AYDINLAR OCAĞI OPUS DEI FETHULLAH GÜLEN
AYDINLAR OCAĞI OPUS DEI FETHULLAH GÜLEN
Aylık politik dergi Yarınlar yazarı Fatih Yaşlı, derginin Şubat sayısında "Aydınlar Ocağından Cemaate Türkiye'de Düzen'in Hegemonya Arayışı" başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yaşlı yazısında Fethullah Gülen cemaati ilk Opus Dei Tarikatı'nı ideolojik ve örgütsel olarak karşılaştırdı.
Aylık Yarınlar Dergisi'nde yayınlanan yazı şöyle:
"1980'li yılların ilk yarısı geride bırakılıp I darbenin o ilk etkisi atlatılmaya başlandığında, Türkiye solu 12 Eylül'e dair analizler yapma arayışı içerisine girdi. Ekonomi-politik açıdan bakıldığında, 12 Eylülle 24 Ocak Kararlan arasındaki ilişki net bir şekilde görülebiliyordu: 24 Ocak ve 12 Eylül, Türkiye kapitalizminin uluslararası işbölümü içerisindeki yerini değiştirmeye yönelik bir operasyondu. Türkiye, görece devletçi-kalkınmacı-planlamacı nitelikler taşıyan ithal ikameci birikim modelinden vazgeçecek ve neoliberal politikaları yürürlüğe koyarak liberalize edilmiş bir ekonomiyle ihracata dayalı birikim modeline geçecekti. Emekçi sınıflara yönelik büyük bir saldırı anlamına gelen bu geçiş sürecinin "normal" politik ve toplumsal koşullarda gerçekleşmesi imkânsızdı. Sendikaların son derece güçlü ve İşçi sınıfın hiç olmadığı kadar politize olduğu, grevlerin yalnızca iktisadi nitelik taşımaktan çıkıp politik bir veçheye büründüğü ve Türkiye solunun sokaktaki varlığının hissedildiği bir konjonktürde, 24 Ocak Kararları'nın hayata geçebilmesi için Türkiye egemen sınıfı "olağanüstü" bir yönetim biçimine ihtiyaç duyuyordu. 12 Eylül darbesi tam da bu ihtiyacı karşılamak için yapıldı ve üstelik başarılı da oldu. 80'lerin ilk yarısında, Türkiye ekonomisinin askeri yönetim altında liberalleştirilerek yerli ve uluslararası sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürülmesine tanıklık edildi.
Aynı dönem keşfedilen başka bir gerçek ise, her ne kadar darbeciler söylemlerini Atatürkçülük üzerine inşa etmiş olsalar da, darbenin bütünlüklü bir ideolojik programının bulunduğu ve bu programın da Türk-İslam Sentezi üzerine kurulu olduğuydu. Söz konusu sentezi üreten kurum ise Aydınlar Ocağı'ydı. Ocak, solun 1960'lar boyunca entelektüeller, bürokratlar ve öğrenciler üzerinde yaratmaya başladığı hegemonik etkiye milliyetçi-muhafazakâr bir yanıt verme arayışı neticesinde bir grup sağcı entelektüel tarafından 1970 yılında kurulmuştu. Ocağın ilk başkanlığını Türk-İslam Sentezi teriminin de yaratıcısı olan İbrahim Kafesoğlu üstlenmişti. Yüksel Taşkın'ın da belirttiği gibi Türklükle İslam'ın sentezlenmesinin gerisinde, seküler milliyetçiliğin tek başına antikomünist mücadelede kitleleri mobilize edebilecek bir güce sahip olmadığının fark edilmesi yatıyordu:
"Nihal Atsız'ın, İslamı algılayışı bakımından Kemalist mirasın açık tesiri altındaki soy Türkçülüğü ile, Kafesoğlu'nun stratejik kaygılarla kotardığı sentez arasındaki asıl fark, ikinci çizginin zamanla, milliyetçi muhafazakar iktidar stratejisinin avantajlarını kavramasıyla ilişkilidir. Yani söz konusu olan, Türkiye örneğinde fazlasıyla kurgusal ve kitabi kaçan milliyetçiliğin, kitlelerle bağ kurmak için İslam'ın, muhafazakâr bir yorumuna ihtiyaç duymasıdır."(l)
Aydınlar Ocağı 1970'li yıllar boyunca devletle milliyetçi-muhafazakâr entelektüeller arasındaki ilişkinin somutlaştığı bir kurum haline geldi. Söz konusu entelektüeller, "devletin bekası" adına yürüttükleri komünizmle mücadelenin aynı zamanda resmi ideoloji içerisindeki "pozitivist, batıcı, materyalist" unsurların temizlenmesini gerektirdiğini düşünürken, devlet sol hegemonyaya karşı mücadele edecek organik entelektüellerinin ve resmi ideolojik söyleminin yetersizliğinin farkındalığıyla, milliyetçi-muhafazakâr entelektüeller ile bir uzlaşma içerisine girmişti.
Aynı dönem keşfedilen başka bir gerçek ise, her ne kadar darbeciler söylemlerini Atatürkçülük üzerine inşa etmiş olsalar da, darbenin bütünlüklü bir ideolojik programının bulunduğu ve bu programın da Türk-İslam Sentezi üzerine kurulu olduğuydu. Söz konusu sentezi üreten kurum ise Aydınlar Ocağı'ydı.
