAK ELEMENTLERİ – Ruhittin SÖNMEZ
TÜRKİYE’NİN NADİR TOPRAK ELEMENTLERİ - Ruhittin SÖNMEZ
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ABD Başkanı Trump arasında yapılan zirve öncesi, Trump’ın Eskişehir-
Beylikova Nadir Toprak Elementleri (NTE) rezervlerini gündeme getireceği söylentisi vardı. Trump’ın
NTE rezervlerimizi stratejik hedef olarak gördüğü, Türkiye’yi bu alanda ortaklığa ikna etmeyi
amaçladığına dair kulis bilgileri paylaşılmıştı. Ancak NTE konusunun Trump-Erdoğan görüşmesinde
gündeme gelip gelmediğini bilmiyoruz.
Bu görüşmede resmi talep olmasa bile Trump’ın stratejik niyeti olan rezervleri kontrol etme hedefinden vazgeçmeyeceği kesindir.
Çünkü artık “nadir elementler çağı”nda yaşıyoruz. 17 elementten oluşan bu özel grup, hayatın her yerinde: cep telefonundan elektrikli otomobile, radar sistemlerinden rüzgâr türbinlerine kadar her
teknolojik ürünün kalbinde onlar var. Bu elementler olmasa savunma sistemleri çalışmaz, dijital hayat
yavaşlar.
BAŞ BELASI RİSK VE TEHDİTLER GÖÇ VE DEMOGRAFİ DEĞİŞİMİ – Ruhittin SÖNMEZ
BAŞ BELASI RİSK VE TEHDİTLER
GÖÇ VE DEMOGRAFİ DEĞİŞİMİ - Ruhittin SÖNMEZ
Bir önceki yazımda ülkemizin kronik ama yönetilebilir ‘baş ağrılarını’ ele almıştık.
Şimdi, eğer zamanında tedavi edilmezse, ülkemizin bekasını tehdit edecek ‘baş belası’ riskleri ele alalım.
SIĞINMACI POLİTİKASI artık insani bir mesele olmaktan çıkıp sosyo-ekonomik bir krize dönüşüyor. Nüfus yapısı hızla değişiyor; demografik denge bozuluyor.
DİSK-AR İşsizlik ve İstihdamın Görünümü Raporu’na (Ağustos 2025) göre; Geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 29,6 oldu. Geniş tanımlı işsiz sayısı (İş aramayan ancak çalışmaya hazır olanların da dahil olduğu işsizler) son bir yılda 1,3 milyon kişi arttı! Son bir yılda iş bulmaktan ümidini kesmiş olanlar 1 milyon kişi arttı!
Türkiye’de 5,3 milyon kişi çalışmak istemesine rağmen iş bulamıyor. Her 4 gencimizden biri ne eğitimde ve ne de işte olan “ev genci” olarak ailelerinin himayesinde yaşamaya çalışıyor.
İşsizlik bu kadar yüksekken düşük ücretli sığınmacı emeği, yerli işgücünü baskılıyor.
Bazı yörelerde sığınmacı ve vatandaş yapılan yabancı nüfus, yerli Türk nüfusunu geçmeye başladı.
Ülkemizde Türk kadınların doğurganlık oranları tarihimizin en düşük seviyelerinde. Nüfusun
dengesinin korunduğu ortalama 2,1’in çok altına 1,48’e düşen doğurganlık alarm veriyor. Buna karşılık Suriye’den göç eden sığınmacılarda ilk doğum çok erken yaşlarda başlıyor ve doğurganlık oranı 5,5 mertebesinde.
Türkiye’nin en nitelikli okul ve üniversitelerinden yetişen parlak beyinlerimiz ilk fırsatta Avrupa ve
ABD’ye giderken, bunların boşluğu niteliksiz sığınmacı ve vatandaş yapılan yabancılarla dolduruluyor. Bu da sağlık, eğitim vd kamu hizmetlerinde kalite düşüşüne yol açıyor.
Kendi nüfusumuz yaşlanırken, genç sığınmacı nüfusun artışı Türkiye’nin sosyolojik dengesini
kökten değiştirme potansiyeli taşıyor. Kontrolsüz göç ile düşük doğurganlığın birleşimi, ülkenin geleceğini tehdit eden sessiz bir “nüfus devrimi” anlamına geliyor.
