Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım…

23Ağu/162

PROF.DR. ALİ OSMAN ÖZCAN AŞKI BIRAKIP GİTTİ – Aysel FERAH ÖZCAN

20081215141538Prof.Dr. Ali Osman Özcan yeni çıkan kitabıını imzalayıp Ahsen Okyar'a takdim ederken... “2007 Başlarında Türkiye” Eminönü Halk Eğitim Merkezi - 24 Şubat 2007

PROF.DR. ALİ OSMAN ÖZCAN AŞKI BIRAKIP GİTTİ - Aysel FERAH ÖZCAN

Doğruluğu, çalışkanlığı, üretkenliği, ilkeli olmayı, vatanı, milleti, bayrağı ve bilim için yaşamayı ülkü edinen eşim, sevdiceğim, aşkım, göz bebeğim, tutkum, arkadaşım, dostum, hocam Prof.Dr. Ali Osman ÖZCAN yaşama aşkla bağlı olan nadir şahsiyetlerdendi. Ali Osman Özcan demek, mücadele demektir. Doğumuyla başlayan mücadelesi, zorluklarla dolu hayatı demir gibi sağlam iradeli bir şahsiyetin teşekkülünde büyük rol oynamıştır. Daha o annesinin karnındayken anne ve babası ayrılırlar. Doğumundan itibaren yokluğun, acının, ayrılıkların hüküm sürdüğü bir ortamda ecesinin (Babaanne) kendisine bir buçuk yaşındayken kol kanat germesiyle ölümle yaşam arasındaki o ince çizgiyi tadarak geleceğe odaklanır.

Çalışmanın ne demek olduğunu dört-beş yaşlarındayken önüne katılan on kuzusunu Zonguldak’ın dik yamaçlarında güderken öğrenir. “Akıllı bir çocuk olmasaydım kurda tilkiye yem olurdum” diyen Ali Osman Özcan, uçsuz bucaksız, ıssız ormanlarda aklını en ince noktalarına kadar kullanarak hayatta kalmanın ilk sınavlarını vermiştir. Kişiliğinin şekillenmesinde çocukluk döneminde karşılaştığı çetin koşullar büyük bir rol oynamıştır: Ekmeğini taştan çıkaran, büyükle büyük küçükle küçük olabilen, her şeyi kendi başına öğrenmeyi öğrenen, hayatta yalnızlığa ve korkusuzluğa göğüs gerebilen, ketum, sevecen, arabulucu bir çocuk. Köyün en güzel, en sevimli, en akıllı, en yalnız çocuğu…

İlkokula başladığında bir defteri bile yoktur. Daha ilkokul yıllarında belleğini iyi kullanmayı öğrenmek zorundadır. Okulda öğretmenin verdiği ödevleri ezberleyerek, ecesinin sırtını tahta yaparak ödevlerini yapar. Ecesinin bir yerlerden bulduğu bitmiş bir defterin sayfalarını defalarca silerek kararmış yapraklara yazı yazmak bile onun için bir lükstür. Dikenli, çatlak ve çorapsız ayaklarına ilkokul öğretmeninin eşi rahmetli Esma hanımın diktiği çarık, hayattaki en özel hediyesidir. Dokuz-on yaşlarındayken ecesinin kaybı ise onu koruyan, kollayan, seven meleğinin de yok olması demektir. Ecesinin kaybından sonra artık çocuk Ali’nin yerini yetişkin Ali Osman Özcan almak zorundadır. İlkokuldan sonra evde yaşanan bir çatışma esnasında hayatının en önemli kararlarından birini verir: Okuyacaktır.