Her iki kitapta da Aydınlar Ocağı, İspanya'daki Katolik tarikat Opus Dei'ye benzetiliyor ve Ocağın Opus Dei'nin İspanya'daki Franco rejiminin 1950'lerde yaşadığı ideolojik hegemonya krizini çözmede oynadığı role benzer bir role sahip olup, 12 Eylül'e ideolojik bir söylem üretme işlevini üstlendiğinden söz ediliyordu.
Aydınlar Ocağı, başka bir çalışmada ortaya koymaya çalıştığım üzere 1970'li yıllar boyunca iki misyonu birden üstlenmişti:
"Ocak, 1970'ler boyunca özellikle Kafesoğlu ve Deliorman şahsında bir yandan ders kitapları yazımı aracılığı ile eğitim alanında etkili olmaya çalışırken bir yandan da Türk-İslam sentezi aracılığıyla egemen blok ile Türk sağının merkezde yer almayan unsurları arasında bir mutabakat zemini oluşturmaya çalıştı. Bu zemin devletin Türk-İslam sentezinin önüne açacağı alanla doğru orantılıydı kuşkusuz. Ocak, birinci Milliyetçi Cephe hükümetinin kuruluşunda da önemli rol oynadı. Ocak mensubu akademisyenler bu doğrultuda bir çağrı yayınladılar ve MHP'nin de koalisyona dâhil edilmesi için büyük çaba gösterdiler. Bu, 70'lerin başında Atsız yanlısı Türkçü faşist akımın tasfiyesinin ardından MHP'nin girdiği İslami yönelime paralel bir gelişmeydi. "(2)
Aydınlar Ocağı ve Opus Dei
Türk-İslam Sentezi ve Aydınlar Ocağı'na yönelik ilgi Sentez ve Ocak üzerine yapılan çalışmaları da beraberinde getirdi. Örneğin Gencay Şaylan'ın "İslamiyet ve Siyaset" isimli çalışmasında Türk-İslam Sentezi ve Aydınlar Ocağı ile 12 Eylül arasındaki ilişkiden bahsediliyor ve darbecilerin kurmak istediği otoriter rejim için gerekli ideolojik desteği Türk-İslam sentezinde bulduğu ortaya konuluyordu.(3) 1991 yılında ise bir grup akademisyen tarafından "Türk İslam Sentezi" isimli bir kitap hazırlandı ve hem Sentez hem de Ocak ayrıntılı bir şekilde incelendi. (4) Her iki kitapta da Aydınlar Ocağı, İspanya'daki Katolik tarikat Opus Dei'ye benzetiliyor ve Ocağın Opus Dei'nin ispanya'daki Franco rejiminin 1950'lerde yaşadığı ideolojik hegemonya krizini çözmede oynadığı role benzer bir role sahip olup, 12 Eylül'e ideolojik bir söylem üretme işlevini üstlendiğinden söz ediliyordu. Benzer bir yaklaşım, Tanıl Bora ve Kemal Can tarafından "Devlet Ocak Dergâh" isimli çalışmada da dile getiriliyordu. Buna göre Frankist rejim 1956 yılında bir IMF programını uygulamaya koymuştu ve Opus Dei "bu programın saptanmasının, yürütülmesinin ve meşrulaştırılmasının baş aktörü olarak devreye" girmişti. Tarikat bundan sonra uzun yıl] boyunca ispanya siyasetinin en büyük aktörlerinden biri oldu:
"50'lerin ikinci yarısından itibaren, Frankist rejimin çöküşüne dek temel politikaların belirlenmesinde ve bütün hükümetlerde Opus Dei 'perde arkası' denemeyecek kadar belirgin bir rol oynadı. 1974'te İspanya hükümetinin 19 bakanından 10'u Opus Dei mensubuydu. Opus Dei eğitim sektöründen sonra iletişim sektörüne, ardından sanayi ticaret ve bankacılığa el attı. Sahip olduğu veya denetlediği büyük holdinglerle, firmalarla büyük bir güç haline geldi. 1982'de İspanya'da iktidara gelen (sosyal demokrat nitelikli) Sosyalist Parti, sahiden iktidar olabilmek için, ordu ve kilise ile birlikte Opus Dei ile mücadele vermek zorunda kaldı. İspanya'nın en büyük holdingi olan, Opus Dei denetimindeki Rumasa kamulaştırıldı. Bu dönemde, Opus Dei'nin İspanya'daki ağırlığının azaldığı söylenebilir. Ancak örgüt, Portekiz'de ve Latin Amerika ülkelerinde de örgütlenerek, bütün diktatörlük rejimlerine kadro, danışmanlık, para yardımı ve ideolojik destek sağlayan büyük bir güç odağı olmuştu. CIA ile "akademik" görünümlü sıkı işbirliğini kurumlaştırdı. Papalık, Katolik muhafazakârlık için oluşturduğu dayanağın yanında güçlü antikomünist misyonu nedeniyle açık destek verdiği Opus Dei'nin statüsünü 1982'deyükselterek, örgüt önderine tarikat başkanlarına mahsus 'piskopos' unvanını bahşetti. "(5)
Yukarıda da belirtildiği gibi, üzerine yapılan çalışmalarda Aydınlar Ocağı Opus Dei'ye benzetiliyor, 12 Eylül'ün neoliberal programının hayata geçirilebilmesi için gereken ideolojik söylemin Ocak tarafından üretildiğine dikkat çekilerek, "Aydınlar Ocağı, Türkiye'nin Opus Dei'sidir" deniliyordu. Oysa daha yakından bakıldığında Opus Dei ile Ocak arasındaki benzerlik, düzenin hegemonya krizini çözme çabasının ötesine geçmiyordu; Türkiye'de Opus Dei'ye benzetilebilecek olan esas örgütlenme ise, 80'li ve 90 yıllarda henüz günümüzdeki gücüne kavuşmamış olan ve fazla dikkat çekmeye cemaatti.