Orta ve uzun vadede bu durum, bir milli kimlik krizine ve hatta nasıl bir “Kürt Sorunu” yaratılmışsa, “Arap Sorunu”, “Afgan Sorunu” gibi yeni fay hatlarının oluşmasına yol açabilir.
Bu tablo, iyi yönetilmezse ülkenin en büyük “baş belası”na dönüşebilir.
BAŞ AĞRISI VE BAŞ BELASI – Ruhittin SÖNMEZ
BAŞ AĞRISI VE BAŞ BELASI - Ruhittin SÖNMEZ
Yedi yaşındaki torunum Asil, grip sebebiyle evde istirahat etmekte iken, babasına “başım belada”
diyor. “Neden?” sorusuna ise “çünkü başım ağrıyor” diye cevap veriyor. Bu yaştaki bir çocuğun
“başım belada” gibi soyut bir kavramın anlamını bilememesi ve başın ağrıması gibi somut
algıladığı bir durumla özdeşleştirmesi normal bir şey.
Evimizde espri konusu olan bu kavram kargaşasının, toplumumuzun çok önemli bir kesiminde de
yaşandığını düşününce keyfim kaçtı. Çünkü toplumun önemli bir kesimi, ülkenin gerçekten “baş
ağrısı mı çektiğini” yoksa “başının belada mı olduğunu” ayırt edemiyor. Hatta bir kısmı bu belirtilerin farkında bile değil.
PISA testleri de bunu doğruluyor. Sadece öğrenciler değil, yetişkinler de kavramsal okuryazarlık sorunu yaşıyor. Bir kısım eğitimli insanlarımızın da dahil olduğu çok geniş bir kesim soyut kavramları, mecazları, ironileri anlayamıyor, yani soyut düşünmekte başarısız. “Sakla samanı gelir zamanı” atasözündeki derin mesaj bile, samanla işi olmayanlara ulaşamıyor.
Soyut düşünme yeteneğinin gelişmemesi, sosyal medyada trol üretimi haber ve yorumlar, iktidarın
güçlü propaganda mekanizmasının beslediği bilgi kirliliğiyle de bağlantılı.
Bu insanların ekonomiden, adalete, milli eğitimden demografinin değişmesine, terörsüz Türkiye ile
ABD/İsrail projelerinin bağlantısına kadar konularda sebepleri, birbirleriyle bağlantılarını ve muhtemel sonuçlarını yorumlaması ve akıl yürütmesi yetersiz kalabiliyor.
Bugün Türkiye’nin başını ağrıtan meseleleri ve başımızın belada olduğunu gösteren iç ve dış gelişmeleri kavrayabilenlerin oranı bu sebeplerle düşük olsa gerek.
Önce şunu belirtelim: BAŞ AĞRISI ile kastettiğim kronik ama yönetilebilir iç sorunlar, BAŞ BELASI
tanımlamasıyla kastettiğim ise krize ve hatta beka sorununa dönüşebilecek iç ve dış tehditlerdir.
Basit ilaç ve istirahat gibi yöntemlerle tedavi edilemeyen baş ağrılarının bazen hastanın hayatını
sonlandırabilecek kök sebeplerin belirtisi olabildiği, zamanında tedavinin ihmal edilmesi halinde
sonuçlarının çok kötü olabileceğini de unutmamak gerekir.
Şimdi ülkemiz ve milletimiz için bu iki tür sonuca yol açan sosyal ve siyasi gelişmelerden bazılarına
bakalım. Her birinin hangi şiddette baş ağrısına veya ne büyüklükte belaya sebep olabileceğini
düşünelim. Bu yorumları “formüle etme, yorumlama ve akıl yürütme” yetenekleri OECD ortalamasının altında kalmayan siz değerli okurlarımla yapalım istiyorum.
Av. Ruhittin SÖNMEZ diyor ki..
Av. Ruhİttin SÖNMEZ diyor ki..