Dönemin kıt şartlarına meydan okuyarak, kimi kez bir lokantacının yanında kimi kez maden işçisi olan babası ile maden işçileri yatakhanesinde kalarak Kozlu Ortaokulu’nu bitirir. Artık eve gidemez. Okumak zorundadır. Devlet eliyle okumak zorundadır. Öğretmen okulu sınavlarına gidebilmek için annesinin noterden velayetinin alınmasından yol parasını tedarik etmeye kadar her şey bir sorundur. Herkes anne-babası yanında Bolu’ya sınava giderken, O elinde tahta bavulu ile şoförün yanına yere konulan bir kâğıt parçasına oturarak Gaca bayırından Bolu’ya hareket eder. Pis bir handa geceyi geçirir (2010 yılında o hanın olduğu yerleri, öğretmen okulunda kaldığı yatakhaneyi yeniden görmek nasip oldu). Girdiği devlet parasız yatılı okulu sınavında, birincilikle mezun olacağı Bolu Erkek Öğretmen Okulu’nu kazanır.

Öğretmen okulunda okurken en büyük desteği hemşerisi ressam Osman Zeki Oral hocasıdır. Zamanını okulun kütüphanesindeki tüm kitapları okuyarak geçirir. Çünkü dışarıda gezecek kuruşu yoktur. Adı kitap kurduna çıkar. Bilgi yarışmalarında okulu başarıyla temsil eder. Öğretmen okulu yıllarında babasının yurt dışına işçi olarak çalışmaya gidişi, hayatının yeniden şekillenmesine yol açar: Kendi iradesi dışında ona çizilen yeni bir yaşam. Kaderin ona çizdiklerine katlanarak nasıl ileriye gidebileceğine dair bir çıkış yolu, bir çözüm arayıp durur. Kararını verir: Yine okuyacaktır. Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesi’ni dışarıdan bitirerek üniversite sınavlarına girer. Amacı hukuk okumaktır. Ancak devrin siyasi, sosyal şartları nedeniyle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Pedagoji bölümüne kabul olur ve kaydını yaptırır. Her şeyi bütün geçmişini doğduğu topraklarda bırakarak, cesurca yeni bir şahsiyete doğru yola çıkar. Daktilosuyla yazdığı yazıların üzerine asılan çamaşırlardan ardına bakmadan kaçar.

Öğrenci evlerinde, sahaflarda, çınaraltında geçirdiği zamanları okuyarak, çalışarak değerlendirip bölümündeki hocaların dikkatini çeker. Herkes iki-üç sertifika ile mezun olurken O, beş sertifika ile mezun olarak bölümünün gözdesi haline gelir. Karabük Demir Çelik Lisesi’ne felsefe grubu dersleri öğretmeni olarak atanır. Kısa bir süre sonra hocası Prof.Dr. Refia Uğurel-Şemin’in “Ali, doktora yapmanı istiyorum. Ama seni ancak kütüphane memuru olarak alabilirim” ifadelerini içeren mektubunu alınca çok duygulanır ve yine geçmişi ardında bırakarak kütüphane memuru olarak Edebiyat Fakültesi’nde çalışmaya başlar. Hocasının gözbebeğidir: çalışkan, dürüst, ilkeli…

Doktorasını tamamladıktan sonra yine geçmişinden kaçarcasına tek başına Anadolu’ya bilim meşalesini taşımak üzere yola çıkar. Gitmek istediği üniversitelerde her türlü siyasi komplolarla karşılaşır, pek çok kapı kapanır. Sonunda Malatya ilk durağı olur. Ardından Bursa, İstanbul, Kütahya, İstanbul, Edirne, Kırklareli ve son olarak İstanbul ile yaşamını noktalar. Gittiği bütün limanlarda Türklük bayrağını fedakârca dalgalandırma aşkıyla çalışır. Bayrağın ardından gitmek yerine bayrağı taşımayı görev bilir. Ülkemizin kurtuluşunun fedakâr bilim insanlarının çalışmalarına bağlı olduğuna yürekten inandı. Varlıkta yokluğu, yoklukta varlığı yaşadı. Var ve yoku bilerek hüküm sürdü.

