BU PİK BAŞKA PEAK – Ruhittin SÖNMEZ
BU PİK BAŞKA PEAK - Ruhittin SÖNMEZ
Bilim adamları Mart ayından bu yana koronavirüs salgınının pik (İngilizce yazılışı peak) yaptığı yani zirveye ulaşma zamanını ve akabinde olacakları tartıştılar.
Haziran ayında ise bambaşka bir Peak gündeme oturdu. Bu Peak 2010 yılında bir grup Türk gencinin kurduğu, Avrupa’dan iki yatırım fonunun da desteğini alarak büyüttüğü bir sanal oyun yazılım şirketi.
Peak şirketi geçtiğimiz hafta 1,8 milyar dolara (12,3 milyar TL’ye) ABD merkezli oyun şirketi Zynga’ya satıldı.
Sadece 10 sene içinde ve sadece 100 çalışanı olan bir şirketin 1,8 milyar dolar gibi bir değere ulaşması “yeni ekonominin” farkını gösteriyor. Yeni ekonominin değer anlayışı ve büyüme hızlarının eski ölçülerle kıyaslanması mümkün değil.
Yazılım üretiminde sadece bilgisayarlar ve onları kullanmasını bilen yaratıcı beyinlerden oluşan bir sermaye söz konusu. Üretilen ürünlerin bir fabrikası yok, hacmi ve ağırlığı yok.
Yıllardır “ihraç ürünlerimizin kilogram fiyatı çok düşük” diye yakınıyoruz. İhracatta kg başına 1,35 dolar gibi bir gelir elde ediyoruz. İhraç ettiği ürünlerden kg başına 2,54 dolar gelir elde eden G. Kore’yi ve ABD’yi, 3,7 dolar kazanan Almanya’yı ve 4,0 dolar gelir sağlayan Japonya’yı imrenerek izliyoruz.
Bu yüzden mesela Prof. Dr. Kerem Alkin “Türkiye Ekonomisinin odaklanacağı nokta, imalat sanayinin itici güç olmayı sürdürmesidir ve tarıma, imalat sanayine ve hizmetler sektörüne 'ihracat' perspektifi kazandırmaktır. 2023'de '2 dolar' katma değer, 2030'da ise '3 dolar' katma değer, 'dış ticaret fazlası veren Türkiye' hedefine de ulaşmamız anlamına gelecek” diyordu.
Elbette tarım, imalat sanayi ve hizmetler sektörü istikrar ve istikbal için çok önemli.
Ancak ağırlığı sıfır kg tutan ürünler üreten bir şirketimizin 1,8 milyar dolar etmesi müthiş bir şey değil mi?
Bu tür şirket satışlarımız ilk de değil. Ancak fiyatı 1 milyar doları aşan ilk teknoloji şirketimiz Peak.
2015 yılında Yemeksepeti Alman Delivery Hero’ya 589 milyon dolara satılmıştı. Trendyol için Çinli e-ticaret devi Alibaba 728 milyon dolar ödemişti. Peak için biçilen 1,8 milyar dolarlık değer bu satın almaların tutarını katladı.
AHLAK POLİSLERİ İLE DÜŞÜNCE POLİSLERİ GÖREVDE – Ruhittin SÖNMEZ
AHLAK POLİSLERİ İLE DÜŞÜNCE POLİSLERİ GÖREVDE – Ruhittin SÖNMEZ
İran’da gördüğüm “Ahlak Polisi” uygulaması ve George Orwell’in 1984 romanında okuduğum “Düşünce Polisi” kavramları bana hep çok ürkütücü gelmiştir.
Modern hukuklarda inanç ve ifade özgürlüğü kavramları, ürkütücü Ahlak Polisi ve Düşünce Polisi uygulamalarının ilacı gibi görünür.
İnanç özgürlüğü “herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahip olması” şeklinde tanımlanır. Herhangi bir dini inanca, felsefi görüşe inanma, inandığını açıklama ve yaşama özgürlüğünü de kapsar.
"Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir" şeklinde özetlenen düşünce ve ifade özgürlüğünün kapsamına da “düşünce ve düşündüğünü ifade etme, açıklama ve yayma özgürlüğü” dâhildir.
Bu kavramların Anayasalara yazılmış olması vatandaşlar için ciddi bir teminat gibi görülse de pratikte bazen bu güvence işe yaramıyor.
İnanç, düşünce ve ifade özgürlüğü kavramlarının en kuvvetli bir şekilde Anayasasında güvence altına alındığı ülkelerden biri Türkiye’dir.
Fakat Türkiye’de virüs salgını ve ekonomik krizin at başı koşturduğu ortamda tartışılan konulara bakınız:
Birileri önce insanların cinsel tercihleri konusunda kopardıkları fırtına ile “ahlak polisi” rolüne soyundular.
Akabinde muhalefet temsilcilerinin “iktidarın düşeceği, kendilerinin iktidar olacağı ve bunun gerçekleşmesi halinde yapacaklarına” dair sözlerinden “darbe” anlamı çıkarak “düşünce polisi” rolünü oynadılar. Sözlerin sahipleri “hayır öyle kastetmedim” diye açıklama yapsalar da “darbe demek istedin” diye linç kampanyası yaptılar.
Üstelik de bunları yapanlar iktidarlarını “başörtüsü özgürlüğü” kampanyalarına borçlu olanlardı.
SURİYELİLER VİRÜSE ÇOK MU DAYANIKLI? – Ruhittin SÖNMEZ
SURİYELİLER VİRÜSE ÇOK MU DAYANIKLI? – Ruhittin SÖNMEZ
Türkiye’deki Suriyeliler ve Suriye’deki Suriyeliler dünyada virüs salgınına en dayanıklı yani bağışıklık sistemleri en güçlü insanlar olmalı.