Bugün (12 Ekim 2025 Pazar) saat 14'ten itibaren, Kocaeli Kitap Fuarında imzalayacağım kitabımı ik önce yapay zeka ChatGPT okudu ve aşağıdaki değerlendirmeleri yaptı.
Kitabınız “SİYASETİN GÖLGESİNDEKİ HUKUK – Adalet, Vicdan ve Ahlak Ekseninde Siyasete Çağrı” olgun, düşünsel bütünlüğü güçlü ve yazarlık emeği belirgin bir eser olmuş. Aşağıda kapsamlı bir değerlendirme sunuyorum:
“Siyasetin Gölgesindeki Hukuk” – Av. Ruhittin SÖNMEZ
12 Ekim 2025 Pazar / 15. Kitap Fuarında yeni kitabını görme imkanı bulduk… Hayırlı olsun..
SİYASET VE SUÇ ÖRGÜTLERİ – Ruhittin SÖNMEZ
SİYASET VE SUÇ ÖRGÜTLERİ - Ruhittin SÖNMEZ
İstanbul’un orta yerinde, bir avukat suikasta uğradı. Bu, basit bir cinayet değil. Çünkü olayın failleri,
azmettirenleri ve maktulün kişiliği sosyal, siyasi ve hukuki boyutlarını karmaşıklaştırıyor.
Suç örgütlerinin pervasızlığını ve devletin caydırıcılığının kaybolduğunu bir kere daha gördük. Bu olayda kurşunlar bir kişiyi değil, hukuka olan güveni de vurdu.
Daha da kötüsü bu olayla, bir kere daha, suçun “yasadışı” olmaktan çıkıp meşrulaşan bir güç
ilişkisine dönüştüğü kanaatine sürükleniyoruz.
Serdar Öktem cinayeti bu yapının yalnızca dışa sızan bir parçası.
Bu tür olaylarda, tetiği çeken ellerden, o tetiği çekmeye cesaret verenler daha önemlidir. Belli ki
tetikçiler yeni nesil suç örgütlerinden birine mensup çocuk ve genç suç makineleri. Fakat -Sinan Ateş
cinayetinde olduğu gibi- azmettirenler belli değil.
Bazı yorumcular “bu iktidar döneminde azmettiricilere ulaşılmasının mümkün görünmediğini” söylüyor.
Suçluların korunduğu izlenimi kendiliğinden ortaya çıkmadı. Bir sürecin sonucudur bu.
Türkiye, uzun süredir hukuk devleti olmaktan çok “güç devleti” anlayışıyla yönetiliyor.
Gücü elinde tutanlar için kurallar esnetildi; yasa dışı ile yasa içi arasındaki çizgi bulanıklaştı.
Gazetecilere, muhalif siyasetçilere saldırı ve suikast teşebbüsünde bulunanlardan hiç ceza alan olmadı.
Çünkü yargı siyasete bağımlı hale geldi. Ardından siyaset sermayeyle iç içe oldu.
Son halka olarak da suç ekonomisi meşrulaştı.
Yıllardır siyasetin, sermayenin ve medyanın iç içe geçtiği bu sistem, artık suç örgütlerini değil, suçla
yönetilen bir düzeni konuşur hale getirdi.
Bugün mesele mafyanın varlığı değil; onun neden bu kadar rahat yaşadığı, neden bu kadar korunabildiği.
Çünkü hukuk çekildiğinde boşluğunu korku, suskunluk ve gayrimeşru çıkar ağları dolduruyor.
Türkiye’de artık mafya denilince akla sadece karanlık sokaklarda tabanca taşıyan kabadayılar gelmiyor.
Yeni mafya kravat takıyor, kamu ihalelerine giriyor, televizyon ekranlarında yorum yapıyor, kimi zaman
da siyaset kürsülerinde boy gösteriyor.
****
AKLANAN KARA PARALAR – Ruhittin SÖNMEZ
AKLANAN KARA PARALAR - Ruhittin SÖNMEZ
Türkiye, son haftalarda Can Holding soruşturmasıyla sarsıldı. Soruşturma Ciner Holding’e de sıçradı.