Yeni Rejim ve hegemonya
Aydınlar Ocağı ve Türk-İslam Sentezi, Türkiye'de düzenin Soğuk Savaş'la birlikte başlayan İslamizasyon sürecinin vardığı noktaydı ve bu haliyle kapsamlı bir karşıdevrimci proje olan 12 Eylül'le bağlantısı kaçınılmazdı. Ancak 1990'lı yıllara gelindiğinde, düzen karşıtı bir söylemi dillendiren siyasal İslam'ın ve Kürt hareketinin yükselişiyle birlikte yeni bir hegemonya krizine girildi. Krizle somutlaşan uzun bir on yılın ardından, bu krize bir yanıt arayışı olarak iktidara gelen AKP, basit bir restorasyon projesinin ötesinde, yeni bir rejim inşasına girişti. Bu inşa sürecinde cemaatin sahip olduğu medya gücü ve bu medyada istihdam edilen liberal muhafazakâr entelijansiya büyük bir rol oynadı. Yeni rejim inşasına cemaatin verdiği hegemonya desteği onu Opus Dei'nin muadili yapıyordu, ancak iki örgüdenme arasında bundan daha derin benzerlikler vardı.
Bora ve Çan'ın Opus Dei'ye ilişkin yazdıkları, bu benzerliği anlamamız açısından son derece önemli ipuçları veriyor:
"Örgüt, kadrolaşmada elbette yönetici çekirdek dışında büyük mal sahipleri ve siyasetçilerden çok; her alanda uzman, teknokrat unsurlara ağırlık vermeye yönelmişti. İspanya iç savaşından sonra üniversitelerin yönetiminde etkin bir konum elde ederek özellikle yurtdışı burs, doktora vs. imkânların kullanımını yönlendirmeleri, bu stratejiye büyük yarar sağladı. Sonraki aşamada örgüt bizzat orta ve yüksek öğrenim kurumlan ve yurtları açarak eğitim sektöründeki denetimini kurumlaştırdı. 1950'lerin ortalarından itibaren, artık iletişimden sanayi ve teknolojiye, kamu yönetimine kadar hemen her alanda, iyi yetişmiş genç, parlak kadroların önemli bir bölümü, Opus Dei üyesiydi. Örgüt böylelikle hem devlet üzerindeki etkinliğini, hem de 'partilerüstü' bir görünümle saygınlığını geliştirdi. Bu yapı, Opus Dei'nin kökenindeki Katolik muhafazakârlık temelli otoriter faşizan ideolojinin, siyaseti dışlayan (apolitik), teknokratik, pozitivist bir söylemle ve ahlakla rötuşlanmasını beraberinde getirdi. Bu söylem, kendisini siyasal tercihlerle, terimlerle değil, 'nesnel' bilimsel-mesleki gerekliliklerle ifade ederek otoritenin tartışılmazlığını 'sağduyulu' bir şekilde dayatmaya elverişliydi. "(6)
Anlaşılacağı üzere, Opus Dei, Aydınlar Ocağı'ndan farklı olarak, sadece devletin hegemonya krizine bir yanıt üretmiyor, kendi okulları, yurtlan, dershaneleriyle bir tür paralel devlet de inşa ediyordu. Aydınlar Ocağı'nı değil de cemaati Türkiye'nin Opus Dei'si olarak görmemizi gerektiren tam da buydu işte. Cemaat, yeni rejim inşası sırasında, hegemonik bir söylemin üretilmesine büyük katkı yaptı fakat bununla yetinmedi. Devletin güvenlik aygıtı ve yargı içerisindeki etkinliğiyle bürokrasinin dönüştürülmesinde büyük bir rol oynadı. Sahip olduğu yurtlar, dershaneler ve okullar hem birer doktrinasyon merkezi işlevi gördü hem de buralardan yetişen yüz binlerce öğrenci, aileleriyle birlikte, AKP'nin oy tabanını oluşturdu. Bunun yanı sıra cemaat sahip olduğu dayanışma ağlarıyla, sosyal devletin tasfiye sürecinde ortaya çıkması muhtemel tepkileri de daha baştan önlemeyi başardı; özellikle Ramazan ayında yapılan iaşe yardımları yoksul kitleler nezdinde AKP'nin ve yeni rejimin meşruiyetini sağlamaya büyük bir katkıda bulundu. Sahip olduğu sermaye gücü, geleneksel Türkiye burjuvazisiyle kurduğu ilişkide AKP'nin elini hayli güçlendirdi. Yeni rejim inşasına cemaatin yaptığı en büyük katkı ise özel yetkili mahkemelerde acılan davalar aracılığıyla hem eski rejimin elitlerinin tasfiye edilmesi hem de yeni rejime muhalif bütün unsurların etkisizleştirilmesiydi. Ergenekon, KCK ve Devrimci Karargâh operasyonları bu nedenle gerçekleştirildi. Davaların dayandığı iddianamelerle ise adeta yeni rejimin resmi ideolojisi ve tarihyazımı ortaya konuldu ve eski rejimle ideolojik bir hesaplaşma içerisine girildi.
