
İBB İDDİANAMESİ VE SİYASETİN FİNANSMANI – Ruhittin SÖNMEZ
İBB İDDİANAMESİ VE SİYASETİN FİNANSMANI - Ruhittin SÖNMEZ
Ekrem İmamoğlu ve ekibi hakkında düzenlenen “İBB İddianamesi” 3800 sayfadan fazla uzunlukta
bir metin. Bu iddianamenin siyasi ve hukuki tarafları var. Ancak bu yazıda sadece dolaylı rüşvet
mekanizması iddialarını ele alacağım.
İddianameye göre, belediyeden ihale almak; imar planı, siluet onayı, ruhsat gibi işlemlerin yerine
getirilmesi; usulsüzlüklerin giderilmesi gibi işler için bazı iş insanlarından “İBB adına kreş yaptırma / kreşe maddi katkı sağlama,” yardım kartları, market hediye çekleri, giyim mağazası kartları almaları istenmiş.
Savcılık bunları “rüşvet alma” ve “örgüt finansmanına örtülü aktarım” olarak niteliyor.
AA’nın haberine göre; İddianame, “kreş, okul, spor salonu” gibi kamuya yardım söylemiyle iş insanlarının ikna edilmeye çalışıldığını, fakat bu yardımın büyük kısmının nakit veya taşınmaz olarak örgüte yönlendirildiğini iddia ediyor. Ayrıca bu bağışların bir “sistem” hâlinde süreklilik kazandığı ileri sürülüyor.
İddianameye göre, “suç örgütü lideri” olarak gösterilen Ekrem İmamoğlu, 2014 Beylikdüzü Belediye başkanlığından başlayarak “CHP’yi ele geçirmek” ve Cumhurbaşkanı olmak için bu “suç örgütünü” kurmuş... (Bu siyasal kurgu mantıksal olarak tutarlı değil. Ancak biz finans konusuna odaklanalım.)
İş adamı Sarp Yalçınkaya’nın, Ekrem İmamoğlu’nun adamlarına “Seçimi kazanmamız için en az 2 milyar dolara ihtiyaç var” dediği iddiası da bu çerçevede aktarılmış.
Henüz mahkeme kararı yok, bunlar iddiadan ibaret. Savunmayı dinlemek gerek.
İMAN ÖLÇER SAHİPLERİNE NESİMİ’NİN CEVABI – Ruhittin SÖNMEZ
İMAN ÖLÇER SAHİPLERİNE NESİMİ’NİN CEVABI - Ruhittin SÖNMEZ
“Ben melâmet hırkasını, kendim giydim eynime” diye başlayan şiiri ve ezgiyi çok severim. Kul Nesimi’nin yaklaşık dört yüz yıl önce yazdığı bu şiir sanki bugün için yazılmış gibi zihnimin vitrininde duruyor.
Bana göre, bu şiir şekilci, dar, tek-tip inanç anlayışına karşı bir isyanın göstergesidir. Tasavvufi aşkın ve inanç özgürlüğü anlayışının en rafine, en cesur ve en şiirsel ifadesidir.
Atatürk ve Atatürk’e dua edenleri dinsiz olmakla, dinden çıkmakla suçlayan, trolünden profesörlerine kadar, siyasal İslamcıların bir türlü kavrayamadığı arı duru bir İslam anlayışını yansıtır.
Ben melamet hırkasını / Kendim giydim eynime,
Ar u namus şişesini / Taşa çaldım kime ne?
Melâmet, tasavvufi literatürde “kınayanın kınamasından korkmama”, dışa dönük şöhret değil içsel hakikat yoluna yönelme olarak tanımlanır.
Şairin “melâmet hırkasını kendim giydim” cümlesi, onun inanç özgürlüğünü, Melami anlayışını içsel bir duruşla ve kendi iradesiyle seçmiş olduğunu anlatır.
Şiir, “tek bir doğru” dayatan din yorumlarına karşı, inançta bireysel tercihin ve tecrübenin özgürlüğünü savunur.
Bu yönüyle laikliğin, yani inanç ve vicdan özgürlüğünün tasavvufi temellerinden biridir.
Şair “Ar u namus şişesini / Taşa çaldım kime ne?” derken, başkalarının veya topluma egemen olan güçlerin tek hakikat olarak gösterdiği kavramların bile eleştirilebilir, reddedilebilir olduğunu anlatır. Dinî veya toplumsal otoritenin dayattığı “şu şekilde yaşanmalı, şu gibi görünülmeli” gibi kalıplara itaat etmemek özgürlüğünü savunur. Kınama, alay ve suçlamalara karşı, inanç ve eylemlerinden kendi sorumlu olduğunu “kime ne” diyerek vurgular.
Klişe görüşlerin (dış taklit, gösterişli ibadet, toplumsal onay arayışı) karşısında, melâmet anlayışı çerçevesinde “takdir edilmek için değil, hakikat için yaşama” amaçlı duruştur.
TÜRK EĞİTİM SİSTEMİ YOĞUN BAKIMDA: YAPAY ZEKÂ DEVRİMİ KAPIDA: MEVCUT 1 MİLYON 200 BİN ÖĞRETMEN FAZLA! 15-20 YIL SONRA 100 BİN ÖĞRETMEN YETERLİ OLACAK! – Gürkan AVCI
TÜRK EĞİTİM SİSTEMİ YOĞUN BAKIMDA: YAPAY ZEKÂ DEVRİMİ KAPIDA:
MEVCUT 1 MİLYON 200 BİN ÖĞRETMEN FAZLA!