Can Holding sahipleri Mehmet Şakir Can, Kemal Can ve Kenan Tekdağ’ın da aralarında olduğu 10 kişi
için gözaltı kararı verildi. Habertürk ve Show TV başta olmak üzere 121 şirkete ve malvarlıklarına el
konularak TMSF’ye devredildi.
Küçükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı suç işlemek amacıyla örgütsel faaliyet yürütüldüğü,
bünyesindeki şirketlerin dolandırıcılık ve kaçakçılık gelirleriyle finanse edildiği gerekçesiyle operasyonu
düzenlemişti.
Can Holding’in patronlarının kara paradan kazandıkları servetin 50-60 milyar dolar civarında
olduğu iddia ediliyor. İddia MASAK raporlarına dayandırılıyor.
İktidara yakın Sabah Gazetesinde Dilek Güngör, Can Holding hakkında şu bilgileri verdi: “2002’deki
Duman Operasyonu, Can Ailesi’nin erken dönem faaliyetlerini açığa çıkardı. O dönemde 8 trilyon TL
değerinde kaçakçılık ağı ve 4 milyon paket sigara ele geçirildi. Zamanhan Can ile oğulları Kemal ve
Mehmet Şakir Can, hem Türkiye’de hem uluslararası operasyonlarda sigara kaçakçılığı suçlamalarıyla
gözaltına alındı. 2016’da 11 ülkede yürütülen operasyonlarda “;küresel baronlar” arasında anıldılar.
5607 sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu kapsamında hapis cezası aldılar, milyonlarca liralık adli para
cezası ödediler.”
Ama Can ailesi işlerine devam etmiş ve dudak uçuklatan servet kazanmayı başarmış.
Eğer bu iddia doğruysa bir tek şirketin kara paradan kazandığı para bu boyuttaysa, ülkenin ekonomik
yapısında kara paranın boyutu tasavvurlarımızın ötesinde demektir.
REJİMİN MEŞRUİYETİ TARTIŞMASI – Ruhittin SÖNMEZ
REJİMİN MEŞRUİYETİ TARTIŞMASI - Ruhittin SÖNMEZ
Türkiye’de siyaset ile yargı arasındaki etkileşim son dönemde iyice görünür hale geldi. Hukukun, iktidarın çıkarlarına göre esnetilip bükülmesi, yalnızca muhalefeti değil iktidarın kendi meşruiyetini de
tartışılır kılıyor.
Yüksek Seçim Kurulu (YSK) ve İl-İlçe Seçim Kurulları denetiminde yapılan CHP kongre ve Kurultaylarında yapılan seçimlere mahkemeler aracılığıyla müdahaleler 2017 Referandumunu da tartışmaya açtı.
Bilindiği gibi, 2017’de Türkiye’nin yönetim sistemini değiştiren referandumda YSK, kanunda açıkça
“mühürsüz oylar geçersizdir” yazmasına rağmen mühürsüz oyları geçerli kabul etti. Sandıkların
kapanmasına bir saat kala YSK’nın aldığı bu karar referandumun sonucunu doğrudan etkileyecek
ağırlıktaydı.
Muhalefet bu tutumu “yetki gaspı” ve “hukukun yok sayılması” olarak niteledi. Ancak iktidar YSK
kararlarının “kesin ve tartışılmaz” olduğunu ileri sürdü. Eleştiriler “yargıya ve millet iradesine
saygısızlık” olarak damgalandı.
Bu tavır, hukukun üstünlüğünden çok fiili durumun meşrulaştırılmasına yönelikti.
YENİ SÜRECİN AKİL İNSANLARI MECLİSTE – Ruhittin SÖNMEZ
YENİ SÜRECİN AKİL İNSANLARI MECLİSTE - Ruhittin SÖNMEZ
“Terörsüz Türkiye” adıyla başlatılan “PKK ile yeni müzakere süreci” için yetkililer başından beri
“pazarlık yok, al ver yok” “terör örgütü şartsız silah bırakacak” dedi.
TBMM’de yasal dayanağı olmayan, hukuka aykırı bir yöntemle Meclis’te bir komisyon kuruldu. Şu ana
kadarki çalışmalarından, bu komisyonun bir takım yasal ve anayasal düzenlemeler yapılması için
kamuoyunu hazırlamakla görevlendirildiği anlaşılmakta.