Bugüne kadar virüs salgını sebebiyle dünyada 3,5 milyon kişi Covid-19 pozitif çıkarak hastalanmış ve 245 bin kişi hayatını kaybetmiş. Türkiye’de 126 bin vaka, 3.397 ölüm gerçekleşmiş. Fakat Suriye’de vaka sayısı sadece 44, ölüm sayısı ise 3’ten ibaret.
Belki bundan daha ilginç olanı Türkiye’de geçici koruma altında olan ve kayıtdışı olarak ülkemizde yaşayan Suriyelilerin sayısı 6 milyon civarında. Bunların içinde bildirilen Covid-19 vaka sayısı ve ölüm sayısı ise sıfır. Oysaki yurtdışında 6 milyon Türk yaşıyor, koronadan kaybımız 360 kişi.
Bu durumda iki ihtimal var: İlki Suriyelilerin bu hastalığa karşı güçlü ve doğal bir bağışıklık sistemi olabilir. Böyleyse aşı ve ilaç geliştirmek isteyenlerin Suriyelilerin antikorlarını incelemesi çok yararlı olacaktır.
İkinci ve mantıklı ihtimal ise verilen bu veriler gerçeği yansıtmamaktadır. Tamamen test, hasta kayıt sistemi veya yönetim tarzının eseridir. Yani gerçekte Suriyelilerde de vaka ve ölüm oranı en az dünya ortalaması kadar olduğu halde, hastalık tespit edilemediğinden veya gizlendiğinden bu sonuç çıkmaktadır.
DİYANET DE, BARO DA ELEŞTİRİLEBİLİR – Ruhittin SÖNMEZ
DİYANET DE, BARO DA ELEŞTİRİLEBİLİR - Ruhittin SÖNMEZ
Gerçek gündem bunaltıcı. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın hutbesi ve buna tepki gösteren Ankara Barosu’nun bildirisi imdada yetişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet gündemi değiştirme fırsatı yakaladı.
VİRÜS, AŞI VE İLAÇ – Ruhittin SÖNMEZ
VİRÜS, AŞI VE İLAÇ - Ruhittin SÖNMEZ
Covid-19 denilen yeni koronavirüsün yarattığı salgının Çin tarafından Dünya Sağlık Örgütüne (DSÖ) bildirildiği 31 Aralık 2019’dan bu yana yaklaşık 3,5 ay geçti. Virüse karşı bir aşı veya kesin etkili bir ilaç bulunamadı.
Aşı veya ilaç geliştirilme süresinin ne olacağı hakkında tahmin yapabilmek için virüsün laboratuvarda üretilip üretilmediğini bilmek gerekiyor.
Covid-19 virüsünün laboratuvarda üretildiği, hatta 2003 yılında patentinin alındığı iddiaları var. Sosyal medyada yer alan bilgilerin ana kaynaklarına ulaşamadığımız için bu iddia doğru mudur bilmemiz mümkün değil.
Patente dair paylaşılan bilgiler doğruysa zaten virüs laboratuvarda üretilmiştir. Çünkü “şirketler doğal bakteri ve virüslerin patentini alamazlar.”
2011’de çekilmiş Contagion (Salgın) isimli filmde Koronavirüs salgınının konu edilmiş olması ve adeta günümüzün olaylarının anlatılıyor olması ilginç bulundu. 2018 yılında çekilen 'Venom' filmindeki bir sahne özellikle çok tartışılıyor.
Bu tür bir küresel salgının (pandeminin) olabileceğine dair Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) bir yıl önce ülkelere uyarıda bulunduğu biliniyor. Nitekim Türkiye’de de 12 Nisan 2019’da küresel grip salgını (pandemi) konulu Cumhurbaşkanlığı Genelgesinin yayınlandığı, genelge ile belli kurumların görevlendirildiği ve Sağlık Bakanlığı’nın kapsamlı bir rapor hazırladığı açıklandı.
DSÖ’nün bildirdiği salgın senaryosunun yapay virüsün kontrol dışı yayılmakta olduğuna dair bir bilgiye mi dayandığı yoksa doğal bir virüs mutasyonu olacağına dair bilimsel bir öngörü mü olduğunu bilemiyoruz.
Ben dünya ticaret hacmini ciddi şekilde düşürecek bir virüs salgınını ABD’nin de, Çin’in de başka ülkelerin de isteyeceğini sanmıyorum. Fakat Başkan Donald Trump’ın ve İngiltere Başbakanı Boris Johnson’un DSÖ’nün uyarılarına rağmen başlangıçta olayı hafife alması ve tedbir almakta gecikmesi bana çok ilginç geliyor.
Bu olay dünya dengelerini değiştirecek bir biyolojik silah denemesi ise, bu ikilinin ilgisi ve bilgisi olmadan bu mümkün olamazdı. (Uluslararası şirketler veya ABD derin devleti olabilir mi? Zayıf ihtimal.) Trump ve Johnson beklemedikleri bir olayla karşılaşmış gibiler ve ülkelerinde sıkı tedbirler almaya başladılar. Hatta Johnson virüsten hastalandı.
ÇİFTBOZAN – Ruhittin SÖNMEZ
ÇİFTBOZAN - Ruhittin SÖNMEZ
Osmanlı Devleti tarım arazilerini üç yıl üst üste, mazeret bildirmeden, ekim için kullanmayan çiftçilerden “Çiftbozan Vergisi” denilen bir vergi alırdı.
Bilindiği gibi, Osmanlı Devletinin ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıydı. Bu yüzden vergiler halktan daha çok bu mal varlıkları üzerinden alınırdı. Tarım vergilerinden biri de çiftbozan vergisi idi.