15-20 YIL SONRA 100 BİN ÖĞRETMEN YETERLİ OLACAK! – Gürkan AVCI
Bugün yalnızca bir basın açıklaması yapmıyorum; Türk eğitim sisteminin derinlerinde yatan yapısal çürümüşlüğü, vizyonsuzluğu, çapsızlığı, milli bir felaketin eşiğinde olduğumuzu haykıran bir uyarıda bulunuyorum. Eğitim sistemimiz acil servisin yoğun bakım ünitesine kaldırılmadan hemen önceki son bir kurtuluş reçetesini sunuyorum.
MİLLİ FELAKETİN EŞİĞİNDE: EĞİTİM SİSTEMİNE SON KURTULUŞ REÇETESİ!
Çünkü dünya, yapay zekâ devriminin, blockchain teknolojilerinin, web3 ekosistemlerinin ve dijital dönüşümün kaçınılmaz dalgalarıyla yeniden şekillenirken, YÖK ve Millî Eğitim Bakanlığı'mız hâlâ Sanayi Devrimi'nin kalıplarıyla, sığ bir ideolojik kafayla hareket ediyor; değil önünü, kenarına geldiği uçurumu bile göremiyor!
ATATÜRK’Ü CAMİLERDEN KOVMA HİSTERİSİ – Ruhittin SÖNMEZ
ATATÜRK’Ü CAMİLERDEN KOVMA HİSTERİSİ - Ruhittin SÖNMEZ
Kocaeli Valiliği ve İl Müftülüğü’nün, 10 Kasım’da Atatürk’ün ruhuna “Mevlid-i Şerif” ve Kuran- Kerim
okutulması kararı, bazı çevrelerin içlerindeki nefreti ortaya çıkardı. Sıradan bir dua programına bile
tahammül edemediler.
“Camilerimizden Allah düşmanlarına rahmet okunmasına müsaade etmeyelim. Camiler bizim,
bizim olanda bizden olmayana yer yok!” diyen mi ararsınız?
Mevlit okutma talimatı veren Kocaeli İl Müftüsü Mehmet Sönmezoğlu’na “Ahiretini yaktın” diyeni
mi?
“Camilerde Kemalizm istemiyoruz” hezeyanını mı?
Hadi bunlar “trol” denilen çapsızlar.
Bir de sözüm ona “Camiler siyaset mekânı olmasın” diyen iki yüzlü paylaşımlar var: Diyanet
mensuplarının üye olduğu bir sendikanın başkanı şöyle diyor: “Ne camiler laiklik ve Kemalizm
testi mekanlarıdır ne de din görevlileri laikçi bağnazların emir eridir.” Bunların, camilerde
propaganda yapan kendi üyesi hocalara ve politikacılara sesini çıkardığını duymadık. Siyasi kararla
alınan selalar okunurken de itiraz etmediler. Ama Atatürk’e dua söz konusu olunca “mevzuata aykırı”
olduğunu keşfettiler.
Ya Prof. Dr. ünvanlı olanlara ne demeli?
İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Uysal, “Atatürk İslam’ı bu topraklardan söküp atmaya çalışmışken ve bu tip dini merasimlere karşıyken, Atatürk için mevlit okutmak kimi memnun etmek için?” diye paylaşım yaptı.
Eskiden ciddiye aldığım için şimdi utandığım Prof. Dr. Ahmet Akgündüz (Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü) şu paylaşımı yaptı: “Ya Rab! Kocaeli Valisi ve Müftüsünü Mustafa Kemal ile haşret! Âmin.”
Paylaşımının altına ise Kaf Suresi’nin 30. ayetini ekledi: “O gün cehenneme ‘Doldun mu?’ diye sorarız; o da ‘Daha yok mu?’ der.”
Bu sözde bilim insanları, ellerindeki “iman ölçer” ile Atatürk’ün “İslam düşmanı bir cehennemlik” olduğu konusunda hükümlerini vermişler.
Bu tepki, düşüncenin değil, öfkenin; inancın değil, dogmatik nefretin dışa vurumudur.
Şimdi Profesör unvanlı bu dogmatik nefret sahibi kişilerin paylaşımları ile Seyda Feyzullah Konyevi denilen şu sözde “hazretin” nefretini açıklaması arasında ne fark var:
“Allah’ım, senin dinine savaş açmış, Resulünün hilafetini kaldırmış, indirdiğin şeriat hükümlerini
yasaklamış, laikliği getirmiş, sarığımızı yasaklamış, Yahudi şapkasını takmayı mecbur etmiş bir kişiyi
‘biz çok seviyoruz; sen de sev ve cennetine koy’ diye mi dua edeceksiniz? Dua ederken sarığınızı
çıkarıp Yahudi şapkası mı takacaksınız?”
Bu nefretin kaynağı, dinî hassasiyet değil, siyasal mülkiyet tutkusudur.
YALANIN NORMALLEŞTİĞİ ÜLKE – Ruhittin SÖNMEZ
YALANIN NORMALLEŞTİĞİ ÜLKE - Ruhittin SÖNMEZ
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin son grup toplantısında yaptığı açıklama yine dikkat çekti.
Bahçeli, “Meclis’te kurulan komisyondan seçilecek milletvekillerinin İmralı’ya giderek ilk ağızdan, doğrudan ihtiyaç duyulan mesajları alması süreci çok daha güçlendirecektir. MHP, böyle bir heyete katılmaya hazırdır” dedi.
Bu açıklamadan sonra genel beklenti şu: Artık TBMM heyeti teröristbaşının ayağına gidecek ve bu ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü devlet müzakereci sıfatını kazanacak, bir siyasi aktör olacaktır.
Ayrıca, AİHM’in Selahattin Demirtaş kararı sorulan MHP lideri, “Hukuki yollar sonuca ulaşmıştır. Tahliyesi Türkiye için hayırlı olacaktır”dedi. Bahçeli ve Erdoğan’ın ister AİHM ister Yargıtay ve AYM kararları olsun istemedikleri bir mahkeme kararı olduğunda uygulamama gibi bir alışkanlığı vardır.