Komisyon en son TBMM eski başkanları ile bazı baro başkanlarını dinledi. Görülüyor ki davet edilen ve görüşleri kamuoyuna açıklanan bu kişilere ile süreçteki “akil insanlara” verilen rolün benzeri
verilmiş.
Komisyon’da dinlenen eski TBMM Başkanları komisyon fikrine ve “barış/terörsüz Türkiye” hedefine
destek; sürecin hızlanması ve somutlaşması çağrısı bakımından benzer görüşteler. Ancak Bülent Arınç,
Hikmet Çetin, Mustafa Şentop, Ömer İzgi ve Binali Yıldırım DEM/Öcalan çizgisine yakın görülebilecek
beyanlarda bulundular.
Bülent Arınç (AKP) “umut hakkı ile Öcalan affedilsin, genel af çıkarılsın” dedi. Arınç’ın bu çağrısı,
DEM’in Öcalan başta olmak üzere tüm tutuklular için af ve hak talebine çok yakın bir perspektif içeriyor.
Yani Öcalan/DEM/Bahçeli/MHP çizgisiyle kesişiyor.
Hikmet Çetin (CHP) “eyleme karışmayanlar için af, silahlı eylem yapanlar için af dışı çözümler/ üçüncü ülke formülü” önerdi. “Bence dağdaki belki de 15-20 kişiyi şu aşamada yurtdışına göndermek lazım” dedi. Bu “PKK terör örgütü üyesi olmak suç olmaktan çıkarılsın” demek. Zaten askerlerimizi ve vatandaşlarımızı öldüren kurşun ve bombaların hangi teröristin elinden çıktığını, uyuşturucu ticaretini
hangilerinin yaptığını belirlemek mümkün olamaz. Hikmet Çetin beni şaşırttı, hayal kırıklığı yarattı.
Mustafa Şentop (AKP) “belirli süreli ve takibe bağlı bir af” istedi.
Ömer İzgi (MHP kökenli) açık biçimde 66. maddenin değiştirilmesini önerdi; 1924 Anayasası’ndaki
etnisite/din vurgusuz vatandaşlık tarifine dönülmesini savundu. Bu, DEM’in uzun süredir savunduğu
“anayasal vatandaşlık” çizgisine en yakın çıkış oldu. İlginç olan, bu çıkışın bir MHP kökenliden gelmesi.
Binali Yıldırım (AKP) “vatandaşlık tanımı gözden geçirilmeli, ilk dört maddeyle çelişmeden eşitlik
temelli olmalı; ‘adem-i merkeziyetçi’ idari güçlendirme olur ama federe/ federal olmaz” diyerek
yerel güçlendirmeye kapı araladı. Herhâlde ilk etapta Anayasa’nın ilk 4 maddesinin tartışılmasının sürece zarar vereceğini düşünmüş olmalı. Ama “İdari yetki- kaynak artışı ve adem-i merkeziyet” diyerek, DEM/PKK talepleri olan özerklik ve federasyona karşı gibi dursa da bir ara kademeye kapı araladı.
GÜÇLÜ MUHALEFET VE BAĞIMSIZ MEDYA VARSA İKTİDAR ŞANSLIDIR – Ruhittin SÖNMEZ
GÜÇLÜ MUHALEFET VE BAĞIMSIZ MEDYA VARSA İKTİDAR ŞANSLIDIR - Ruhittin SÖNMEZ
Liderin, kendi iradesini rehin almaya çalışan güçlere karşı direnebilir olmaması, yönettiği ülkenin (veya partinin/ şirketin/ kurumun) rehin alınması demektir.
Rehin alınmaya karşı direnme gücü öncelikle doğrudan liderin karakteri ile alakalıdır. Yani lider zaafları, hataları, ihtiras ve korkuları sebebiyle, bir şekilde iradesini ve karar verme özgürlüğünü birilerinin rehin almasına izin verebilir.
