Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım…

8Şub/170

DEFİNE – Bir Kandıra Hikâyesi -9 / Mustafa YILDIZ

DSC_0016

DEFİNE – Bir Kandıra Hikâyesi -9 / Mustafa YILDIZ

Gemi Batıran Bora

1 Mart 1958, gemi battı Körfez’de, Üsküdar gemisi, beş yüz kişi boğuldu, çoğu öğrenci. Aynı gündü, o nedenle aklımdadır daima. Fırın yakılmış o gün, annem ekmek yapacak. Evimizin fırına bakan kuzey duvarındaki tahtalar çürümüş biraz, babam da o çürük dökük tahtaları taflan dalları ile kapattı, taflan çalılarını duvara dizdi. Ben de elimde bir sopa, ateşle oynuyorum, eşeliyorum, tutuşturuyorum, söndürüyorum falan.

Ateşle oynama diye boşuna dememişler. Hatta, oynama işersin, derler, onun anlamı, bir şey yaparsın, zarar verirsin demektir, verdim. Taflan, defne, patır patır yanar, ıslakken barut gibi yanar ıslak taflan yaprağı, babam çakardı yaş yapraklara çakmağı, payır payır yanardı. Bir tek taflan yanar böyle, dokusunda var, çok da güzel kokar. Oynarken oynarken ucu esili, ateşli sopayı taflan yapraklarına değdirmeyeyim mi. Rüştü, bir bora geldi o ara var ya alamet, felaket,  yer yerinden oynadı.  Beni yapıştıracak yere. Birkaç gün sonra dediler ki işte o bora batırmış Körfez’de gemiyi. Bir tutuştu taflanlar, ev yanacak. Kovalarla, kazanlarla bilmem nelerle söndürmeye çalıştık, en sonunda babam, çalıları duvardan ayırdı da evimizi kurtardı. On dakika sonra geçti o rüzgâr.

Babamın Pipoları, Çakıl Taşları

Pipo içerdi babam. Çakıl çekerdik, Maliye’ye rüsum yatırırdık, yedi yüz elli lira. Beş kuruştu kumun tenekesi, 35 kuruş da çakılın tenekesi. Çakıl çekiyoruz denizden kürekle, sandalla. Yirmi beş liraya, yirmi santim genişliğinde, beş santim kalınlığında, dört metre boyunda kalas aldık, sandal batarsa tedbir olsun, diye.

Yelken hastasıydı aynı zamanda rahmetli. Çakılı aldığımız mağaradan dönerken illa yelken açardı, sandal pışır pışır kayardı. Ben de kıç tarafında otururdum ama çakıl taşlarından rahat oturamıyorum. Başladım altımdaki çakılları denize atmaya, durgun suya atıyorum, halka çoğaltıyorum. Meğer çakılların arasına koymuş babam piposunu haberim yok. Attıktan sonra havadayken fark ettim pipoyu, gitti pipo denize cup. Şimdi, söylesem, döver, söylemesem…

Sessizlik uzun sürmedi, dümenden ayrılmadan “pipoyu versene oğlum” dedi, yok mok dedim, abime de sus diye işaret ediyorum bir yandan. O da sussa ya! “Attın ya, attın ya” demez mi, gammazlamaz mı!  Eyyy, öldürecek beni. Denize atacak hali yok ya! Evde dolu, on tane piposu daha var ama o anda yok, her şey var, tütünü var ama içemedi. Kızmak ne kelime, köpürdü, köpürdü.

Akide Şekeri

Annem bize elbise alır pazardan, Kandıra’dan, çolaki, şort gibi, kısa pantolon. Her Çarşamba atla Kandıra’ya pazara giderler, Seyrek – Kandıra kaç kilometre ki zaten. Bir araba kum götürmüş Kandıra’ya babam bir keresinde karşılığında saat almış, Küpeli Vacit’ten. Para yok, parayı bilen yok, hesap var.  Nasıl bir saatti o? Kurmalı masa saati.

Köylünün elinde ne varsa getiriyor pazara, pazardan, çarşıdan ne lazımsa alıyor kendine. Ayçiçeği veriyoruz, esnafa, tuz, gaz – başka bir şey alınmaz- bir de şeker alıyoruz.

Kum sattık yıllarca. Veysel’in babası Ali Rıza gelirdi, kum çekmeye, İfo’su vardı taka tuka taka tuka, burada çalışsın Ahmatlı’da duyardın. Bir gece sırtımda tüfek, kumu bekliyorum, sotaya yattım, taka tuka taka tuka, kuma geldi, yanaştı, farları sönük, yükledi tenekeleri. Çıktım önüne tık tık tık saydıydım o yüklerken zaten, çarptım, tenekesi beş kuruştan. “Rıza abi hayrola dedim ya, arıza mı yaptı İfo?” “ Ya sorma farları yanmıyor” dedi, titrek bir sesle. Kum çalacaktı benden çalabilirse. Parayı verdi, döndü köşeyi, farları yaktı gitti. Hani bozuktu, hahahaha çalacaktı sözde.