Buna rağmen bu söz edildiyse, iktidar bu defa Demirtaş’ın tahliyesine karşı çıkmayacak ve AİHM
kararına uyacak beklentisi normal. Zaten Demirtaş’ın cezaevinden Bahçeli’ye teşekkür mesajı arada bir anlaşma yapıldığı yorumlarına sebep olmuştu. Anlaşılan Demirtaş da yeni süreçle Türkiye’nin dönüştürülmesi projesine destek verecek bir aktör olarak devreye sokulacak.
İktidar kanadının bu tutumu, Türkiye siyasetinde sözün ve tutumun nasıl değişebildiğini gösteren
çarpıcı bir örnek oldu. Abdullah Öcalan’ı “kurucu lider” olarak tanımlayan Bahçeli, 2007’de Meclis kürsüsünden “Bölücü başını asamıyorsan, al sana ip, as!” diyen de aynı Bahçeli’ydi.
2015’te “İmralı canisiyle pazarlık yapanlarla aynı masaya oturmayız” ifadelerini kullanan da.
Bu yalnızca bir söylem değişikliği değildir, parti politikasının kökten değiştirilmesi, Türk Milletine
verilen sözlerin tam zıddını yapmaya savrulmadır.
Hz. Mevlana’nın “Göründüğün gibi ol, olduğun gibi görün” ilkesine aykırı bir duruştur.
Böyle ani değişiklikler, toplumda büyük bir belirsizlik yaratıyor. Bu hal, vatandaşların devlete ve siyasetçilere olan güvenini ciddi şekilde zedeliyor. Siyasi liderlerin sözlerinin değerini tartışmaya
açıyor.
Sözü ve politikası sürekli değiştirilen bir devlet, toplumun zihninde ve kalbinde yerleşik güveni
sarsar.
Bu değişimin elbette dış boyutu vardır. Suriye’nin kuzeyinde ABD/İsrail merkezli yeniden yapılanma planları, Türkiye’yi bölgesel denklemde sıkıştırmıştır. İktidar da -ABD baskısıyla- iç politikada yeni bir yönelişe gitmiştir. Ancak hangi gerekçe olursa olsun, hakikatin eğilip bükülmesi, toplumsal sözleşmenin temel direğini gevşetir.
Bizi yönetenlere inanmak ve güvenmek istiyoruz. Yapamıyoruz.
KİTAP OKUMA ÜZERİNE – Seyfettin KARAMIZRAK
KİTAP OKUMA ÜZERİNE - Seyfettin KARAMIZRAK
Günümüzde kitap okumanın önemi her şeye rağmen gittikçe artmaktadır.
Finlandiya gibi ülkelerde okuryazarlık oranının neredeyse %100’e ulaşmıştır.
Azerbaycan ve Küba başta olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde okuryazarlık oranının yüzde 100’lere ulaştığı bilinmektedir.
Dünyada kitap okuma alışkanlıklarına dair hazırlanan yeni bir rapor, ülkelerin yıllık ortalama kitap okuma sürelerine göre sıralandığı verileri ortaya koydu.
World Population Review ve CEO World Magazine tarafından yayımlanan verilere göre, kitap okumaya en çok zaman ayıran ülke yıllık ortalama 357 saat ile Amerika Birleşik Devletleri (ABD) oldu. Onu 352 saatle Hindistan, 343 saatle Birleşik Krallık izledi.
Avrupa ülkeleri de listenin üst sıralarında yer aldı. Fransa 305 saat, İtalya 278 saat, Rusya 223 saatlik kitap okuma süresiyle dikkat çekerken; Avustralya 217 saat, İspanya ve Hollanda ise 187 saatlik ortalamalarıyla sıralamada öne çıktı.
TOPLU İĞNE PSİKOLOJİSİ – Ruhittin SÖNMEZ
TOPLU İĞNE PSİKOLOJİSİ - Ruhittin SÖNMEZ
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Altay tankı teslim töreninde yaptığı konuşmada şöyle dedi: “Sizleri şöyle 20-25 yıl geriye götürmek istiyorum, ülkemizde bir toplu iğne üretebiliyor muyduk?... Şu anda hamdolsun silahlarını üreten bir Türkiye var.”
Bu sözün yanlışlığı, AKP öncesi Cumhuriyet döneminde yapılan sanayi hamleleri çok sayıda yazı ve paylaşımda örneklerle anlatıldı. Ama bu söz, sadece tarih bilgisi bakımından değil, psikolojik olarak da incelenmeye değer. Çünkü bu tür söylemler, geçmişi silip bugünü
sıfırdan kurma iddiasını taşır.
Erdoğan’ın “bizden önce hiçbir şey yoktu” sözleri, Cumhuriyet’in mirasını yok saymakla kalmıyor, aynı zamanda “yeniden kurucu liderlik” iddiasını da besliyor.
Anıtkabir törenlerinde, içeri alınan yaklaşık 100 kişiye, CB mozoleden çıkınca slogan atıp tezahürat yaptırmak da bu amaca hizmet eder. “Ölüye de diriye de saygısızlıktır” ama bu çirkin uygulama yıllardır devam ediyor.