Bu verginin maksadı sadece devletin bütçesine katkı değildi. Birinci hedef halkın gıda maddesi sıkıntısı yaşamaması, ikincisi ise şehirlere göçü önlemekti.
Bu arazilerin ekilmemesinin temel sebebi çiftçilerin tembelliği değildi. Devletin doğru dürüst bir üretim planı yapmaması, üretici ile pazar arasında yeterli ulaşım ve ticari ağın olmaması idi. Tarımla uğraşan köylü, bol ürün alınan yıllarda ürün para etmediğinden, kurak yıllarda da kıtlık gerekçe göstererek ekim yapmaz, şehirlere göçerlerdi.
Kaynaklarda “Ev Göçü” olarak geçen bu hareketlilik, bir yandan gıda üretiminin azalmasına yol açarken, diğer yandan göç alan şehirdeki düzeni de sıkıntıya sokardı. Devlet bu durumu önlemek için, ekonomik plan ve programlar ile gerekli yatırımları yapmak yerine, kolay olanı seçmiş ve Çiftbozan Vergisi koymak zorunda kalmıştı. (Günümüzde köyden şehre göç için alınan hiçbir tedbir yok. Osmanlı Devletini yönetenlerin en azından böyle bir derdi varmış!)
Fakat daha Sultan 1. Ahmed (1590-1617) döneminde bile yoksul köylüler çiftini bozar, “çiftbozan” olurlar. Vergi ödeyecek hatta karınlarını doyuracak durumları da olmadığından, Büyük Tarihçi Halil İnalcık’ın ifadesiyle “büyük kaçgunlara veya asilere katılır, Celali olurlar.”
Yani asker kaçakları ve işsiz medrese öğrencisi gibi isyancılara dâhil olurlar veya “dağlara, ormanlara, imparatorluk güçlerinin ulaşamayacağı yerlere, İran’a doğru kitlesel kaçışlara katılırlar.”
Bu tarihi olayların arkasında 1500’lü yılların ikinci yarısından itibaren Doğu-Batı ticaret yollarının güney güzergâhlara kayarak, Osmanlı hâkimiyetinin dışına çıkmış olmasının yarattığı etki çok önemlidir.
Ayrıca aynı dönemden itibaren denizaşırı ülkelerin sömürgeleştirilmesi ve oralardan getirilen kölelerin üretimde kullanılması Avrupa ekonomisinin öne çıkmasına sebep oldu.
Değişen şartlara göre yeni üretim modelleri ve ticari ağlar oluşturmayı başaramayan Osmanlı devlet maliyesi daha 2. Beyazıt (1447-1512) döneminde dahi iflasın eşiğine gelmişti. Devlet çareyi hep vergiye yüklenmekte bulmuştu.
BELEDİYEYE YASAK, DENİZ FENERİ’NE VE TÜRGEV’E SERBEST – Ruhittin SÖNMEZ
BELEDİYEYE YASAK, DENİZ FENERİ’NE VE TÜRGEV’E SERBEST - Ruhittin SÖNMEZ
Anladık ki devletimizin böyle kara günler için hazinesinde hiç para yok. Herkesi evlerine kapatıldığı bir salgında, devletimizin vatandaşlarımızı bir ay dahi besleyecek birikimi kalmamış. Hepsi har vurup harman savrulmuş.
Gelişmiş bütün devletler bu dar günlerde büyük bütçeler ayırarak vatandaşlarına iş, aş ve gelir garantisi vererek “evde kalın çağrısı” yaptı. Evde kalanların temel ihtiyaçlarını evlerine gönderdiler. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise böyle garantiler ve yardımlar yapamadığı için IBAN numaraları vererek milletten yardım talebinde bulundu.
İş yine milletimizin kendi başının çaresine bakmasına kaldı.
İstanbul ve Ankara korona salgının en çok etkilediği iki büyükşehrimiz. Buraların yerel yöneticileri İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu ve Ankara BŞB Başkanı Mansur Yavaş salgın sebebiyle gelirlerini kaybedenler başta olmak üzere ihtiyaç sahiplerine yönelik yardımlara başladılar. Bu çalışmalar birçok belediyemize örnek teşkil etti.
Bir kesim vatandaşlarımız gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaştığını gördüğü Belediye yardımlarına katkıda bulunmak istediler. Bu iki belediye de verdikleri hesap numaralarına bağış toplamaya başladılar.
Muhalefet partilerine oy veren vatandaşlarımızın Tayyip Erdoğan ve ekibine güveni yoktu. Çünkü daha önce devletin depremzedeler için, 15 Temmuz Darbe Şehitleri için, işsizlik fonunda toplanan paralar için “bu paralar nerede?” sorularına cevap verilememişti.
Merkez Bankası’nın zor günler için ayırdığı ihtiyat akçesinin bile maksadı dışında harcandığını görüyordu.
Fakat Cumhurbaşkanı Erdoğan ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu belediyelerin yardım toplamasının “yasal olmadığını” söyleyerek bu Belediyelerin hesaplarını bloke ettirdiler.
GERÇEKLER NEDEN KABUL EDİLMEZ – Ruhittin SÖNMEZ
GERÇEKLER NEDEN KABUL EDİLMEZ – Ruhittin SÖNMEZ
Covid-19 hastalığının yayılması sürecinde yapılan bazı hataları yazınca iktidar yanlısı bazı kişiler fena bozulmuş. Sosyal medyada “Böyle bir zamanda muhalefet yapıyorsun” diye bana ve diğer eleştirenlere ayar vermeye çalışıyorlar.