Yeni rejimin inşasının büyük ölçüde tamamlandığı 2012 Türkiye'sinde siyasi iktidarı elinde tutan AKP ile kültürel-hegemonik iktidarı elinde tutan cemaat arasında kimi gerilimlerin baş göstermeye başladığına dair kimi emareler ortaya çıkmaya başladı. Bunun beraberinde siyasi ve ideolojik bir krizi getirip getirmeyeceğini ise henüz bilmiyoruz. Bu gerilime ilişkin bir beklenti içerisine girip, buradan hareketle bir siyasal strateji çizmek doğru değil elbette; fakat her devrimci siyasal stratejinin, düzen güçleri arasındaki çelişkilere odaklanması ve bu çelişkilerin yoğunlaştığı dönemlerde sürece etkili müdahalelerde bulunmayı amaçlaması gerektiğini de akılda tutmak gerekiyor.
Dipnotlar:
1) Yüksel Taşkın, Anti-Komünizmden Küreselleşme Karşıtlığına Milliyetçi Muhafazakâr Entelijansiya, İletişim Yayınları, 2007, s. 146147.
2) Fatih Yaşlı, "Bir Uzlaşmanın Tarihçesi: Türk Sağı, Devlet ve AKP", Hegemonyadan Diktatoryaya AKP ve Liberal-Muhafazakâr İttifak, der. Çağdaş Sümer, Fatih Yaşlı, Tan Kitabevi Yayınları, 2010
3) Gencay Şayian, İslamiyet ve Siyaset Türkiye Örneği, V Yayınlan, 1987
4) Bozkurt Güvenç, Gencay Şayian, İlhan Tekeli, Şerafettin Turan, Türk-İslam Sentezi, Sarmal Yayınevi, 1991
5) Tanıl Bora ve Kemal Can, Devlet Ocak Dergâh 12 Eylül'den 1990'lara Ülkücü Hareket, İletişim Yayınlan, 2000, s. 158159.
6) Bora ve Can, s. 157158."
Odatv.com
07 Kasım 2012, 14:51
AKP rejimi tarikat- cemaat biçiminde kamufüle edilen bir çeteler cephesidir.
http://www.facebook.com/entegrasyon.komitesi
Türkiye’ de İktidar erkinin yeni ortakları olan tarikatlar, çete kültürünün en üst biçimini temsil ediyorlar. Türkiye çetelerden arınma değil, onların en gelişmiş biçimince yönetiliyor.
AKP rejiminin temel direklerini oluşturan Nakşibendiciler- Nurcular-Fetullahçılar- Süleymancılar ve 12 Eylül cuntacıları Türk İslam sentezinin etrafında kenetlenerek kadrolaşmalarını tamamladılar. Tarikatlar koalisyonundan başka bir şey olmayan AKP’ de hangi bakanın hangi tarikata mensup olması gerektiği, önce dergahlarda konuşulur. Kabinenin yüzde 64′ü, Nakşibendi tarikatının sertlik-yayılmacı yanlıları diye adlandırılan Dergâhları’na mensup. Tayyip Erdoğan da aynı dergâha bağlı. Yüzde 11′sı Nurcu.
AKP rejimi tarikat- cemaat biçiminde kamufüle edilen bir çeteler cephesidir. Fethullahçılardan, Milli Görüş’e, Menzil grubundan Nakşibendilere, Türk Ocakları kökenlilerden Akıncılara, Ülkü Ocakları kökenlilerden Nizam-ı Alemcilere ve daha sayamadığımız bir sürü tarikat, tekke, ocak mensuplarına kadar ortak paydaları, milliyetçi-ırkçı, Türk-İslam sentezidir. Mücahit Akıncıların pan-türkizm temelinde Libya ve şimdi de Suriye topraklarında aktif savaşa katılmaları, Fethullahçıların ve Nakşicilerin Müslüman kardeşler örgütleri ile birleşerek “dünyaya hakim olma” adına Arap rejimlerini kontrol yarışında illerleme göstermeleri, paramiliter İslamist örgütlenmelerin hızla artan faaliyetleri, Erdoğan’ın ve diğer tarikatların “ırkçı, milliyetçi, dinsel gericiliği” birleşince tehlike çanları daha da hızlı çalıyor.
Üst rutbeli subayların çark etmeleri, Türbanlı hatunların önünde süklüm büklüm olmaları tasadüfi değildir. 12 Eylül generallerinin ahlaksızca uydurduğu ve bugün tuhaf biçimde kendisini her alanda ifade eden sözde “ılımlı dindar Atatürk milliyetçiliği” aslında buz gibi ırksal ve dinsel bir omurga üzerinde duruyor: Türklük ve Sünni İslam!