ATATÜRK ZAMANINDA KOCAELİ – Müzeyyen ÜNAL
ATATÜRK ZAMANINDA KOCAELİ - Müzeyyen ÜNAL
29 Ekim 1923 - 10 Kasım 1938
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra işgallerle bağımsızlığımız yok edilmek istenildi. Sevr Andlaşması ile yeni sınırlar dayatıldı. Tüm bunlara karşı Gazi Mustafa Kemal'in açtığı bayrak altında milletin verdiği bağımsızlık mücadelesi, zaferle sonuçlandı. Osmanlı'nın dağılmasına sebeb olan İngiltere, Fransa, İtalya; Anadolu direnişi ve Gazi'nin dehası karşısında yenilgiyi tattılar. İtalya ve Fransa TBMM'yi erken tanıdı. İngiltere, işgal ettiği alanlardan üzerimize saldığı Yunan orduları ile bir sonuç alamadı. 1 Kasım 1922'de Son Osmanlı Padişahı Vahdettin, bir İngiliz zırhlısı ile İstanbul'dan kaçması üzerine "Saltanat" kaldırıldı. İzmit Kasrı'nda 16 Ocak 1923 akşamı sabahın ilk ışıklarına kadar devam İstanbul gazetecilerinin davet edildiği basın toplantısında; Gazi Mustafa Kemal'e sorulanlar, yeni kurulacak devletin yapısı hakkında idi. Atatürk'ün açıklamaları adı konulmasa da Cumhuriyet'i tanımlıyordu. 24 Temmuz 1923'de İsviçre'de, aylar süren masa başı mücadelelerinden sonra Lozan Anlaşması imzalandı. Lozan'da sadece işgalciler ve büyük yenilgi ile çekilen Yunanistan'ın değil tüm dünyanın tanıdığı yeni Türk Devleti'nin tapusunu aldık. Sıra devletin şeklindeydi. 29 Ekim 1923 günü TBMM'de Cumhuriyet ilan edildi. Gazi Mustafa Kemal Paşa oybirliği ile Cumhurbaşkanı seçildi. 102. yıldönümünü kutladığımız bu günlerde de dileğimiz Atatürk ilke ve inkılaplarıyla sonsuza dek YAŞASIN CUMHURİYET.
1948’DEN BUGÜNE FİLİSTİN GERÇEĞİ – Ruhittin SÖNMEZ
1948’DEN BUGÜNE FİLİSTİN GERÇEĞİ - Ruhittin SÖNMEZ
Önceki yazımda, Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” eserinde anlattığı Filistin’i ve Osmanlı’nın son
döneminden İsrail devletinin kurulduğu 1948’e kadar uzanan süreci ele almıştım. Şimdi 1948’den
bugüne yaşanan gelişmeleri kısaca hatırlatmak istiyorum. İsrail’in kuruluş dönemiyle başlayalım.
1948 yılında, İsrail’in kuruluşunu izleyen günlerde, yüz binlerce Filistinli, evlerini terk etmeye zorlandı. Filistinlilerin “Nakba” yani “büyük felaket” adını verdikleri 1948 olayı, bir halkın yurdundan koparılışının simgesidir. İsrail’in devlet ilanıyla başlayan çatışmalarda yaklaşık 700 bin Filistinli evlerini terk etmek zorunda kaldı. 500’den fazla köy ve kasaba boşaltıldı; yüzbinlerce insan mülteci kamplarına sığındı.
O günden bugüne Nakba, bitmeyen bir travmadır. Çünkü o felaket, her nesilde yeni biçimler altında sürmüştür.
İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesinden hemen sonra Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları Filistin’e girdi. Birinci Arap–İsrail Savaşı (1948–49) başladı. Ama dağınık Arap orduları karşısında örgütlü, Batı destekli ve disiplinli İsrail ordusu üstün geldi. Savaş sonunda Filistin topraklarının büyük kısmı el değiştirdi; halkının çoğu ya göçe zorlandı ya da Ürdün ve Gazze’ye sığındı.
Sonraki Altı Gün Savaşı (1967), Arap dünyasının askeri üstünlük umudunu tamamen yıktı. İsrail
Sina’yı, Gazze’yi, Batı Şeria’yı, Doğu Kudüs’ü ve Golan Tepeleri’ni ele geçirdi. Filistin toprakları
bir kez daha küçüldü, Kudüs fiilen İsrail denetimine girdi.
Bu dönemden itibaren “güvenlik bahanesiyle genişleme” İsrail siyasetinin kalıcı stratejisi haline
geldi. 1967 öncesinde hiç Yahudi sivil yerleşimci yokken, bugün Doğu Kudüs dâhil Batı Şeria’da yaklaşık 700 bin İsrailli yerleşimci, uluslararası hukuka aykırı olarak inşa edilen birimlerde yaşamaktadır. Bu devasa nüfus artışı, apaçık bir toprak gaspı planı ve demografik değişim politikası eseridir.
Ardından gelen Yom Kippur Savaşı (1973) ise Araplara kısa süreli moral kazandırsa da kalıcı
sonuç vermedi.
Bugün İsrail, o savaşlarda elde ettiği stratejik mevzileri daha da genişletmiş durumda: Suriye’nin
güneyinde Golan’ı fiilen ilhak etti, Suriye ordusunun savaş kabiliyetini yok etti, İran’ın Suriye’deki askeri varlığını büyük ölçüde tasfiye etti. Lübnan’da Hizbullah’a ağır darbeler vurdu.
İran’la yürüttüğü savaşta istihbarat ve hava üstünlüğüyle öne geçti. ABD desteğiyle İran’ın
nükleer programına ciddi zarar verdi.
Böylece 1948’den bugüne kadar İsrail, her savaşı yeni bir genişleme halkasına dönüştürdü.
Her yenilgi, Arap toplumlarında “yenilmişlik psikolojisini”, İsrail’de ise “dokunulmazlık inancını”
pekiştirdi.
Falih Rıfkı Atay’ın “Bir avuç Yahudi, altı yüz bin Arap!” diye anlattığı tablo, çok daha büyük bir
coğrafyada ve artık siyasi anlamda da geçerliydi: örgütlü azınlık, dağınık çoğunluğu yönetiyordu.