Bir dombay arabası yirmi teneke alır, bir lira tutar. Kum satarken biz para görmeye başladık. Gelirlerdi köye dünya memleket, meci yaptırırdı babaannem.

Meci ne abi?

Meci, yardımlaşma, imece.

İki eliyle büyük kulaç yaparak, bu kadar tabansıra, tabak yok ki – tabansıra, büyük karavana – ayran yapar, yanında bulgur pilavı, soğan, ekmek, başka bir şey yok, meciye gelenlere. Hindi yavrularını bilirsiniz, kel derler. Geldi bir kel, ayrana bir bastı. Geçti. Herkes dondu, durdu. Babaannem Osmanlı kadını bilmez mi işi: “teh kör olası” dedi, aldı kaşığı, o kelin bastığı yere daldırdı, tıp attı. İlk kaşığı da kendi ağzına götürdü ama. Ne yapacaksın? Yiyeceksin, içeceksin. Kel bastı diye yemezsen, içmezsen aç kalırsın, geberirsin, iş yapacaksın, hadi yemesene!

Ayranı kaşıkla mı bardak yok mu? Bardak mı, o ne? Bardak icat olmadıydı, maşrapa var bakır, on kişi su içer ondan.  Kaşığını da sen kendin getireceksin, herkese yetecek kaşık nerede? Tahta kaşığını koyarsın kuşağına, meciye öyle gelirsin.

O zaman şimdi marketlerdeki didolar, çikolatalar yok, Çarşamba günleri babam Kandıra’dan bir külah akide şekeri getirirdi, cam gibi olurdu takır takır. Bir külahın içinde sekiz tane şeker var, dört kardeşiz, babam kendi verir çocuklarına ikişer adet şekeri. Birini ben hemen yiyorum, tadını özlemişim, diğerini kabak yapraklarına sarardım, samanlığa giderdim, gebrilin arasına saklardım. Arkama da dönüp bakardım, abim sakladığım yeri gördü mü diye. Onu salı günü yiyeceğim, bir gün sonra yenisi gelene kadar tadı ağzımda kalsın diye.

Gılin gılin yapacaksın? O nedir? Kardeşlerin yiyip bitirecek, bir sende şeker kalacak, sen yerken onlar bakacak, ağızlarının suyu akacak. Yok o amaçla değil maksat ağzımda akide şekerinin tadı kalsın, her Çarşamba gelir nasılsa. Banko.

Gebril? Çatıyı tutan aykırı sırıklar, kiremitleri taşıyan tahtalar, aşık da derler, onların arasına saklardım. Ara sıra kaybolduğu olur muydu? Olmazdı, on dakikadan fazla oyalardım abimi, uzaklaştırırdım olay mahallinden, koca samanlıkta nereden bulacak, 20 metre uzunluğunda samanlık, oda değil ki, çayırlar, otlar, düvenler, neler konur oraya neler.

Demek sen şimdiki formunu, küçük yaşta yediğin akide şekerine borçlusun, bildim bileli böyle fit görünürsün. Altmış altı yaşımdayım, yaşantıma dikkat ederim, sigara, alkol yok, ayda yılda bir sohbet muhabbet olacak da bir duble rakı, ortama uymak için. Akranlarım yolda zor yürür, bozmadım kendimi, her yıl Avrasya Maratonun’na katılırım, bu gün gidemedim, size söz verdiğim için. İnci Yaman korosunda solistim.

Ya, pazartesi akşamları bizim çalışmalara da gel, Kefken Yolu’nda eski Postane binasında…

Gelirim belki, kimle çalışıyorsunuz?

Aysel Hoca’yla. Vay vay vay, yapma ya, gelirim, gelirim.

Klarnette Şefik, ritmde Nurettin, çalışırken iki saz yetiyor ama konserde kadroyu tamamlıyoruz.

Şeye takıldım: kardeşinin parmaklarına nacakla vurmuştun ya, tedavi için Kandıra’ya götürdüler mi?

Ne Kandıra’sı ya, benim karnıma demir battı da Kandıra’ya mı götürdüler? Bir parmak için Kandıra! Tuzlu muşamba. Sardılar muşambayı, bitti. Çok ağır hastaları belki götürürlerdi hastaneye, öküz arabasıyla artık, iki saatte mi olur, yolda ölür mü kalır mı hasta, beş kilometre, yürüyerek bir saat.

Askerden teskere alıp köye dönerken anneme, kızına kırmızı patik getirmiş. Birkaç gün sonra Kandıra’ya yürüyerek giderken Burhanlı’da Tepedeğ mevkiinde arkadaşları yoldan çeviriyorlar, Dedemi, mevsim yaz, hava güzel, denize yüzmeye gidiyorlar, Seyrek’te boğuluyor. Vade doldu mu ecel insanı nasıl çekiyor. Sonra, anneannemi, dedemin kardeşiyle, Gebeş Şaban ile evlendiriyorlar.

Sonra ne aldıysa hep kırmızısını alırdı. Elbisesi kırmızı, mushafı kırmızı, perdesi kırmızı, çantası kırmızı, arabası kırmızı… Bayılırdı kırmızıya.

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.