1981 yılında askeri hükümetin Başbakanı Bülent Ulusu’nun Taif’deki İslam zirvesine katılarak, koruyucu İslam kuşağı oluşturulması amacıyla Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan ve Sudan ile kurulan sıcak ilişkiler ve hemen sonrasında A. Gül’ in Arap bankalarının başına getirilmesi bu sürecin hızlandırlmasına takabül eder. İslamiyet, devletin 12 Eylül temelinde gelişen ve dış dinamik tarafından kollanan ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir politik içerikle ele alınıyordu. Öncelikle körfezdeki petrol çıkarlarını düşünen ABD, Suudi Arabistan, Pakistan gibi otoriter rejimlerle yönetilen ancak “kanun dairesinde” hükmünü icra eden İslamcı devletleri destekliyordu. Bu çerçevede “Kanun Dairesinde İslam” Türkiye’de devlet politikası haline gelirken, 12 Eylül sonrası askeri iktidar tarafından yaygınlaştırılan, Rabıta, her köye bir cami, her Türk’ e bir imam, zorunlu din dersleri uygulamalarıyla, bütün güç tarikat ve kahraman mehmetçik ortaklığına veriliyordu.
12 Eylül’ de özellikle baskıcı tarikatlar-cemaatler darbeyi coşkuyla karşılıyorlardı. Askeri kanat tarafından korunan Fethullah Gülen’in ismi o zaman yeni duyulmuşken darbeyi desteklemek için bir sakınca olmadığının fetvasını veriyordu. Şimdiki cumhurbaşkanı A. Gül Hizbullah örgütüne bağlı olarak faaliyet gösteriyor ve 1982 lerde Askeriyenin çekirdek kadroları ile ilişkiye geçiyordu. Daha sonraları ise, cumhurbaşkanlığı ufukta görününce, ilkin Kenan Evren’ i ziyaret ediyordu. Abdullah Gül, Nakşibendi şeyhi Seyyid Abdülhakim dergâhının uzantısı olarak tarikat-cemaat ilişkilerine katılmış ve generallerin adamı olarak Arap petrol dolarlarının transaksiyonlarını gözetleme fonksiyonunu da üstlenmişti. Gerek Millî Görüş hareketinde, gerekse Askeriye, MHP ve uluslararası Müslüman örgütlerle iyi ilişkileri olan bu şahsiyete mazbata verilmesi, örgütlü, planlı bir sürecin parçasıdır. Erdoğan’ın yerine Gül’ ün tercih edilmesinde, Gül’ ün Arap bankaları yoluyla, üst derece Türk general ve devlet yöneticilerinin, MİT ve ordu’nun Rabıta örgütü atrafından finanse edilmesinde de kilit rol oynamasıydı. A. Gül, burada, yalnızca ABD ve Suudiler değil aynı zamanda çete kültürüne sahip Askeriyenin de güvenini alıyordu. Darbeden sonra Fethullah Gülen cemaatine bağlı Sızıntı Dergisi’nin başyazısında, “Ümidimizin tükendiği yerde Hızır gibi imdadımıza koşan Mehmeçik’e bir daha selam duruyoruz” demekle darbecilere selam durmuşlar. Böylece Türkiye’ nin dini çeteleri olan tarikatları darbeyi desteklemekle, hızla gelişme ve büyüme göstermişlerdir. 12 Eylül’ün en önemli ürünlerinden biri işte bu Türk İslam sentezidir. Darbe sonrası siyasetten kültüre, eğitimden idari yapıya kadar her şey, her alan bu ideolojinin ekseninde biçimlendirilmiştir. AKP- Kemalist ordu ittifakı ile, Osmanlı Devleti’nin İslam ümmetçiliğine dayanan fetih ideolojisi yeniden diriltilmektedir. Bu nedenle AKP, ABD’nin desteğiyle içeride ve dışarıda İslam’ı ve Osmanlı mirasını sahiplenerek Sünni İslam ümmetçiliğin bölgede sözcülüğünü üstlenmiştir… AKP iktidarının 3. döneminde Yeni Osmancılık siyasal ve toplumsal hayatın her alanında egemen olmaya başlamıştır. Artık Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yıldönümleri kutlanmakta, Osmanlı’dan kalan etnik, kültürel ve dinsel gelenekler kutsanmaktadır. AKP kongrelerinde “Biz Osmanlıyız” marşları söylenmekte, Osmanlıca Arapça’nın yanında okullarda seçmeli ders olarak okutulmakta, İslam’ı ve Osmanlı’yı yücelten filmler, diziler, oyunlar, müzikler TRT ekranlarında boy göstermekte, otomobillerin camlarına, gümüş takılara, işyerlerinin duvarlarına kadar her yere Osmanlı tuğrası resmedilmektedir.
12 Eylül’den sonra Kemalizm yerine Türk-İslam Sentezi’nin resmi ideoloji haline gelmesi “yeni Osmanlıcılık” akımının yolunu açtı. Türk-İslam Sentezi’nin ana çerçevesi, Türklerin öncülüğünde “İslam birliğini kurmak, geliştirmek ve Osmanlı’dan miras olarak bu işlevi devir ve teslim almak, ahlak ve kültür öğelerini, uzun vadeli bir plan içinde din temeline dayalı” olarak biçimlendirilmişti.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden beri Türk-İslam sentezi ve bunun içerisinde de İslam’ın sadece bir kolu Hanefi mezhebi… Onun dışındakileri yok saymış ve insanlara ‘ancak benim size önereceğim din dindir’ baskısı yapmıştır.
