Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım…

14Mar/130

Türk korkusu! – Yrd. Doç. Dr. Banu Gürer

201322283118Türk korkusu! – Yrd. Doç. Dr. Banu Gürer

İnsanların en önemli özelliklerinden biri hafızalarıdır. İnsanı insan yapan hususların en başlarında yer alır hafıza. Zira bizi bizi yapan tecrübeler ve kazanımlar hafıza yoluyla hayatımıza anlam katar ve bize yol gösterir.

İnsanlar gibi, insanlardan müteşekkil milletlerin de hafızaları vardır. Zira milletler de millet olma bilincini, geçmişten günümüze gelen tecrübeleri ile şekillendirirler ve anlamlandırırlar.

İyi – kötü tecrübeler onlar için birer yol gösterici olarak nesilden nesle aktarılır. Bu aktarım tarih yoluyla olabileceği gibi edebiyat (mesela atasözleri, deyimler), mimari veya siyasi politikalar yoluyla da yapılmaktadır.

Batı toplumu hafızası en güçlü toplumlardan biridir. Geçmiş onlar için ders alınması gereken bir yer olarak kıymetlidir ve orada unutulmaması gereken şeyleri sembolleştirerek günümüze kadar aktarmayı iyi bilirler.

Yani hafızalarını güçlü tutmak için ciddi gayret sarfederler.
Mesela Avusturya’ya gidenleriniz ve Viyana’yı gezenleriniz bilir: Avrupa’daki şehirleşmenin bir örneği olarak şehrin merkezinde en büyük katedralleri yer alır. Katedralin çanının Osmanlı’nın Viyana kuşatmasından çekilirken bıraktığı topların dökülmesiyle yapıldığı, bugün dahi bir ayrıntı olarak size aktarılır. Yani yaklaşık beş yüz yıl önce yaşanmış bir travmatik bir tecrübe, bir sembolle, şehri gezen yabancılara dahi aktarılmaktadır.

Örnekten hareketle belirtmek gerekir ki Batı’nın söz konusu hafızasında Türk kavramı da önemli bir yere sahiptir.

Buna göre Batı için Türk aynı zamanda Müslüman demektir.

Yani Türklük aynı zamanda İslam’ı temsil eder. Ancak İslam’ın hakimiyet kuran, yayılan yüzünü temsil eder.

Dolayısıyla Batı’nın Türk’e bakışı “Türk korkusu” üzerinden şekillenmiştir. Korkunun nefret olarak yansıdığı ve bu iki duygunun Türk algısını şekillendirdiği Batı’da, bu korku ve nefretin izleri bugün dahi kullanılan bazı deyimlerde görülmektedir.

Yunancada kullanılan ve “çabuk çabuk” anlamına gelen “Türkler gelmeden önce” deyimi veya Latin dillerinin pek çoğunda “günah keçisi” anlamına gelen “Türk kafası” deyimi gibi.

Nitekim bu deyimin Elizabeth döneminde İngiliz okçularının hedef tahtası olarak “Türk kafası” kullanmalarına dayandığı da düşünülmektedir. (Konuyla ilgili geniş bilgi için Özlem Kumrular tarafından yazılmış “Türk Korkusu” isimli eseri okumanızı tavsiye ederim (s.33).)

Batı İslam’la Türk vasıtasıyla karşılaşmamıştır elbette. Daha önce İslam’la, Araplar vasıtasıyla Endülüs tecrübesine dayanan bir tanışıklık söz konusudur.

Ancak bu tecrübe, Batı’nın, özellikle Avrupa’yı Avrupa yapan birikimi Endülüs’ten alıp kalanını yakıp yok etmesi, yani Endülüs hakimiyetini ortadan kaldırması ile neticelenmiştir.

Dolayısıyla ortada korkuya dayanacak herhangi bir algı kalmamıştır.
Fakat konu Türklere gelince durum farklılaşır.

Türklerin Batı için oluşturduğu tehdit Endülüs gibi ortadan kaldırılamamıştır. Hatta kendileri için en umut verici dönem olan 19. yüzyıl yani Osmanlı’nın son dönemi dahi tehdidin sonunu getirememiştir.

Zira toprak kaybetmesine rağmen kaybettiği yerlerde hala izlerini bırakan Türkler ve dolayısıyla İslam, İstiklal Savaşıyla Anadolu’da da var olmaya devam etmişlerdir.

Türklüğün ve Müslümanlığın özdeşleştirilmesi sebepsiz değildir. Zira İslamiyet Türkler için daima bir güç ve hedef kaynağı olmuştur. Kimliğimizin de esas unsurunu teşkil eder. Batı’nın da farkında olduğu bu gerçek, Çanakkale’de olduğu gibi, “bitti” denilen yerde ayağa kalkmamızın temel kaynağıdır.

Bunun farkında olunduğu için olsa gerek, Balkanlardaki Türkler üzerinde Türk değil Müslüman olduklarına dair propagandalar yapılmış, bu iki kimlik birbirinden ayrılmaya çalışılmıştır. Bahsettiğimiz izleri silmek herhalde bu şekilde mümkün görülmüştür.

Dediğimiz gibi, Batı unutmamak için ciddi çaba sarfeder…

Türk ve Müslüman’ı ayırmak demek, aynı zamanda tarihi tecrübelerin de desteklediği ideallerden kopmak demektir.

Zira insanların kendilerini anlamlandırmasında kimlik algılarının rolü büyüktür ve bizim kimliğimiz bize aynı zamanda hedef koyan bir kimliktir. Bu algıyı kırdığınız zaman yeni nesilleri geçmişlerinden, günlerinden ve geleceklerinden koparırsınız. Kimlik bunalımına sürükler, farklı tesirlere açık hale getirirsiniz.

Bahsettiğimiz hususlardan hareketle, Batı açısından Türk kavramının içinin boşaltılmasının mantığını anlamakla birlikte bizim insanımız içerisinde bu gayrette olanların maksadını anlamakta zorlandığımı ifade etmek isterim.

Türk’ü ve Türk milleti kavramını ırkçılık bağlamında tartışarak kısır bir alana hapsetmek, bu kimliği bu şekilde kullanmamış bu millete en hafif tabirle büyük bir haksızlıktır.

İlahi adalete inanan biri olarak haksızlıkların karşılıksız kalmayacağına da inanıyorum.

Ancak bu süreçte kaybedilen zamana, boşa sarf edilen gücümüze ve bin yıldır can ve emek vererek kurduğumuz bütünlüğümüzün sarsılmasına da üzülmeden edemiyorum.

Günümüze de geleceğimize de yazık oluyor…
Xxxxxx
Banu Gürer kimdir?
1977 yılında İzmit'te doğdu. 1994'de İzmit Lisesi'nden, 1999'da Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu.

2001 yılında "İnsan Davranışlarını yönlendirmede Kur'an'da Ödüllendirme Motivleri" adlı tezi ile Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Din Eğitimi Bilim Dalı'nda yüksek lisansını tamamladı.

2007 yılında aynı bilim dalında "Bireysel ve Sosyal Farklılıkları Sosyal Bütünleşmeye Dönüştürmede Din Eğitimi Açısından Kur'an'ın Rolü" adlı tezi ile doktorasını tamamladı. Aynı yıl İstanbul Bilgi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nden mezun oldu.

2002 yılında itibaren Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde Din Eğitimi Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi olarak göreve başladı. 2010 yılında aynı anabilim dalında Yardımcı Doçent oldu.

Gürer, Arapça ve İngilizce bilmektedir.

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.