Esasen bu tepkileri anlayışla karşılıyorum. Çünkü insan psikolojisine dair okuduklarım bu tepkilerin altında başka sebeplerin olduğunu bana öğretti.
Daha önce de yazmıştım. “Emret Bakanım” adlı, 80’li yılların efsane bir TV dizisi vardı. Bu dizinin bölümlerinden birinde Bakan ile Müsteşar arasında şöyle bir konuşma geçiyordu:
Bakan: Demokraside vatandaşın bunu bilme hakkı var!
Müsteşar: Hayır, Sayın Bakanım. Bilmeme hakkı var. Bilmek sadece suça ortaklık duygusu verir onlara. Bilmemenin bir saygınlığı var.”
Anlaşılan dünyanın her yerinde insanlar kendi seçtikleri kişilerin / partilerin yaptıkları yanlış işler sonucu yaşadıkları kötü sonuçları duymak istemiyor.
Çünkü “suça ortaklık duygusu” içlerini kemiriyor.
BAŞARILIYIZ DEMEK İÇİN ÇOK ERKEN – Ruhittin SÖNMEZ
BAŞARILIYIZ DEMEK İÇİN ÇOK ERKEN - Ruhittin SÖNMEZ
Koronavirüs (Kovid-19) salgını ile mücadelede başarılı veya başarısız olduğumuzu söylemek için çok erken. Çünkü henüz sürecin başındayız.
İlk vakanın Türkiye’de görüldüğü (daha doğrusu tespit edildiği) tarihin Çin, İran, Kore, Japonya, Singapur ile İtalya, İspanya, Almanya ve Fransa gibi Avrupa ülkelerinden daha sonra olması önemliydi. Bu bize ciddi bir zaman kazandırdığı gibi o ülkelerin tecrübelerinden faydalanma imkânı da verdi.
Böyle olunca ülkemizde alınan tedbirlerin çok başarılı olduğu gibi bir algı oluştu. Acaba gerçek tam olarak böyle mi?
Devletlerin bu alandaki başarısının en önemli ölçüsü Kovid-19’un öldürme oranı. Vaka sayısı da önemli ama bu yapılan test sayısına göre değiştiği için gerçek bir mukayese sağlamıyor.
Şu ana kadar salgının başlangıç ülkesi olan Çin’de Kovid-19’dan ölüm oranı yüzde 4,2 iken, İtalya’da halen yüzde 9, İran’da yüzde 7,5 oldu.
İran’daki ölüm oranının yüksekliğinde ABD ambargosunun, İtalya’da ise nüfusun çok yaşlı olmasının tesiri büyüktür. Ama her iki ülke de başlangıçta salgını çok ciddiye almadıkları gibi süreci de iyi yönetemediler. Yanlış ve eksik kararlarla hastalığın tüm ülkeye yayılmasına sebep oldular.
BAŞKANIN ADAMLARI NELER YAPABİLİR? – Ruhittin SÖNMEZ
BAŞKANIN ADAMLARI NELER YAPABİLİR? – Ruhittin SÖNMEZ
Bir bilim kurgu romanının içinde yaşıyor gibiyiz. Covid-19 adı verilen bir virüs türü bütün dünyalıların hayatını değiştirdi. Oysaki bu elle tutulur, gözle görülür olmayan yaratıkla ilgili pek bir şey bilmiyoruz.
Virüsün etkisine dair duyduklarımız da hep belli kaynaklardan çıkan bilgilerin yayılmasıyla bize ulaşıyor.
İnsanlar bu bilgilerin bir kısmına güvenip inanırken, bazılarını güvenilir bulmadığı için inanmıyor.
Koronavirüs (Covid-19) salgınının gerçek olduğunu ve çok ciddi sonuçları olduğunu görüyoruz, biliyoruz.
Salgının sadece sağlık sorunları, kitlesel ölümler yanında ekonomik etkilerinin de ölümcül
olabileceği anlaşılıyor.
Ben günlerdir medyada her yönüyle tartışılan bu konuları değil, başka bir hususu düşünmeden duramıyorum.
Hastalık salgını, biyolojik saldırı ve başka konularda kamu otoritelerinin manipülasyon yapması halinde ne gibi sonuçları olabileceğini düşündükçe aklıma “Başkanın Adamları” isimli 1997 yapımı film geliyor.
İYİ YÖNETİLEN KRİZ FIRSATLAR YARATIR – Ruhittin SÖNMEZ
İYİ YÖNETİLEN KRİZ FIRSATLAR YARATIR – Ruhittin SÖNMEZ
Küresel Koronavirüs Salgını ciddi bir kriz. Bizden daha gelişmiş ve zengin ülkelerde bile ciddi zararlara yol açıyor.
Bu kriz iyi yönetilmezse bedeli çok ağır olur. İyi yönetilirse ve her boyutu ile ilgili doğru tedbirler alınırsa, küresel rekabette avantajlar sağlanması söz konusu olur.
Salgının etkilediği vatandaş sayımızın resmi rakamdan fazla olduğuna dair iddialar var. Fakat aksini ispatlayan bilimsel bir veri ortaya konulamadı.
Vatandaşlarımızın devlet kurumlarına olan genel güvensizliğinin haklı ve makul gerekçeleri olsa da bu defa durum farklı gibi. Bu krizde siyasi sorumlu bulunan Sağlık Bakanlığı’nın bir Bilim Kurulu oluşturması bu güvensizliği azalttı.
Çünkü bu Bilim Kurulu sadece iktidar yanlısı kişilerin değil, siyaseten muhalif tavırlı tıp uzmanlarının da ehliyetli, liyakatli kabul ettiği tıp profesörlerinden oluşuyor. Ve krizin yönetim merkezi olarak görev yapıyor.