Günümüzde hem dini hem de ırki düşünsel sentezin oluşturduğu Türk-İslam ideolojisinin Neo-Osmanlıcı zihniyetin örneğini, Türkiye’de 10 yıldan fazladır iktidar olan AKP hükümeti oluşturmaktadır. TC’nin kuruluşundan 2002′ye kadar sadece etnik Türkçülük ağırlıklı ırkçı bir hegemonya gerçekliği söz konusuydu. Bu hegemonik sürecin soykırım uygulamalarına en fazla maruz kalan bütün Anadolu halklarıdır. Asker-polis sopasına dayalı jakoben rejimi, şimdi yerini Türk-İslam sentezinden oluşan Yeşilci Irkçılığa bıraktı. Yani AKP şahsında hegemonik sistem kendisini yenileyerek çağın koşullarına göre uyarladı. AKP, Türk devletinin kuruluş felsefesinin gereklerinden olan Anadolu ve Trakyada ki etnik temizlik sürecini yeniden canlandırıp sonuca götürme projesini yüklediği misyonla hareket ediyor.
Yeşil Türkçülük ideolojisi, Türkiye’de Türk-İslam sentezi biçiminde kendisini bir formasyona kavuşturdu. Bu örgütleme hızla 60′lı yıllardan sonra kendisini Türkiye’ye taşırarak modernizme karşı mücadele dernekleri biçiminde devlet destekli bir örgütlülüğe kavuşturdu. Gülen cemaatinin liderinin bu derneklerden birinin başı olduğu birçok kesim tarafından da biliniyor. Aynı zamanda bugün TC Başbakanı olan Tayyip Erdoğan’ın aynı anlayışı temsil eden Türk Milli Talebe Birliği geleneğinden geldiği de diğer önemli bir ayrıntıdır. 12 Eylül askeri cuntası da en çok bu Yeşil Türkçü ırkçı ideolojiye yaradı. Bu cemaat tipi örgütlemenin güçlenmesi için devletin tüm imkanları cunta lideri Evren tarafından seferber edildi
AKP, Türk-İslam Sentezini seçerken, bu sentezin Avrupa’ da varolan yöneticilerin zaaflarından en iyi faydalanma olanaklarını sağladığını, kendilerini temiz dindarlar olarak lanse eden onbinlerce tarikatçı kadronun, Avrupa kanunlarının en zayıf noktalarına dayanarak kendilerine güç sağlayacağını, Avrupa’nın şimdiki zayıf yöneticilerini din-iman-hümanizma adına ekarte edeceğini, aynen 1300-1450 yıllarındaki katolik ve ortodoks yöneticilerinin durumuna benzer bir duruma yol açacağını iyi biliyorlar. Yığınlarla akın eden müslüman göçmenlerin taşıdıkları yıkıcı fonksiyon ‘din işleri’, insan hakları adı altında kamüfüle edilirerek, ümmet bilinci bu defa da orta Avrupa’ da yayılmanın temel aracı haline getiriliyor. Ms. 1300 yıllarında Katolikler kendi gemileri ile Rumelin’ ne göçmen Müslümanları taşıyorlardı, çünkü o zaman en büyükü rakipleri olan Ortodoksları zayıflatmak istiyorlardı. Vatikan, Osmanlı’ nın Avrupa’ya ayak basmasını sağlayan ilk güç idi. Şimdilerde ise çoğu Avrupa partileri aynen o zamanın Katolikleri gibi, uygarlığı yıkmak için Müslüman göçmenlerin yıkıcı fonksiyonlarından meddet ummaya başladılar.
‘ 2071 yılı yeni hedefimizdir’ diye bas bas bağıran Recep Erdoğan’ ın, bununlan neyi kastettiği çoğu kişinin gözünden kaçtı.
1071 Anadolu, 2071 Avrupa!
Erdoğan’ın 2071”nin ruhunu anlamak için, Avrupa’lıların fazla kafa yormalarına gerek kalmıyor. Osmanlı’dan neo-Osmanlı’ya, Türkçüsüyle İslâmcısıyla Türk-İslâm sentezi tam tekmil. Ordusuyla, tarikatlarıyla, cemaatleriyle…, liberalleriyle her şey ortada. Her fatih gibi AKP de fütuhatını komuta ettiği kalabalık orduya borçlu. O halde, “komuta”nın nasıl işlediğinin yanısıra, o “kalabalık ordu”nun yapısına ve maddî-manevî teçhizatına yakından bakalım. Elbette vurucu gücünden, akıncılardan başlayarak. Öyle olunca da gelsin hak gaspları, peşkeş, alicengiz ve rant,kara para zaten hep orada. “Her köye cami” kampanyası, ilahiyat seferberliği de bonusu. “Anavatan”da ne yapılıyorsa “gurbet vatan”da da yapılıyor. Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca Sünni Türkler dışında kalan hiçbir unsur için hiçbir zaman güven içerisinde ve kimliğiyle gurur duyacağı bir yurt olamadı. Ama daha da kötüsü; bu sözde tekleştirilmiş yurt, egemenliği başkalarıyla paylaşmama andını her Allah’ın günü tekrar etmenin yenmeye yetmediği bir korku nedeniyle hiçbir zaman gerçek anlamda Türk’ün de yurdu olamadı.
Türkiye halkına ne yapılıyorsa Avrupa halkına da o yapılıcaktır. Giriş, gelişme, sonuç: Fetih, işgal, ilhak…
Tıpkı 1950’lerde Menderes’li Demokrat Parti’nin icad ettiği, sonrasında Millî Görüş’ün devraldığı, şimdi de AKP’nin sahip çıktığı yüz kızartıcı kılıç-kalkan-cihad teorileri neo-Osmanlıya doğru iman köprüsü kuruyor. Avrupa’ya –ve temsil ettiği mihraklara– da âdet olduğu üzere “kahpe” rolü düşüyor. Bütün bunlar olurken “ecdadımız”dan tevarüs ettiğimiz bilinçdışı “sır”lar da ifşa oluyor.
