MEYVE TADINDA ROMANLAR – Fazlı KÖKSAL
Her kitap okuyucusu, kitap üzerine düşünür mutlaka. Kitabı müzikle, resimle, doğayla, kainatla , insanla, başka varlıklarla ve eylemlerle kıyaslayanlar olmuştur. Ve benzetenler… Mesela Nermi UYGUR “Benzetişler” başlıklı denemesinde; “Kitap Aynadır”, Kitap Arkadaştır.”, “Kitap Çağrıdır”, “Kitap Penceredir”, “Kitap İnsandır”, “Kitap Besindir”, “Kitap Gömüdür”, “Kitap Sağlık Yoludur”, “Kitap Ağaçtır”, “Kitap Denizdir”, “Kitap Evrendir” alt başlıkları açmış ve bu benzetişlerini gerekçelendirmiştir[1]…
Kitap okuma uğruna gözlerini kaybeden Cemil MERİÇ de; “Kitap Limandır”, “Kitap istikbale yollanan mektup”, “Denize atılan bir şişe her kitap”, “Çocuğum, çocuklarım”, “Kitap kainata açılan kapı” benzetmeleriyle tanımlamıştır kitabı…
Ben de kitapları özellikle de romanları meyveye benzetirim… Farklı lezzette, farklı güzellikte, farklı iklimlerde yetişen, tatları, kokuları, rayihaları farklı meyvelere…
Bazı meyveler çok tatlı çok yumuşaktır… Tazeyken de lezizdir kurutulunca da… İncir gibi… Hele ilaç görmemiş dağ incirini, yeşil –sarı arası tatlı bardacıkları bulabilirseniz yemenin tadına doyulmaz… Yemesi de zevkli ve kolaydır… Her yaşa da hitap eder… Tıpkı Reşat Nuri Güntekin’in, Refik Halit Karay’ın, Kemal Tahir’in, Ömer Seyfettin’in, Orhan Kemal’in romanları gibi… Çocukken okurken aldığınız hazzı, gençken de hissedebilirsiniz, yaş kemale erince de, yaşlanınca da…
Bazı meyveleri yemek, sabır ister, çaba ister… Mesela; nar… Kabuğunu soyacaksınız, üstünüzü başınızı leke yapmadan taneleyeceksiniz, sonra lezzetine vararak yavaş yavaş yiyeceksiniz… Belki yerken çekirdeklerinden rahatsız olacaksınız… Ama müthiş zevk de alacaksınız… Bitirdiğinizde o rayihayı hiç unutmayacaksınız…. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü , Peyami Safa’nın Yalnızız’ını okumak da aynı nar yemek gibidir… Başlangıçta zorlanırsınız, sabırla okumaya devam ederseniz, edebilirseniz, her sayfasında, hatta her satırında ihtimam gösterirseniz alacağınız lezzet müthiştir… Ve O tadı hiç unutamazsınız…
Bazı meyveler iz bırakır… Yerken elinizi, ağzınızı o meyvenin salgıladığı boya boyar… O meyveleri yediğinizi herkes anlar… Karadut gibi, taze ceviz gibi… Bazı kitaplar da okuyanda derin izler bırakır… Roman, okuyucusunu o kadar etkiler ki, okuyucu çocuğuna roman kahramanının ismini koyar…Mesela Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümü romanının kahramanları Kürşat ve Almıla onbinlerce kişiye isim olmuştur… Ben de ilk kızıma Almıla ismini vermek istemiş, ama ailemin itirazı üzerine verememiştim… Güntülü ismi de Atsız’ın Ruh Adam romanının yayınından sonra konmaya başlayan bir isimdir… İnce Memed’den etkilenen pek çok okuyucu da çocuğuna Memed (“h”siz) ismi vermiştir… “İnce Memed” olarak nüfusa kaydettiren de çok olmuştur…
Bazı meyveler tatlı değildir… Ayrı bir lezzettir; ekşidir, mayhoşdur, hatta bazılarına göre acıdır… Ama hayatın gerçeğidir… Can eriği, ekşi elma, goruk, greyfurt bu tür meyvelerden ilk aklıma gelenler.. Bazı romanlarda da üzüntü, elem, keder, acı, gözyaşı hakimdir… Okurken gözyaşlarınızı tutamazsınız, onların acılarını içinizde hissedersiniz… Mesela; Cengiz Dağcı’nın Kırım Türkü’nün sürgünlerini, acılarını, vatan hasretini anlattığı kitapları “Korkunç Yıllar”, “Yurdunu Kaybeden Adam”, “Badem Dalına Asılı Bebekler”, “Ölüm ve Korku Günleri”[2] , Ayşe Kulin’in Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Bosna'da yaşanan insanlık dışı olayları kadın duyarlılığı ile aktardığı “Sevdalinka”sı, Zülfü Livaneli’nin Yahudi Soykırımını ve Nazi Almanyası saflarında çarpışan Kırım Türklerinden oluşan Mavi Alay’ın hazin macerasını anlattığı Serenad’ı ve hiç şüphesiz Halit Hüseyni'nin (Khaled Hosseini) çok farklı romanı, Uçurtma Avcısı… Ekşi meyve tadındaki romanlardan ilk aklıma gelenler… Listeye Reşat Nuri’nin Acımak’ı, Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar’ı gibi onlarca romanı eklemek de mümkün…
Bazı meyveler gençlere mahsustur… Kütür kütür Amasya Elmasını , Ekmek Ayvasını çocukken yiyemezsiniz… Yaşlanınca da dişiniz kesmez…Yine yiyemezsiniz… Tıpkı genç yaşlarda okunan; Jules Verne’in, Jack Landon’un, Oğuz Özdeş’in, Abullah Ziya Kozanoğlu’nun, İpek Ongun’unromanları gibi…