TÜRKİYE’NİN NADİR TOPRAK ELEMENTLERİ – Ruhittin SÖNMEZ
TÜRKİYE’NİN NADİR TOPRAK ELEMENTLERİ - Ruhittin SÖNMEZ
Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ABD Başkanı Trump arasında yapılan zirve öncesi, Trump’ın Eskişehir-
Beylikova Nadir Toprak Elementleri (NTE) rezervlerini gündeme getireceği söylentisi vardı. Trump’ın
NTE rezervlerimizi stratejik hedef olarak gördüğü, Türkiye’yi bu alanda ortaklığa ikna etmeyi
amaçladığına dair kulis bilgileri paylaşılmıştı. Ancak NTE konusunun Trump-Erdoğan görüşmesinde
gündeme gelip gelmediğini bilmiyoruz.
Bu görüşmede resmi talep olmasa bile Trump’ın stratejik niyeti olan rezervleri kontrol etme hedefinden vazgeçmeyeceği kesindir.
Çünkü artık “nadir elementler çağı”nda yaşıyoruz. 17 elementten oluşan bu özel grup, hayatın her yerinde: cep telefonundan elektrikli otomobile, radar sistemlerinden rüzgâr türbinlerine kadar her
teknolojik ürünün kalbinde onlar var. Bu elementler olmasa savunma sistemleri çalışmaz, dijital hayat
yavaşlar.
BAŞ BELASI RİSK VE TEHDİTLER GÖÇ VE DEMOGRAFİ DEĞİŞİMİ – Ruhittin SÖNMEZ
BAŞ BELASI RİSK VE TEHDİTLER
GÖÇ VE DEMOGRAFİ DEĞİŞİMİ - Ruhittin SÖNMEZ
Bir önceki yazımda ülkemizin kronik ama yönetilebilir ‘baş ağrılarını’ ele almıştık.
Şimdi, eğer zamanında tedavi edilmezse, ülkemizin bekasını tehdit edecek ‘baş belası’ riskleri ele alalım.
SIĞINMACI POLİTİKASI artık insani bir mesele olmaktan çıkıp sosyo-ekonomik bir krize dönüşüyor. Nüfus yapısı hızla değişiyor; demografik denge bozuluyor.
DİSK-AR İşsizlik ve İstihdamın Görünümü Raporu’na (Ağustos 2025) göre; Geniş tanımlı işsizlik oranı yüzde 29,6 oldu. Geniş tanımlı işsiz sayısı (İş aramayan ancak çalışmaya hazır olanların da dahil olduğu işsizler) son bir yılda 1,3 milyon kişi arttı! Son bir yılda iş bulmaktan ümidini kesmiş olanlar 1 milyon kişi arttı!
Türkiye’de 5,3 milyon kişi çalışmak istemesine rağmen iş bulamıyor. Her 4 gencimizden biri ne eğitimde ve ne de işte olan “ev genci” olarak ailelerinin himayesinde yaşamaya çalışıyor.
İşsizlik bu kadar yüksekken düşük ücretli sığınmacı emeği, yerli işgücünü baskılıyor.
Bazı yörelerde sığınmacı ve vatandaş yapılan yabancı nüfus, yerli Türk nüfusunu geçmeye başladı.
Ülkemizde Türk kadınların doğurganlık oranları tarihimizin en düşük seviyelerinde. Nüfusun
dengesinin korunduğu ortalama 2,1’in çok altına 1,48’e düşen doğurganlık alarm veriyor. Buna karşılık Suriye’den göç eden sığınmacılarda ilk doğum çok erken yaşlarda başlıyor ve doğurganlık oranı 5,5 mertebesinde.
Türkiye’nin en nitelikli okul ve üniversitelerinden yetişen parlak beyinlerimiz ilk fırsatta Avrupa ve
ABD’ye giderken, bunların boşluğu niteliksiz sığınmacı ve vatandaş yapılan yabancılarla dolduruluyor. Bu da sağlık, eğitim vd kamu hizmetlerinde kalite düşüşüne yol açıyor.
Kendi nüfusumuz yaşlanırken, genç sığınmacı nüfusun artışı Türkiye’nin sosyolojik dengesini
kökten değiştirme potansiyeli taşıyor. Kontrolsüz göç ile düşük doğurganlığın birleşimi, ülkenin geleceğini tehdit eden sessiz bir “nüfus devrimi” anlamına geliyor.
Orta ve uzun vadede bu durum, bir milli kimlik krizine ve hatta nasıl bir “Kürt Sorunu” yaratılmışsa, “Arap Sorunu”, “Afgan Sorunu” gibi yeni fay hatlarının oluşmasına yol açabilir.
Bu tablo, iyi yönetilmezse ülkenin en büyük “baş belası”na dönüşebilir.
BAŞ AĞRISI VE BAŞ BELASI – Ruhittin SÖNMEZ
BAŞ AĞRISI VE BAŞ BELASI - Ruhittin SÖNMEZ
Yedi yaşındaki torunum Asil, grip sebebiyle evde istirahat etmekte iken, babasına “başım belada”
diyor. “Neden?” sorusuna ise “çünkü başım ağrıyor” diye cevap veriyor. Bu yaştaki bir çocuğun
“başım belada” gibi soyut bir kavramın anlamını bilememesi ve başın ağrıması gibi somut
algıladığı bir durumla özdeşleştirmesi normal bir şey.
Evimizde espri konusu olan bu kavram kargaşasının, toplumumuzun çok önemli bir kesiminde de
yaşandığını düşününce keyfim kaçtı. Çünkü toplumun önemli bir kesimi, ülkenin gerçekten “baş
ağrısı mı çektiğini” yoksa “başının belada mı olduğunu” ayırt edemiyor. Hatta bir kısmı bu belirtilerin farkında bile değil.