“Türkçeye hizmet Türklüğe hizmettir” anlayışıyla Türkçenin bilimselliğine her daim vurgu yaptı. Bilgilenme yerine bilgili olma yolunu seçti. Bilgiçleri hayatına sokmadı. Hep veren el oldu. Herkese bir şey verdi, alan olmadı. “Hayatta herkes benden istedi ve aldı, tek veren aşkım oldu” deyip durdu. İhtiyaçları için değil, ilkeleri için yaşadı. Uyumlu insan yerine, geçimli insan olmayı yeğledi. Bizans oyunları ve şark kurnazlıklarına karşı, kulaklarını kalabalıkların sesine vererek yalnızlığa yöneldi. Hep kendi gücüne inandı ve güvendi. “Eşek çamura düşmüş, kendisinden güçlüsünü bulamamış” atasözünü kulağına küpe etti. En güçlü silahı olarak bilgisini gördü.

Hep bir arayış hep bir çırpınış içinde yalnızca doğruların bayrağını dalgalandırmaya çaba gösterdi. Doğruların bayrağı, onun aşkıydı. Dost ve düşmanlarının ihanet ve gazaplarına uğradığında, aşkının kolları arasında duygusal Ali hoca olarak saatlerce içini döktü. Kan kussa “Kızılcık şerbeti içtim” diyerek etrafındakileri avuttu. Aza kanaat etti, namerde muhtaç olmadı. Onuru elden bırakmadı. Geçmişe her defasında bir çizgi daha çizerek geleceği geçmeye odaklandı. Onun için geleceği geçmek demek, yaşamak ve bayrağı taşımak demekti. Dışını süslemek ve gösteriş yerine, iç dünyasını süsledi.

1994 senesi hayatının dönüm noktasıydı: Aşkı ile tanıştı. Aşkını, bilim aşkını ve ilahi aşkı harmanlayarak kemale erdi. Aşkının ona söylediği “Eli kalem tutmayan adama adam demem” sözü, zihninde şimşekler çaktırarak kalemi için yaşayan, her kelamı kayda geçiren bir Prof.Dr. Ali Osman Özcan ortaya çıkardı. Kişiliğini “ahlak” denen ulvi nakışlarla süsledi. 2000-2016 yılları arasında 13 kitap, bir kitap bölümü olmak üzere 14 kitap ve sayısız makaleye imza attı. Çektiği acıları, çileleri, özlemleri yazılarına taşıdı. Her yazdığı yazının bir arka planı, hikâyesi oldu.

İnsanlara güler yüzle davranmayı sadaka bildi. En acı çektirenlere bile ekmek vererek erdemini korudu. Kalabalıklar arasında yalnızlığı seçti. Arkadaşlarıyla sosyal, siyasi konularda konuştu ve şakalaştı; ancak iç dünyasını sadece aşka ve ilahi aşka döktü. “İyi köpek ölüsünü göstermez” sözü hareket noktasıydı. Onun için ev demek, kitap ve huzur demekti. Eşim için, ülkemizin en çok kitap okuyan on kişisi arasında yer alır dersek, abartı olmaz sanırım. Her gün en az 200 sayfa okudu, not aldı. Spordan edebiyata, bilimden sanata, siyasete her konu ilgi alanıydı.

En zor, en zahmetle yazdığı yazıları Zonguldak Pusula Gazetesi’ne yazdığı yazılarıydı. Zonguldak yazılarının doğması için çok okuduğu gibi, olmayan kaynaklardan yakaladığı cümleleri bir araya getirmek için zihnini günlerce yordu durdu. Çektiği çileleri düşününce sonrasındaki vefasızlıktan ötürü insan üzülmeden edemiyor. Vefa, Zonguldak için sadece İstanbul’un bir semti oldu.

“Ay’a sel’e
Aysel’e
Gönül verdim
Dünyalar güzeli Aysel’e” hoyratları ile aşk ateşini yaktı.