Türkiye’de tıp bilimi diğer bilim dallarından daha fazla gelişmiştir. Doktorlarımız dünyadaki meslektaşları ile mukayese edildiğinde övünülecek bir seviyededir. Yeter ki, bu alanda yetişmiş bilim adamlarına yetki verilsin, siyasetçiler oy kaygısıyla güven aşındıran beyanlarda bulunmasın. Bu krizi en az zararla atlatabilecek yetişmiş insanımız ve tıbbi altyapımız vardır.
Şu ana kadar alınan tedbirlerin biraz gecikmeli olsa da doğru olduğu tıp uzmanları tarafından kabul ediliyor.
MANEVİ GÜCÜMÜZ VE BİYOSFER – Ruhittin SÖNMEZ
MANEVİ GÜCÜMÜZ VE BİYOSFER – Ruhittin SÖNMEZ
Arslan Bulut yaygın medyadaki az sayıdaki gerçek gazetecilerden biridir. Muhtelif vesilelerle özel sohbetler de yapma imkânı bulduğumuz bu arkadaşımızı hafta sonu Kocaeli Aydınlar Ocağı’nda verdiği konferansında dinledik.
Ben en çok konferans sırasında bahsi geçen Gumilev’in teorisine takıldım.
Arslan Bulut’u karamsar bir ruh halinden kurtaran, O’na umut veren en önemli konunun Gumilev adlı ünlü yazarın bir kuramı (teorisi) olduğunu algıladım. Gumilev babası Rus, annesi Kırım Tatar Türk’ü olan bir bilim adamı.
“Halkların şekillenişi, yükselişi ve düşüşü kuramı” olan “etnogenez kuramının” kurucusu L. N. Gumilev’e göre milletlerin ruhu, esas olarak, coğrafyaya, toprağa, iklime, atmosfere, kısacası biyosfere bağlıdır...
Gumilev bu kuramda, etnogenez sürecinin tüm zamanlar ve tüm mekânlar için evrensel bir yasasını ortaya koymaktadır.
Burada Gumilev (kuramın adını verirken kullandığımız halklar kelimesi yerine) etnos kavramını kullanıyor. Etnos bir dil birliği değildir. Sosyal bir olay da değildir. Irk birliği, ideoloji ve kültür birliği de değildir.
Etnos, ortak içyapıya ve kendine özgü davranış kalıplarına sahip bireyler topluğu olarak tanımlanıyor.
Gumilev, etnosların yükselişini ve çöküşünü biyosferdeki değişimlere bağlıyor, enerji direniş seviyesini koruyabilen etnosların, varlıklarını sürdürebileceklerini belirtiyor.
Arslan Bulut’un önceki yıllarda yazdığı yazılarda da bu kurama dair notlar buldum. O’na bu kuramın nasıl umut verdiğini şu cümlelerinden anlaşılıyor:
“Türk Milleti’nin manevi gücü, ABD’nin veya AB’nin plânları ile bitmez. Bu güç, sadece genetik yapıdan değil, Gumilev’in belirttiği gibi biyosferden doğar. Biyosfer, hava, su, üzerinde yaşadığımız toprağı dolayısıyla vücudumuzu meydana getiren elementler ve iklim gibi doğal ortama denir. Bu ortamı insanlar oluşturmuyor. Milletlerin varlığı manevi güçlerine, manevi güçleri de biyosfere bağlıdır. Dolayısıyla milletlerin kaderini, biyosferi yaratan Tanrı belirler.”
“Bu bakımdan olumsuz şartlar karşısında Türk Milleti’nin moralini bozmasına hiç lüzum yoktur.
Evet, çürüyen dokular vardır. Fakat çürükler, kendi kendini imha etmekle birlikte, aynı dokuların yerlerini taze hücreler almakta, milletin genlerinde mevcut bulunan güç, nesilden nesile daha etkin bir oranda ve daha belirgin bir şekilde meydana çıkmaktadır.”
“Türk Milleti’ne Tanrı tarafından verilen bu görev bitmemiştir ve dünya durdukça bitmeyecektir. Dolayısıyla ilham ve kudretini Anadolu’dan, Trakya’dan, Türk Dünyası’ndan değil, Washington’dan, Brüksel’den alanlar kaybetmeye mahkûmdur.”
Özetlersek, Anadolu coğrafyasının bize verdikleri sadece bereketli topraklar, 4 mevsimin yaşandığı iklimi, stratejik konumu, doğu ile batıyı birleştiren köprü olması değilmiş. Bunların yanında bizi kuşatarak genlerimizi etkileyen, manevi güçlerimizi belirleyen biyosferi imiş.
BATI’NIN SAVAŞ AHLAKI – Ruhittin SÖNMEZ
BATI’NIN SAVAŞ AHLAKI – Ruhittin SÖNMEZ
ABD’nin 26. Başkanı Theodore Roosevelt (1901-1909) Amerikalılar tarafından en sevilen ABD başkanlarından biridir. Roosevelt Başkan olmadan 5 sene önce yazdığı kitabında, Kızılderili Soykırımının haklılığını savunmak için kurduğu şu cümleler Batı’nın savaş ahlakını yansıtır:
“Bu büyük kıta, sefil vahşilerin avlakları olsun diye bırakılamazdı. Savaşların en erdemlisi vahşilerle yapılan savaştır.”
ABD’nin 26. Başkanı’na göre, beyaz ve tercihen Germen kökenli halklardan oluşan “Medeniyet cephesi” ile “en aşağılık kovboydan bile ahlaksız” olan Kızılderililerin oluşturduğu “vahşet cephesi” arasındaki ırksal mücadele kaçınılmaz bir olaydır.