AKP VE AVRUPA FLÖRTÜ
Sokaktaki hızla artan başörtüsü ve islam okulları, kuran kursları, yüksek minareler, politik islam tarafından yönlendirilen kitleye göre, Avrupa kentlerinin sembolik bir işgalidir.
Avrupa şartlarında entegrasyon, her tarafa cami kurmak, kuran kursu açmak, imam göndermek, kadınlara türban-çarşaf giydirmekle olamaz. Avrupa’da din -kültür eğitimi adına tarikatların denetiminde cahil kitleleri kışkırtıp, onları beraber yaşadıkları toplumlara düşman etmek entegrasyon değildir. Bulunduğu, yaşadığı yere ne kadar ters, yabancı, uyumsuz adet ve görenekler varsa, onları oranın halkına karşı birer provakasyon aracı olarak kullanmakla entegre olunamaz. Milyonlarca başörtü ve islam okulları, kuran kursları ve onbinlerce dini militanın oluşturduğu tarikatlar, minareli camiler, neyi amaçlıyor ? Bu, Avrupa insanı için bu bir provakasyondan başka bir şey değildir.
Aile birleşimi, Avrupa açısından bir felaket dalgası olmuştur. Bu yeni göç sosyal anlamda, kadınların birer kağıt parçası olarak kullanılıp, ilkel anlamda, adına evlilik denilerek, kabile dönemine takabül eden aile zorlamaları ve parayla satın alınan kadınların üzerinden yapılan, milyonlarca insanın Avrupa’ ya sokulmasını hedefleyen, iş migrasyonu ile ilişkisi olmayan bir katastrofdan başka bir şey değildir. Bu yeni fenomenle ikinci kuşak veya parazit damatlar sınıfı denilen dejenere tabakanın da Avrupa’da ortaya çıkması bir realite olmuştur. Bundan sonra göçmenlerin entegrasyon meselesi tam bir felaket halini alacaktır. Bir yandan süren göç ve uyumsuz kuşaklar sorunu, diğer yandan da artan işsizlik, Müslüman ülkelerin de bu insanları kendi çıkarları için birer işgalci olarak örgütleme çabaları, yeni bir felaketin ortaya çıkmasına yol açacaktır.
Bu dönemde, Avrupa görünmez mekânlara çekilmiş olan mescitlerin mekân değiştirmesine ve yeni camilerin yapılmasına sahne oluyor. Damatlar kuşağı, Avrupa! da var olan bütün haklara bedavadan konmuş, hiç bir şekilde, hiç bir hak ve hukuk için bir nebze olsa da çaba göstermemiştir, kandınlar kandırılıp oturumlar alınmış ve sonra da bu kadınlar sokağa atılmıştır. Bugün Berlin şehrinde Türkler arasında ki boşanma sayısının Alman toplumundan daha yüksek oluşu bunun kısa bir özetidir.
Tarikatlarca örgütlenen uyumsuz kitle, hemen kendi kültürünü yaşatmak adına camiler ve Kur’an kurslarının açılmasına başlamış ve kendilerini birer kolonist olarak görmüşlerdir.
Sosyal anlamda geri kalan kitlenin kendilerinin de tam anlamadıkları ‘kimliklerini’ vurgulamaları, minareli cami ve başörtüsü gibi sembollerle görünür hale gelmeleri entegrasyona karşı bir direnişi ve toplumdan yalıtlanmayı ifade etmektedir. Yalıtlanmışlık ve uyumsuzluk göstergesi olan bu semboller, hoşgörü sınırlarını da zorlamaktadır. Bedavadan, akın akın Avrupa ya akan Müslümanlar, Avrupa ülkelerinde kendilerini artık birer kolonist olarak görüyor ve doğal olarak da sosyo-kültürel uyumu red etmektedirler.
ENTEGRASYON MU, YIKIM MI?
Türkiye’nin Avrupa’ya entegrasyonu için, AB‘ne üyeliği için, ilk etapta Avrupa ülkelerinde 30-40 yıldan beri yaşayanların entegrasyonu zorunlu bir koşuldur. Tersi mümkün değildir. Yani Avrupa içinde bağımsız adacıklar yaratarak, kapalı alanlarla, uzaktan da iyice palazlanan dinci bir rejimi davet etmek, entegrasyon değil, yıkım sürecine girmektir.
Entegrasyon uluslararası ilişkilerde aralarında karşılıklı bağımlılık bulnan birimlerin ayrıyken sahip olamadıkları özellikleri biraraya gelip elde etme girişimidir, entegrasyonun amaçları,barışı korumak, daha büyük kapasitelere ulaşamak, belli spesifik görevler üstlenmek-ve yeni bir kimlik kazanmaktır. Ama şimdi olan bunun tam tersidir. Eğitimsiz cahil kesimlerinin Avrupa’ya sokularak, Avrupa’ da yabani-ilkel bir imajın yaratılması, Türkiye’nin AB’ ye üyeliğinin önünden en büyük engellerden biri haline gelmiştir.