PISA testleri de bunu doğruluyor. Sadece öğrenciler değil, yetişkinler de kavramsal okuryazarlık sorunu yaşıyor. Bir kısım eğitimli insanlarımızın da dahil olduğu çok geniş bir kesim soyut kavramları, mecazları, ironileri anlayamıyor, yani soyut düşünmekte başarısız. “Sakla samanı gelir zamanı” atasözündeki derin mesaj bile, samanla işi olmayanlara ulaşamıyor.
Soyut düşünme yeteneğinin gelişmemesi, sosyal medyada trol üretimi haber ve yorumlar, iktidarın
güçlü propaganda mekanizmasının beslediği bilgi kirliliğiyle de bağlantılı.
Bu insanların ekonomiden, adalete, milli eğitimden demografinin değişmesine, terörsüz Türkiye ile
ABD/İsrail projelerinin bağlantısına kadar konularda sebepleri, birbirleriyle bağlantılarını ve muhtemel sonuçlarını yorumlaması ve akıl yürütmesi yetersiz kalabiliyor.
Bugün Türkiye’nin başını ağrıtan meseleleri ve başımızın belada olduğunu gösteren iç ve dış gelişmeleri kavrayabilenlerin oranı bu sebeplerle düşük olsa gerek.
Önce şunu belirtelim: BAŞ AĞRISI ile kastettiğim kronik ama yönetilebilir iç sorunlar, BAŞ BELASI
tanımlamasıyla kastettiğim ise krize ve hatta beka sorununa dönüşebilecek iç ve dış tehditlerdir.
Basit ilaç ve istirahat gibi yöntemlerle tedavi edilemeyen baş ağrılarının bazen hastanın hayatını
sonlandırabilecek kök sebeplerin belirtisi olabildiği, zamanında tedavinin ihmal edilmesi halinde
sonuçlarının çok kötü olabileceğini de unutmamak gerekir.
Şimdi ülkemiz ve milletimiz için bu iki tür sonuca yol açan sosyal ve siyasi gelişmelerden bazılarına
bakalım. Her birinin hangi şiddette baş ağrısına veya ne büyüklükte belaya sebep olabileceğini
düşünelim. Bu yorumları “formüle etme, yorumlama ve akıl yürütme” yetenekleri OECD ortalamasının altında kalmayan siz değerli okurlarımla yapalım istiyorum.
Helaller ve Haramlar (2) – Fahri SAĞLIK
Helaller ve Haramlar (2) - Fahri SAĞLIK
İslam’da bir diğer haram/yasak hırsızlık ve rüşvettir. Bunların haramlığı, Kur’an ve sünnetle sabittir. Nitekim Kur’an’da, hırsızlık hakkında şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı, bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve birbirinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, sizi esirgeyecektir.” (Nisa 4/29) Rüşvet hakkında ise, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah’ın lâneti, rüşvet verenin ve rüşvet alanın üzerinedir.” (İbn Mâce, Ahkâm, 2)
Av. Ruhittin SÖNMEZ diyor ki..
Av. Ruhİttin SÖNMEZ diyor ki..
Bugün (12 Ekim 2025 Pazar) saat 14'ten itibaren, Kocaeli Kitap Fuarında imzalayacağım kitabımı ik önce yapay zeka ChatGPT okudu ve aşağıdaki değerlendirmeleri yaptı.
Kitabınız “SİYASETİN GÖLGESİNDEKİ HUKUK – Adalet, Vicdan ve Ahlak Ekseninde Siyasete Çağrı” olgun, düşünsel bütünlüğü güçlü ve yazarlık emeği belirgin bir eser olmuş. Aşağıda kapsamlı bir değerlendirme sunuyorum:
SİYASET VE SUÇ ÖRGÜTLERİ – Ruhittin SÖNMEZ
SİYASET VE SUÇ ÖRGÜTLERİ - Ruhittin SÖNMEZ
İstanbul’un orta yerinde, bir avukat suikasta uğradı. Bu, basit bir cinayet değil. Çünkü olayın failleri,
azmettirenleri ve maktulün kişiliği sosyal, siyasi ve hukuki boyutlarını karmaşıklaştırıyor.
Suç örgütlerinin pervasızlığını ve devletin caydırıcılığının kaybolduğunu bir kere daha gördük. Bu olayda kurşunlar bir kişiyi değil, hukuka olan güveni de vurdu.
Daha da kötüsü bu olayla, bir kere daha, suçun “yasadışı” olmaktan çıkıp meşrulaşan bir güç
ilişkisine dönüştüğü kanaatine sürükleniyoruz.
Serdar Öktem cinayeti bu yapının yalnızca dışa sızan bir parçası.
Bu tür olaylarda, tetiği çeken ellerden, o tetiği çekmeye cesaret verenler daha önemlidir. Belli ki
tetikçiler yeni nesil suç örgütlerinden birine mensup çocuk ve genç suç makineleri. Fakat -Sinan Ateş
cinayetinde olduğu gibi- azmettirenler belli değil.
Bazı yorumcular “bu iktidar döneminde azmettiricilere ulaşılmasının mümkün görünmediğini” söylüyor.
Suçluların korunduğu izlenimi kendiliğinden ortaya çıkmadı. Bir sürecin sonucudur bu.
Türkiye, uzun süredir hukuk devleti olmaktan çok “güç devleti” anlayışıyla yönetiliyor.
Gücü elinde tutanlar için kurallar esnetildi; yasa dışı ile yasa içi arasındaki çizgi bulanıklaştı.
