Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım…

11Oca/170

DEFİNE – Bir Kandıra Hikâyesi -5 / Mustafa YILDIZ

DSC_0016

DEFİNE – Bir Kandıra Hikâyesi -5 / Mustafa YILDIZ

Av

Mavzerle. Mavzerle av? Eskiden öyle. Yorgancıda da vardı, görmüşsündür, duymuşsundur. Dolma kapsül koyardı, kara barut, dumanlı barut. Tüfek, av tüfeği çok sonradan çıktı. Dumansız barut çok pahalı, teneke ecza kutusu, içinde yüz kırma kapsül var, yuvarlak, bu boyda (işaret parmaklarını birbirine bakar biçimde yirmi- yirmi beş santim aralıkla havada tutuyor) yine pembe renkli saçma kutusu. Alsana göreyim para nerde? Kara barut almış, dumanlı barut, babam.

Saçma nerede? Ağ kurşunlarını kesiyorsun, ufak ufak, çok küçük, taşa koyuyorsun, birkaç saat yuvarlıyorsun… Leblebi gibi olur onlar, öyle? Leblebi gibi, köşeli, üçgen, ufağı, büyüğü… dolduruyoruz. Kıtık çiğner gibi çiğne ağzında. Kıtık, kıtık. Tapa falan yok, hazır fişek yok, ne hazırı? Fişek yok. Bir tane fişek gördüm, kırmızı renkli, MKE yazardı, tüfeğe sokarız, şişerdi, çıkaramazdık. At, at aynı fişek, yoktu ki başka fişek. “Güüüm” Bir gün biri uçuyor: Güm… Bir tane parça çatmış, kanadı parçalanmış, capcanlı hayvan, kuş.

Evimizin Odaları

Dokuz tane oda var. Eski evi bilir misin sen bizim? Bilmem mi o ahşap evi ya! Her odanın adı başkadır. Misafir Oda… Giremezsin o odaya, babaannem sokmaz, misafir gelecek, oda temiz olacak, girmek ne mümkün? Çocuklara yasak? Sadece çocuklara mı? Ailenin diğer fertleri, annem de babam da girmiyor o odaya, sadece misafir gelince açılırdı kapısı. Oda bomboş kalır, misafire aittir.

Evin efesi babaanne? Babaanne, evet.  Salonda bir masa var, üzerinde idare, gaz lambası. Yakamazsın, misafir gelince misafire yakılacak o. Onlar durur öyle masada, hiç yakamadım idare lambasını, ömrümde yakamadım, orada durdu ama.

Bir de uzun lamba var, her yerde yanar. Misafir odasına iki sefer girmişliğim vardır ancak, ömrümde. Yasak. Kozmik oda gibi bir şeymiş. Aynen. Halısı var, pirinç karyolası var, aynalı karyola, klasik oymalı. Hamamlığı var, özel, misafir odasındaki ocağın bir tarafı yüklük, yastıkları, yorganları koyarlar, diğer yanı hamamlık.

Yer Oda, Rüzgâr Oda, Radyo Oda… Radyo, öyle yumruk gibi şeyleri… Bataryaları  mı? Radyocu rahmetli Necati’ye vermiştik onu kayboldu gitti. Bataryası değil canım düğmeleri. Siemens, iyi hatırlıyorum, se, i, e, mens. Böyle bir radyo, (iki elini kucak açar gibi öne doğru açıyor  radyonun enini, sonra yine ellerini ayaları açık biçimde altlı üstlü tutarak boyunu gösteriyor) çapraz, bir tanesi otuza otuz, on santim kalınlığında vidaları, düğmeleri var, somunla sıkarsın. Bitmedi daha, çalışmaz radyo, aç hele. Fincan, porselen fincanları bağlıyorsun bahçedeki dut ağacından eve, Radyo Oda’ya, iki fincan arası elli metre hat çekiyorsun.

Anten? Evet bildin, anten. Tel, özel tel. Çalışmadı, çalışmadı. Toprak hattı var daha, suya, aşağıya, toprağa gömeceksin teli, ancak çalışır. Rahmetli Hurşit Ağabey gelirdi, “Nerden geldim Köln’e, Yüksel Özkasap dinlerdi, Robert Straus, Alkadraz Kuşçusu… Altmışlarda en büyük eğlencemiz radyo dinlemekti. Yüksel Özkasaplar, Şükran Aylar, Ahmet Sezgin, Nuri Sesigüzeller neler neler… Ne radyosuydu? Efendim Siemens. Kanal, kanal?

Ne bileyim kardeşim, sorudan hoşnut olmadığını çok açık belli eden jest ve mimiklerle:  FM dört(!),  TRT’den başka kanal mı vardı o zamanlar, İstanbul Radyosu’ydu herhalde. Köln radyosu, Almanya’nın Sesi radyosu? Yok canım bizim radyo, İstanbul’u zor çekiyor, Almanya’yı nasıl çekecek? Batarya bittiği zaman ne yapardık? Babam gider doldurtur muydu acaba? Ama vidalıydı, somunluydu.

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.