Roosevelt’in biz Türklere bakışı da çirkindir: “Müslümanların Hıristiyanlar karşısındaki zaferlerinin her zaman belayla sonuçlandığı görüldü. Türklerin zaferlerinden mutlak kötülükten başka bir şey çıkmadı.”
Roosevelt “Medeni Cepheyi” oluşturanların Kızılderililer, Rus ve Tatar, Yeni Zelandalılar gibi topluluklara yaptıkları şeyler korkunç olsa bile sonuçta “muazzam bir medeniyetin temelini attıklarını” söyleyerek, bu kötülüklerini meşrulaştırıyor.
“’Kızılderili’nin iyisi, ölü olanıdır’ diyecek kadar ileri gitmiyorum ama on tanesinden dokuzu için de bunun böyle olduğunu biliyorum. ‘İyi’ olan onuncu Kızılderili’nin akıbeti de umurumda olmaz” diyebilen bir adam bu.
Roosevelt’in bu sözleri bugün de ABD’nin ve kendilerini “medeniyet cephesi” görenlerin dünya görüşünü yansıtıyor. Onlar hala dünyanın bütün petrol, gaz, maden gibi kaynakları ile su, toprak, denizlerini kendilerinin doğal hakkı olarak görürler.
Amerika’da bu yüzden Ortadoğu, Afganistan, Libya gibi yerlerde savaşan askerlerini temsil eden oyuncaklar yapılır, filmlerde özel karakterler yaratılır. Onları “ülkemizin başka ülkelerdeki petrol çıkarlarını koruyan kahramanlar” diye tanıtır ve sevdirirler.
KUŞ BAKIŞIYLA SURİYE OLAYLARI – Ruhittin SÖNMEZ
KUŞ BAKIŞIYLA SURİYE OLAYLARI – Ruhittin SÖNMEZ
· Irak ve Suriye’de süper güçlerin müdahalesinin bahanesi ne idi?
IŞİD (Irak Şam İslam Devleti) terör örgütü denilen, dünyanın çeşitli yerlerinden getirilen derleme bir terör örgütünü yok etmekti.
“Bu örgüte karşı mücadele eden” devletlerin başını güya ABD çekiyordu. Oysaki ABD’nin izni olmadan bu organizasyonun yapılması ve neredeyse Irak ve Suriye’nin yarısında hâkimiyet sağlaması mümkün değildi.
Sonunda Trump, "IŞİD'i, Obama ve Hillary Clinton kurdu" demese IŞİD’i ABD’nin kurdurduğu ve yönlendirdiğine inandırmak kolay olmuyordu.
· ABD’nin bahanesi IŞİD idi ama esas hedef (BOP kapsamında) Ortadoğu’da sınırların ve yönetimlerin yeniden düzenlenmesi idi.
· Vekâlet savaşları denilen yeni modelin uygulandığı Suriye’de olaylar o kadar karıştı ki… Kimin eli kimin cebinde çoğu zaman anlaşılamadı.
Türkiye bazen ABD ile birlikte hareket etmeye çalıştı, bazen Rusya/İran/Suriye kanadına yakınlaştı. S-400 olayında ABD ile ipleri kopardık. Şimdi yeniden Rusya ve Suriye ile savaşın eşiğine geldik, ABD ile flörte başladık.
BÜYÜK DAVALAR VE KÜÇÜK MESELELERİ DERT EDİNMEK – Ruhittin SÖNMEZ
BÜYÜK DAVALAR VE KÜÇÜK MESELELERİ DERT EDİNMEK – Ruhittin SÖNMEZ
Tarihte iz bırakmış, kitlelerin gönlünde yer etmiş, uzun yıllar saygı ve sevgi ile anılan büyük insanların hep bir davaları, bir dertleri oldu.
Kur’an-ı Kerim’de adı geçen bütün peygamberlerin, ülkelerinin bağımsızlık mücadelesine önderlik etmiş liderlerin dertleri vardı.
Sadece bunların değil, çevresinde suç işlemeye yönelmiş kişilerin ıslahını, mahallesinde fakir ve aç insanları doyurmayı veya yoksul ailelerin çocuklarının eğitimini kendisine dert edinmiş yüksek ahlaklı kişilerin de vicdanlarda bıraktığı izler derindir.
Kendisini Türkiye’nin yeşil alanlarının çoğalıp gelişmesine adayan “Toprak Dede” Hayrettin Karaca’nın da, cüzzamla savaşa adayan Prof. Dr. Türkan Saylan’ın da, Türk Dünyasına gönül köprüleri kurmaya çalışan Prof. Dr. Turan Yazgan’ın da bir derdi vardı.
Önceki yazımda anlattığım İlahiyatçı Osman Egin “Kur’an’dan sapmalarımızı din görevlilerinin ve dindarların bir derdi olmamasına” bağlıyor.
Kendisi de Diyanet mensubu bir din görevlisi olan Osman Hoca özeleştiri yapıyor: “Karşıdan bize yani dini anlatanlara bakanlar bizim dertli olmadığımızı, zevk u safa içinde olduğumuzu görüyorlar. Sohbet bittikten sonra nerelere gittiğimizi görüyorlar. O zaman kitle ile bağlantımız kopmuş oluyor.”
Osman Egin TV programında o kadar güzel şeyler söyledi ki, O’nun sözlerini temel alarak aşağıdaki meseleleri de yazmadan edemedim.
BÜTÜN HOCALAR BÖYLE OLSA… / Ruhittin SÖNMEZ
BÜTÜN HOCALAR BÖYLE OLSA… / Ruhittin SÖNMEZ
Bazen çorak bir arazide, hiç ummadığınız bir anda, göz alıcı bir çiçek görüverirseniz ve içiniz tatlı bir sevinçle dolar ya.