Türkiye’nin AB’ ne katılımının önünden en büyük engel, sadece Türkiye’de ki AKP rejimi ve askeri kanatların takip ettikleri anti-Avrupai politika değil, aynı zamanda onların uzantısı olarak örgütlenen tarikatlar tarafından kontrol edilen göçmenlerin yarattığı ortamdır. Avrupa’nın muhtelif kentlerindeki ortaya çıkan görüntü ve oluşum tam manasıyla bir rezalettir…Aşiret -kabile aşamasına saplanıp kalmış milyonlarca insan zihinsel gettolaşmanın bir sonucu olarak Avrupa’daki hiç bir toplumla kaynaşamıyor. Gece gündüz Türküm- Müslümanım demekten başka bir şey bilmeyen kör cahiller, gelişen ve değişen şartlara uyum gösterememe ve fikri olarak gelişip değişememeye bağlı devam eden bu sorun olarak büyüyorlar. Tarikatlar tarafından kışkırtılan cahil yığınlar sosyal ve siyasal gelişimini bir adım bile ileri götürememiş ve gettolaşmayı bir norm haline getirmişlerdir. Mahalleler, kahvehaneler,dinci-ırki cami-dernek-vakıf ve cemiyetler Müslüman ülkelerden aldıkları desteklerle bu zihinsel gettolaşmayı gerçekleştirmektedirler. İsviçre’nin Basel kentini alırsak, burada tam 26 İslamci ırkçı tarikat faaliyet gösteriyor. Bunlar buraya tesadüfen gelmiş her insanın başına çullanıp onu kafa kola almaya çalışıyor, kısacası onun İsviçre hakkında tarafsız bilgi ve algılama olanaklarını tamamıyla sıfıra indiriyorlar. Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde bu tür ilkel göçmenlerin tavırları ve bunun entegrasyon sürecindeki rolü tamamıyla fataldır.
Dünyanın en geri tarikatlarının destekçisi olan hükümetler ise, Turkiye’nin AB’ne uye olabilmesi icin gerekli bir dizi siyasi, ekonomik ve kulturel reformlar yapma yerine, cahil kitlelerden umut beklermişçesine, bunların hiçbirini gercekleştirememiş, aksine zaman kazanarak Avrupanın iyi olan adet ve örflerini de yok etmeye çalışmaktadırlar.
Turgut Özal 1980 lerde: ‘Biz Avrupadaki nüfusumuza güveniyoruz, diğer şeyler bizim için arka planda gelir….’, diyordu
Erbakan ise: ‘ Avrupayı içerden Müslüman ve Türkleştireceğiz…’
Erdoğan ise: ‘.. Minareler gelecekte Avrupa’nın her sokağını süsleyecektir…’ Aynı Erdoğan: …’ ..minareler bizim füzelerimizdir demekten de geri kalmadı.
Bu kafalarca Avrupaya sürülen milyonlarca Türkün Avrupa’daki varlığı da bu anlamda yeni bir boyut kazanmaktadır. Osmanlıcı AKP – Milli görüş- Nurcu- Süleymancı- Nakşibendici- Fetullahçı örgütlerin kontrolundaki yığınların Avrupa’ya entegrasyonu değil, tehlike halini almış varlıkları somut bir problem halini almıştır. AKP’ nin asker sivil diktası, gelinen noktada artık yeni planlarla meşgul. Dejenere olmuş kriminal, kimliksiz kara cahil kitlenin Avrupa topraklarına nasıl sokulacağının planları AKP için artık tek opsiyon. Kanuni’den beri gerçekleşememiş hayaller şimdi gerçekleşebilir! İslamist AKP çeteleri bar bar bağırıyor: ”….Avrupa nüfüsu giderek hızla azalıyor, bunun karşısında müslüman nüfüsu ile hazır duruma geçmeli ve ‘allah,’allah’ diye bağırarak AB’ ye girmeliyiz!. Osmanlı padişahlığının modern bir şekli olması düşünülen başkanlık sistemine özenen Erdoğan ise kadınlara en az 5 çocuk yapın demeye hazırlanıyor.!
Sevgi ve Saygılarla
Entegrasyon Komitesi İsviçre- Vevey
Esin Duran, N. Gök,
Sezer Aşkın,
Melahat Baykara,
Uğur Demir
Bedri Engin,
Selma Altuntaş,
Filiz Serin,
Vedat Koçak,
Salih Birdal,
Mustafa Gur,
Hasan Zafer
Bahar Ünsal
Osman Bahar
Ayse bahar
Metin Maslak
H. Maslak
Dilek Solak
zeynep içkaya
Sevda maslak
Sercan Gezmiş
İpek Doğan
Nazım Doğan
Murat Doğan
esin erkan
Beyhan erdem
n. erdem
İsmail Deniz
Ayten BARAK
Ugur Birdal
Ahmet Tan
Yıldırım Kongar
Selma Kongar
Birol Aytekin
Hatice Gül
Ibrahim Erkin
Kemal erdem
Rıza Akdemir
Mehmet Coskun
Hüseyin demir
fethi killi
Yeliz Ender
Mustafa Ender
Ugur Basak
Kemal Dektaş
Ayten Ilkdal
Nuri Aktanır
Metin Koc
Sevgi Ender
Burcu Kanter
Aysel kanter
Erol kanter
Layla SOLGUN
Orkun Keskin
T. Vural
Oğuz şen
Nur Şen
Ismail çaykara
Burhan Orkal
D. Kahan
Seher Yıldız
Esra akkaya
Mehmet Uzan
Yeliz IŞIK
Seyhan İlknur
Osman Çekiç
http://www.facebook.com/entegrasyon.komitesi