Aşkının ellerini tutup gözlerinin içine bakarak “Sen benim ilhamım, Allah’ın bana hediyesisin. Tek sen varsın, sana teslimim. Kimsem yok senden başka. Sana güveniyorum, sana teslimim. Küçük kız, minik, aşkım, bir tanem” diyerek hep aşkı düşündü. Tevekkül ve teslimiyetle yaşadı. “Ben sana teslimim” sözü hem aşkına güveni hem ilahi teslimiyeti ifade eder. Ölüm sözcüğünü sevmedi. O sözcüğü, hayatına hiç sokmadı; ama elbet teslimiyetle yaşadığı için ölümü unutmadı. Ölüm korkusunu yenerek, “Ölümden öte yol var mı?” diyerek dünyaya meydan okuyup cesurca umutlarına, aşkına doğru yelken açtı.

Ömrü boyunca kalemini elinden bırakmadı. Gün içinde on beş dakikada bir aşkı aradı. “Hocam rahat bırakın eşinizi!” diyen öğrencilerine “Onun sesini duyunca ilham alıyor, yaşadığımı anlıyorum. Çok mutluyum” cevabını verdi. Bir dostun ifadesiyle iki Ali Osman Özcan oldu. 21 yıl önceki Ali Osman Özcan ve aşkıyla tanıştıktan, ona kavuştuktan sonraki eserleriyle doğan, hep gülümseyen, dirilen Prof.Dr. Ali Osman Özcan. Yaşamının son anına kadar “Yazan gider yazılan kalır” anlayışıyla ölümsüzleşmek için yazıp durdu. Son dönemlerinde hiçbir şey yapamasa da parmağıyla duvarlara yazdı. Gönlünden akanı yazdı.

25 Nisan 2016’da hastahanede aşkına aşağıdaki dizeleri yazdırdı:
Fikir Akışına Yetişememek
Güzelim o kadar hızlı düşünüyorsun ki,
Düşüncelerine yetişmem mümkün değil.
Bazen çağlayan gibi bazen kuru çölden gelen su gibi,
Fikir akışına yetişemiyorum.
Mekanik çağın ardından koşarken,
Sen uzay ötesi çağları taşımaya kalkıyorsun.
Gençlik çağı güzel çağ sevgilim.

Yukarıdaki dizeleriyle amansız hastalığının işaretlerini verirken, kendinin farkındalığının da farkına vardı. “Benim haklarımı sen savunacaksın, adımı sen yaşatacaksın” diyerek büyük bir görev ve misyonu aşkına yükledi. Her gün “Allah sevenleri ayırmaz” deyip durdu. Elbet, Allah sevenleri ayırmaz. Aşkının ona “Geleceğim sevdiceğim, elbet geleceğim. Yaradan ‘gel’ dediği zaman mutlaka sana geleceğim” sözleriyle gönlü huzura erdi. Hep aşkıyla el ele yaşadı. Son anlarında da tıpkı her zaman yaptığı gibi aşkıyla el ele, şehadetle ilahi aşkına kavuştu. Aşkı yaşadı, aşk için yaşadı, ona yakışır şekilde aşkının eli elinde, şehadetle ilahi aşkına teslim oldu. O, ilahi aşkına kavuşurken aşkına dünyadaki en büyük, en pahalı, en güzel mirasını bıraktı: Aşkını miras olarak bırakıp gitti. O, aşkına Aşk bırakıp gitti.

Ruhu şad olsun.
Her daim seninle ve seninim sevdiğim.
Unutma ki kalbin bende, benim kalbim ise sende. Eşin, aşkın, Aysel’in.
22.08.2016 Maltepe/İstanbul

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (2) Geri izlemeler (0)
  1. Ali Osman Özcana yakisir hayata dair , aska dair iki gönülün bir olusundan akan duygu seli bu kadar ifade edilebilir. Gözyaslarimla okudum abimi her zaman sevgi ve saygiyla yasamaya devam edecegiz …

  2. Rahmetli Hocamızın 1990-94 döneminde Marmara üniv. Sınıf öğretmenliği bölümünde öğrencisiydim. Heyecanına dürüstlüğüne, aşkına biz de şahit olduk. Yazıyı duygu seli içinde okudum. Ruhu şad olsun


Leave a comment

Geri izleme yok.