Ben de “saçının bir teli göründü diye Müslüman kadınları Cehenneme gönderen, Kur’an kursuna bir tuğla koyanı da Cennette köşkle müjdeleyen” din adamlarının arasında İslam’ın özünü / ruhunu anlatan bir hoca/bilim adamı gördüğümde böyle oluyorum. (Belki ismimin “dinin ruhu” anlamına gelmesinin de bir tesiri vardır.)
“Allah’ın bize gönderdiği din ile bizim yaşadığımız din arasında yüzde bir bile bağlantı yok! / Allah Resulünün bize anlattığı, yaşadığı ve bize teklif ettiği din ile bizim yaşadığımız din arasında yüzde bir bile bağlantı yok!”
Bu acı hakikati söyleyebilen Hoca’nın Diyanet mensupları tarafından “dinden sapmışlardan” sayılacağından endişe edebilirsiniz. Fakat bu sözlerin sahibi de Diyanet camiasından. Osman Egin DİB’na bağlı bir eğitim merkezinin (HAGEM) müdürü. Bu ve aşağıda not aldığım sözleri ifade ettiği yer ise Habertürk’te Veyis Ateş’in sunduğu “Büyük Sorular” programı.
Osman Egin’i ilk defa dinledim. İslami bilimlere vakıf olduğu hemen anlaşılan ve meselelerin özünü akıcı, zarif ve naif bir üslupla anlatabilen bir hoca.
Canlı yayında tamamını izleyemediğim için, youtube’dan tamamını yeniden izledim. Ve “keşke bütün hocalar böyle olsa” dedim.
Osman Egin özeleştiriden hiç sakınmayan biri. Diyanetin müftü ve hocalarını da dahil ederek, özellikle “dini anlatarak maişetini temin edenlerin” ve “dindarların” sorumluluğunu vurguladı.
“Din adamlarının ve dindarların dini temsil etme noktasında ciddi problemleri var.”
“Oysaki Hazreti Peygamber dini tebliğ ederken eyleminin sesi söyleminden çok çıktı. Bizim söylemlerimiz var, boğazımızdan aşağı geçmeyen.”
“Diyanet mensupları kendileri model insan olabilmeli.”
“Biz İslam’ı yaşamadığımız gibi, söylemlerimize bile yansıtamıyoruz” dedi.
İKTİDARLAR VE MEDYA – Ruhittin SÖNMEZ
İKTİDARLAR VE MEDYA - Ruhittin SÖNMEZ
“Trump- medya savaşının zayiatı: Gerçek ve güven” başlıklı bir makale okudum. Makale Trump’ın başkanlık kampanyasının başlangıcından beri medyaya karşı başlattığı açık savaşın son durumunu değerlendiriyordu.
Trump’ın hedef aldığı kuruluşlar arasında The New York Times, The Washington Post ve CNN gibi ABD’nin köklü medya kuruluşları vardı. Trump bu medyada çıkan haberleri, “sahte, iğrenç haberler” ve bu haberleri yazan gazetecileri ise “korkunç insanlar” olarak nitelendiriyordu.
Buna karşılık mesela Washington Post gazetesi Trump'ın 558 günlük görev süresi boyunca 4 bin 229 yanlış bilgi verdiğini ve bunun günde 7,6 iddiaya tekabül ettiğini öne sürdü.
Trump basın kuruluşlarını "yalan haber" yapmak ve “demokrasiye zarar vermekle” suçlamasına devam etti. Fakat bugüne kadar karşısına aldığı basının yanlış haberler yapıldığına dair tek bir delil sunamadı.
Trump'ın, gazetecileri "Amerikan halkının düşmanları" olarak hedef göstermesine karşı başını Boston Globe’un çektiği 350 gazete, ‘Halk düşmanı değiliz’ sloganıyla kampanya başlattı.
Trump basın toplantısı için muhalif gazeteleri dışlayarak kendisine yakın gazetecileri çağırdı. Bu davete ABD’de hiçbir gazeteci katılmadı.
ABD’de bağımsız medya ve devlet içindeki mekanizmalar çok güçlü. Trump bütün sıra dışı ve devlet geleneklerine aykırı davranışlarının karşısında bu kurumların sessiz direnişi ile karşılaşıyor.
Trump ile medya arasındaki çatışmanın tarafları yıprattığı aşikâr. Donald Trump taraftarlarının medyaya güveni azalırken, Trump’ın yalanlarına dair haberlerin yer aldığı medyanın takipçileri de ABD Başkanına iyice güvenmez oldu.
Bu durumu ifade eden cümle ilginç: Truth (Gerçek) ve Trump Arasında Kaybolup Giden Trust (Güven).
Bizde durum aynı mı?
Güvenin kaybolup gitmesi yönünden benzerlik var. Fakat bizde bağımsız medya ve kurumlar güçlü değil.
Türkiye’de gerçek haber ve bilgi verebilen medya o kadar az ki. Toplumsal vicdanda ne medyaya, ne de Cumhurbaşkanına güven kalmadı.
İktidar, hala bağımsız veya muhalif kalabilen birkaç medya şirketini de kontrol altına alsa, güven daha da azalacak. Bunu görmemek için kör olmak lazım.
TOPLUM AHLAKSIZSA – Ruhittin SÖNMEZ
TOPLUM AHLAKSIZSA – Ruhittin SÖNMEZ
Uzmanlar Türkiye’de yaşanan depremlerde kayıp ve hasarların temel sebebinin yönetmeliklere aykırı olarak yapılan binalar olduğunu anlatırlar.