Gazetecilere, muhalif siyasetçilere saldırı ve suikast teşebbüsünde bulunanlardan hiç ceza alan olmadı.
Çünkü yargı siyasete bağımlı hale geldi. Ardından siyaset sermayeyle iç içe oldu.
Son halka olarak da suç ekonomisi meşrulaştı.
Yıllardır siyasetin, sermayenin ve medyanın iç içe geçtiği bu sistem, artık suç örgütlerini değil, suçla
yönetilen bir düzeni konuşur hale getirdi.
Bugün mesele mafyanın varlığı değil; onun neden bu kadar rahat yaşadığı, neden bu kadar korunabildiği.
Çünkü hukuk çekildiğinde boşluğunu korku, suskunluk ve gayrimeşru çıkar ağları dolduruyor.
Türkiye’de artık mafya denilince akla sadece karanlık sokaklarda tabanca taşıyan kabadayılar gelmiyor.
Yeni mafya kravat takıyor, kamu ihalelerine giriyor, televizyon ekranlarında yorum yapıyor, kimi zaman
da siyaset kürsülerinde boy gösteriyor.
****
AKLANAN KARA PARALAR – Ruhittin SÖNMEZ
AKLANAN KARA PARALAR - Ruhittin SÖNMEZ
Türkiye, son haftalarda Can Holding soruşturmasıyla sarsıldı. Soruşturma Ciner Holding’e de sıçradı.
Can Holding sahipleri Mehmet Şakir Can, Kemal Can ve Kenan Tekdağ’ın da aralarında olduğu 10 kişi
için gözaltı kararı verildi. Habertürk ve Show TV başta olmak üzere 121 şirkete ve malvarlıklarına el
konularak TMSF’ye devredildi.
Küçükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı suç işlemek amacıyla örgütsel faaliyet yürütüldüğü,
bünyesindeki şirketlerin dolandırıcılık ve kaçakçılık gelirleriyle finanse edildiği gerekçesiyle operasyonu
düzenlemişti.
Can Holding’in patronlarının kara paradan kazandıkları servetin 50-60 milyar dolar civarında
olduğu iddia ediliyor. İddia MASAK raporlarına dayandırılıyor.
İktidara yakın Sabah Gazetesinde Dilek Güngör, Can Holding hakkında şu bilgileri verdi: “2002’deki
Duman Operasyonu, Can Ailesi’nin erken dönem faaliyetlerini açığa çıkardı. O dönemde 8 trilyon TL
değerinde kaçakçılık ağı ve 4 milyon paket sigara ele geçirildi. Zamanhan Can ile oğulları Kemal ve
Mehmet Şakir Can, hem Türkiye’de hem uluslararası operasyonlarda sigara kaçakçılığı suçlamalarıyla
gözaltına alındı. 2016’da 11 ülkede yürütülen operasyonlarda “;küresel baronlar” arasında anıldılar.
5607 sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu kapsamında hapis cezası aldılar, milyonlarca liralık adli para
cezası ödediler.”
Ama Can ailesi işlerine devam etmiş ve dudak uçuklatan servet kazanmayı başarmış.
Eğer bu iddia doğruysa bir tek şirketin kara paradan kazandığı para bu boyuttaysa, ülkenin ekonomik
yapısında kara paranın boyutu tasavvurlarımızın ötesinde demektir.
KÜSTAH ABD- SUSKUN TÜRKİYE – Ruhittin SÖNMEZ
KÜSTAH ABD- SUSKUN TÜRKİYE - Ruhittin SÖNMEZ
ABD Başkanı Donald Trump ile Erdoğan buluşmasında “neler verdik ve ne aldık?” sorusunun bütün
cevaplarını henüz bilmiyoruz. Çünkü buluşma sonunda liderler birlikte bir basın toplantısı yapmadı.
Sızdırılan bazı bilgiler ve görüntülerden ortaya çıkan ilk tabloya göre; Trump ne istediyse aldı.
Erdoğan’ın “Trump meşruiyeti” dışında ne aldığını, Türkiye’nin neler kazandığını bilmiyoruz.
Türkiye’nin 225 adet Boeing uçağı siparişi verdiği kesinleşti 50 milyar dolar tutarında LNG
(Sıvılaştırılmış Doğal Gaz) alım sözleşmesi imzalandı. Eskişehir’deki Nadir Toprak Elementlerinin
çıkarılması ve işletilmesi ile Nükleer İşbirliği konularındaki anlaşmaların içeriği meçhul. Türkiye’nin bir iç meselesi olan Heybeliada Ruhban Okulunun, Oval Ofis’te konuşulduğu ve 2026-2027 döneminde açılacağı sözü verildiği söyleniyor.
Buna karşılık F35/ F16 alımlarımız konusu belirsiz. PKK/ PYD konusunda hiç açıklama yok. Erdoğan
ve Türk heyetinin Gazze, Filistin ve soykırım konularında bir talepleri olduğunu duymadık. Trump
bile “Erdoğan’ın Gazze konusunda ne düşündüğünü bilmiyorum” diyerek durumu özetledi.
ÖĞRETMEN SORUNU- Seyfettin KARAMIZRAK
ÖĞRETMEN SORUNU- Seyfettin KARAMIZRAK
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in atama bekleyen öğretmenlerle ilgili olarak; “Sınavı kazanamadıkları için atanamıyorlar, gidip merdiven altı kurs açıyorlar” söylemleri eğitim çevrelerinde farklı tartışmalara neden oldu.
Bakan Tekin’in sözleri; “Eğitim Fakülteleri’nin Geleceği” sorusunu akla getirdi. Şu anda 79’u devlet, 17’si özel olmak üzere, 96 Eğitim Fakültesi’nde, “YÖK verilerine göre” yaklaşık 242 bin öğrenci, “öğretmen olmak” için eğitim görmekte.