Şimdi daha kritik soruya cevap arayalım: Bir lideri rehin olmaktan kurtaran şey, sadece kişisel karakteri midir, yoksa güçlü kurumlar ve herkese uygulanan kurallar mıdır?
Hiç kuşkusuz, kriz anında liderin kişisel duruşu ilk savunma hattıdır. Ahlaki zaafları olmayan, şantajdan korkmayan, kriz anında paniklemeyen lider daha dirençlidir. Ancak bir ülkenin lideri ne kadar güçlü olursa olsun, tek başına şantajlara ve baskılara karşı sürekli direnemez. Onu ayakta tutacak olan hem kişisel karakteri hem de kurumların kalkanıdır.
Çünkü her insanın zaafları vardır, herkeste suç işleme eğilimi olabilir. Ancak çoğu zaman cezalandırılabileceği korkusu veya toplumdan dışlanabileceği endişesi suç işleme düşüncesinden uzaklaştırır.
Bir lideri de hatalardan alıkoyan şey sadece onun vicdanı değildir. Vicdan bazen uyur, bazen çıkarların sesine yenilir. Liderler de insandır, hata yapabilir, günah işleyebilir, çıkarlarını ülkesinin önüne koyabilirler. Tarih ve bugünün siyaset sahnesi de bunun örnekleriyle dolu. O yüzden, “Benim liderim asla hata yapmaz” romantizmi, demokrasiler için en büyük tehlikedir.
Liderin şahsi zaaflarının bedelini bütün bir toplum ödüyorsa, mesele sadece kişilik meselesi değildir. Asıl mesele, bu zaafları dizginleyecek denge ve denetim mekanizmalarının olup olmamasıdır.
Lider rehin alınırsa bütün ülke rehin alınır. Ama güçlü kurumlar ve özgür kamuoyu varsa, lider hata yap(a)maz ve rehin alınmaya direnebilir. Asıl beka meselesi budur: Kişilere değil, kurumlara güvenen bir düzen kurmak.
LİDER REHİN ALINIRSA…- Ruhittin SÖNMEZ
LİDER REHİN ALINIRSA…- Ruhittin SÖNMEZ
Son günlerde, eşimin “mutlaka seyretmen gereken bir dizi” tavsiyesi üzerine, Netflix’in 2025 yapımı
”Hostage” (REHİN) isimli politik gerilim dizisini izledim. İki önemli ülkenin kadın liderleri, İngiltere Başbakanı ve Fransa Cumhurbaşkanı karakterleri üzerinden, liderlerin rehin alınma riskine karşı nasıl direnç gösterebileceği inceleniyor.
Burada rehin alınmadan kastım karar alma özgürlüğünün baskı altına alınmasıdır.
Filmin hikayesi, İngiliz Başbakanı’nın kocasının kaçırılması ve Londra’ya resmi bir ziyarette bulunan
Fransız Cumhurbaşkanı’nın aynı ekip tarafından şantaj görmesiyle başlıyor. Siyasi liderlerin korkunç
seçimlerle karşı karşıya kaldığı bir durumu konu alıyor: Aileyi kurtarmak mı, ulusal istikrar mı, seçim
kazanmak mı, rezil olmak mı? Liderler her kararın ölümcül olabileceği tercihlere zorlanıyor.
İngiltere ve Fransa liderlerinin iradelerinin rehin alınmaya çalışıldığı dizide, asıl hedef İngiltere
Başbakanıdır. Başbakanı istifaya zorlamak için en yakınlarının hayatı üzerinden baskı kuruluyor.
Ayrıca ülke içinde kaos ve güvenlik endişesi yaratan olaylar tertipleniyor. İngiltere Başbakanına destek
verecek olan Fransa Cumhurbaşkanı da özel hayatı ile ilgili bir kasetle tehdit edilerek etkisizleştirilmeye çalışılıyor.
Bu baskı aslında doğrudan ülkenin kaderini de ilgilendirmektedir. Bu yüzden Başbakan kocasını
kaçıranların “istifa et” baskısına karşı direniyor. “Bu insanlar her şeyi yaparlar ama ben onlara boyun eğemem.” “Teröristlerle pazarlık yapmayacağım. Sadakatim bu ülkeye” diyor.