Bu öldüren binaların yapılmasında cehaletin payı var. Ama daha da fazla olarak ahlaksızlık, aşırı kazanma hırsı ve rüşvet, iltimas gibi toplumun çürümüşlüğünü yansıtan unsurlar etkili oluyor.
1999 depreminden sonra yüksek tahsilli mülk sahiplerinin bile ağır ve orta hasarlı binalarının hasar raporunu torpil ve rüşvetle hafif hasarlıya çevirttiklerini gördük. Hasarlı binalarını (sıva ve boya yaptırıp) öğrencilere, fakirlere kiralayan vicdansızları duyduk.
Deprem sonrası güçlendirme yapılan binalarda sağlıklı iyileştirmeler yapıldığına kimse inanmıyorlar.
Çünkü ne yapan teknik kişilerin, ne de yaptıran mülk sahiplerinin ahlakına güvenmiyorlar. İyi bir denetim mekanizması da olmadığı için böyle bir güvensizliği anlayabiliyoruz.
ÖRFE DAYALI AYETLER, RİBA VE FAİZ – Ruhittin SÖNMEZ
ÖRFE DAYALI AYETLER, RİBA VE FAİZ – Ruhittin SÖNMEZ
Günümüzde bir ayet hükmünün uygulanmaması gerektiğini söyleyen bir siyasetçi veya bilim adamı çıksa, kâfir ilan edilmekten kurtulamaz.
Öyle ya, mademki Yüce Yaratıcımız Kur’an’da emredici bir cümle ile bir buyruk vermişse biz Müslümanlara düşen o emri uygulamaktan ibarettir.
Fakat kaynaklarda gerek Hz. Peygamber döneminde ve gerekse ilk halifelerin farklı uygulamaların olduğu görülüyor.
“Kâbe yanındaki Hz. İbrahim’in ayak izi olarak bilinen yer ile ilgili ‘Makam-ı İbrahim’i namazgâh edinin’ (Bakara,125) ayeti nazil olmuştur. Kur’an’da emir sigasıyla verilen bu buyruğun Hz. Peygamber tarafından uygulanmaması ve hac farizaları arasına dâhil edilmemesi dikkatle düşünülmelidir.” (Prof. Dr. Mehmet Azimli)
Kur’an-ı Kerim’de, Müslüman erkeklerin Hıristiyan ve Yahudi kadınlarla evlenmesine izin verilmişti. (Maide, 6)
Fakat Hz. Ömer Müslüman erkeklerin Hıristiyan ve Yahudi kadınlarla evlenmesini yasakladı.
Taha Akyol bu uygulamayı “Tıpkı modern çağda Medeni Kanun’la ve Ceza Kanunu ile evlenme yaşlarının belirlenmesi ve çok eşliliğin yasaklanması gibi bir “devlet tasarrufu”ydu bu” diye değerlendiriyor ve şu bilgileri de veriyor:
“İkinci Meşrutiyet döneminde bu konular çok tartışılmış, o zamanki açık fikirli İslamcılar devletin yasama yetkisini savunmuşlardı.
Darülfünun’da fıkıh profesörü olan Mansuri-zade Sait Bey sosyal ihtiyaçları esas alarak ve aynı zamanda fıkıhla birlikte modern hukuktan gerekçeler getirerek “devletin yasama yetkisini” savunanların o devirde öncüsüdür.
Hatta o dönemde “örfe dayalı ayetler”in, örfte meydana gelen değişmeleri dikkate alarak yorumlanacağı bile yazılmış, çizilmişti.”
“Hz. Ömer, yine ‘şartlar değişti’ gerekçesiyle ganimet ayetini de uygulamadı.
Hz. Ömer’in gerekçesinin başka bir ayet ya da hadis değil, ‘değişen şartlar’ gibi tamamen ‘dünyevi’ bir olgu olmasına özellikle dikkat etmek gerekir.”
Günümüzde ise bırakın ayetlerde emir kipiyle bildirilen buyrukların yorumlanmasını, bir kısmının uydurma olduğu açık olan hadisler üzerine bile yorum yapanları ve “değişen şartlar” gibi gerekçe sunanları kâfir ilan ettiği bir atmosferde yaşıyoruz.
BİR YIL LALE EKMEZSENİZ NELER OLUR? – Ruhittin SÖNMEZ
BİR YIL LALE EKMEZSENİZ NELER OLUR? – Ruhittin SÖNMEZ
Elazığ’da yaşanan 6,8 büyüklüğündeki depremden sonra yer bilimleri alanındaki uzman bilim adamlarını yeniden hatırladık.
Prof. Dr. Naci Görür ve Prof. Dr. Şener Üşümezsoy’un aylar öncesinden TV programlarında, Doğu Anadolu Fayı’nın deprem olan kısmını ismen belirterek uyarıda bulundukları anlaşıldı.
“Kendisi de Elazığlı olan Prof. Naci Görür, daha önce Elazığ için projeler hazırladıklarını ancak TÜBİTAK ve DPT tarafından reddedildiğini” üzüntüyle açıkladı.
Habertürk canlı yayınında, Jeoloji Profesörü Prof. Dr. Cem Yaltırak, muhtemel İstanbul depremine hazırlık bakımından tavsiyelerini belirtirken, “Bir projemiz var Gelibolu Yarımadası fayı üzerinde. Eften püften bir nedenden kabul edilmedi” dedi.
Cem Yaltırak'ın "Bu projenin maliyeti ne kadar?" şeklindeki soruya verdiği cevap, vicdanı olanlar için, çok ürpertici idi:
“İstanbul'a bir yıl lale ekmezseniz bütün yer bilimleri projelerini finanse edersiniz."