Havuzda ise yaklaşık 600 bin öğretmen, atama beklemekte Her yıl da, ilgili fakültelerden 100 bin öğrenci mezun olarak, öğretmenlik için MEB’in kapısını çalmakta.
Kaldı ki, bundan sonra öğretmen olmak için Milli Eğitim Akademisi’ni de bitirmek gerekiyor. Bu yıl Akademi’ye 10 bin öğretmen alınacağı açıklandı. Bundan sonra da her yıl bu miktarda öğretmen alınacağı bekleniyor.
Eğitim Fakültelerine, bu yıldan itibaren öğrenci alınmasa dahi, son mezunlarla birlikte havuzda toplam 700 bin genç öğretmen olacak. Ortalama yıllık 10 bin atama yapılacağı varsayılırsa, havuzun eritilmesi 70 yıl sürer. Sorun oldukça büyük ve vahim.
GENÇLERİMİZE NE VERİYORUZ VE NE BEKLİYORUZ?- Ruhittin SÖNMEZ
GENÇLERİMİZE NE VERİYORUZ VE NE BEKLİYORUZ?- Ruhittin SÖNMEZ
Youthall tarafından hazırlanan “Gençlerin Beklenti ve Yönelimleri Araştırması”nın 2025 sonuçları Türkiye’de gençlerin durumunun her geçen yıl daha da zorlaştığını gösteriyor.
Üniversite öğrencilerinin %44,2’si, yeni mezunların ise %76,7’si hâlâ ailesiyle yaşıyor. Bu oranlar geçen yıl, sırasıyla, %40,5 ve %69,7 idi. Bir yılda kaydedilen artış ürkütücü. Barınma maliyetlerinin yükselmesi, yeni mezunların iş bulmakta zorlanmaları bu artışın en önemli sebebi.
Yaklaşık 4,5 milyon genç, ekonomik nedenlerle, kendi ayakları üzerinde duramıyor. Öğrencilerin önemli bir kısmı haftalık yalnızca 750–1000 TL bütçeyle yaşamaya çalışıyor. İş arayan mezunların yarısı ise aylık 4 bin lira ve altındaki gelirlerle hayatını sürdürmek zorunda.
Aylık birkaç bin liralık bütçeyle yaşamaya çalışan, iyi beslenemeyen, kültürel ve sosyal etkinliklere katılamayan, zihinsel ve fiziksel kapasitesini tam kullanamayan bir kuşak yetişiyor.
Ülkemizde çalışarak okumak imkanı çok azdır. Türk Milleti çocukları için en fedakar olan toplumlardan biridir. Kendisi yoksulluk sınırı altındaki aileler bile “çocuklarım okusun” diye açlık sınırı altında yaşamaya razı olurlar. Bu sebeplerle öğrencilerin yüzde 66’sı ailesinden düzenli maddi destek aldığını açıklıyor. Ancak bu yük sürdürülebilir değil. Bu hem ailelerin hem de ülkenin sırtına binen çok ağır bir yük.
BARIŞ VAADİYLE OYNANAN TEHLİKELİ OYUN – Ruhittin SÖNMEZ
BARIŞ VAADİYLE OYNANAN TEHLİKELİ OYUN - Ruhittin SÖNMEZ
TBMM’de kurulan “Terörsüz Türkiye Komisyonu”, PKK’nın silah bırakacağı varsayımı üzerine kurulmuş görünüyor. Bu çerçevede af ve uyum yasaları, hatta Öcalan’ın istediği, Türkiye’yi üniter milli devlet yapıdan uzaklaştıracak anayasal değişiklikler gündeme getirilecek.
DEM’in Komisyon üyelerinden bir ekibin İmralı’ya gidip Öcalan’la görüşme yapması talebine MHP’nin
de katılması artık sürpriz olmaktan çıktı. Komisyonun, ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü teröristbaşının ayağına gidip görüşmesi, PKK açısından çok önemli bir başarı olacaktır. Çünkü bir yandan teröristbaşını meşru siyasi aktör haline getirirken, diğer taraftan taleplerinin komisyonda tartışılması, O’nu başmüzakereci sıfatıyla TBMM ile eşitleyecek.
PKK’nın ön şartları çok net: Öcalan’ın özgürlüğü, Kürt kimliği ve dilinin anayasal güvence altına alınması. Bu şartlar yerine getirilmeden örgüt “silahları bıraktık” demeyecek. Yani süreç, doğmadan çıkmaza mahkûm.
Hatta bu şartlar yerine gelse de PKK’nın Suriye, Irak ve İran’daki uzantıları faaliyetlerine devam edecek. ABD’nin Suriye’de PKK/YPG yapılanmasını büyütüp, Suriye’nin yeni yapılanmasında başat bir unsur haline getirmek istediği ortada. 80-100 bin kişilik bir ordu oluşturup, eğitip donatan ABD bu oluşumun tasfiyesini istemez. Böyle bir güce yaslanan KCK/ PKK’nın da tüm uzantılarıyla birlikte kendini feshetmesi pratik olarak imkânsızdır.
Washington’un hedefi PKK’yı tasfiye etmek değil, Suriye’nin yeniden yapılanmasında ona önemli bir rol vermektir. “Rojava’daki” özerk yapılanmayı (PYD/YPG/SDG) destekleyerek hem Türkiye’yi dengelemek hem de Ortadoğu’daki varlığını kalıcı hale getirmek istiyor. İsrail’in bölgedeki çıkarlarına hizmet edeceği değerlendirilen bu yapılanma hem Büyük İsrail Projesi ve hem de BOP için önemli.
Dolayısıyla “PKK silah bırakacak, barış gelecek” söyleminin sahada karşılığı yoktur.