Bazı meyveleri sevmeseniz de, daha önce tadına bakmamış olsanız da, hem reklamı tanıtımı iyi yapıldığı için hem de merak ettiğiniz için, yemek zorunda hissedersiniz… Yersiniz ama hoşlanmazsınız, tadı yabancı gelir… Çoğu zaman da bitiremezsiniz… Ama bir süre sonra acaba tadını mı alamadım diye düşünerek yeniden yemeyi denersiniz….Bazı tropikal meyveler gibi…Mesela Avakodo… Defalarca yemeye çalışmama rağmen sev(e)medim… Orhan Pamuk’un her kitabını da, reklam kampanyalarının etkisiyle aldım… Defalarca deneme rağmen çoğunu bitiremedim… Aynı Avakado’yu hiçbir seferinde tamamen yiyemediğim gibi…
Bazı meyvelerin tamamını bir seferde yemeniz mümkün değildir… Mesela karpuz ve kavun gibi… Bir dilimini keser yersiniz… Tatlıdır, suludur, lezizdir… Yemediğiniz bölümünü buzdolabına kaldırırsınız, ertesi gün ikinci dilimi kestiğinizde ilk günkü tadı bulamazsınız… Üçüncü dördüncü günde, ilk günkü lezzetten eser kalmamıştır… Nihayetinde kaldırır atarsınız… Nehir romanlar olarak tanımlanan birbirinin devamı niteliğindeki romanları da büyük meyvelerin dilimlerine benzetirim. Romancı duyarlılığı ile iyi kurgulanan ilk kitaplar genelde güzeldir. Kitabın tutması üzerine ticari kaygılarla birinci kitabın devamı niteliğinde yazılanlarda aynı lezzeti bulamazsınız… Mesela Henri Charrierie'nin yaşam öyküsünü anlattığı otobiyografik romanı “Kelebek”in milyonlarca satması üzerine yayıncıların isteği üzerine kaleme aldığı O’nun devamı niteliğindeki romanı “Banko”da okuyucu aynı lezzeti bulamadı… Keza Yaşar Kemal’in “İnce Memed”indeki gerçeklik, duyarlılık, akıcılık, ticari kaygılarla kaleme alınan İnce Memed’in devamı niteliğindeki “İnce Memed 2,3,4” de yoktur… Benzer durumu Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Anadolu’nun Türkleşme İslamlaşma sürecini anlattığı nehir romanları Kilit, Anahtar, Kapı, Konak, Çatı isimleriyle başlayan ve toplam 12 cilti bulan nehir romanlarında da görürüz… Kilit ve Anahtar konusu, anlatım tarzı ve akıcılığı ile okuyucuyu sararken serinin üçüncü kitabı olan Konak’tan sonraki romanlarda konudaki zorlama, kahramanlarının yapaylığı, romancılıktan ziyade ideolojik tarih probagandistliğin ön plana çıkması okuyucuyu yorar… Serinin ilk kitaplarını bir solukta, elden bırakmadan okumama karşılık, Konak’tan sonraki 2-3 kitabı zorlanarak okudum..Daha sonra da seriyi okumayı bıraktım…
Ancak; başlangıçta tek ve kapsamlı bir kitap olarak kurgulanan, ara vermeden kaleme alınan, fakat romanın çok uzun olması nedeniyle ciltlere bölünerek yayınlanmak zorunda kalan nehir romanları bu kapsamın dışında tutmak gerekir…. Bunun en güzel örneği de Hasan İzzettin Dinamo’nun İstiklal Savaşımızı anlattığı 8 ciltten oluşan[3] “Kutsal İsyan”isimli romanıdır… Sekiz cilt olmasına rağmen, baştan sonra aynı akıcılıkla giden, okuyucuyu sarıp sarmalayan nadir nehir romanlardandır…
Bazıları her meyveyi sevmez.… Elma ve mandalina dışında bir meyve yemeyen bir arkadaşım var mesela… Annem de muzu hiç sevmez, ağzına almaz.. Bazıları da her meyveyi yer ama bazılarını çok severek yer… Okuyucu kitap ilişkisinde de aynı durum geçerlidir… Bir yazarın ilk kitabını beğenirsek, üslubunu seversek, genelde diğer kitaplarını da alırız. Benim okumalarım da öyledir… Çok sevdiğim yazarların; Dostoyovski’nin, Tolstoy’un, E.Hemingway’in, B. Shaw’ın, Attila İlhan’ın, Peyami Safa’nın, Kemal Tahir’in, Refik Halit Karay’ın [4], Tarık Buğra’nın, Cengiz Aytmatov’un, Emine Işınsu’nun tüm romanları vardır kitaplığımda… İhsan Oktay ANAR’ın romanlarıyla yeni tanıştım ve etkilendim… O’da kitaplığımın demirbaşı olmaya aday.
Bazı meyveleri ait olduğu topraklar dışında yetiştirdiğinizde, çoğu zaman aynı kalitede ürün alamazsınız… Tropikal meyveleri ülkemizde de yetiştiriyorlar, ama genellikle aynı tadı almanız mümkün olmuyor. Malatya’nın şekerpare kayısısını da başka bir yörede aynı vasıfta yetiştiremiyorsunuz. Keza Iğdır kayısısını, Yeşilyurt kirazını da ülkemizin başka yerlerinde aynı kalitede yetiştirmek çok zor… Araştıran, topraktan, ağaçtan, meyveden iyi anlayan bahçıvanlar bu genellemenin istisnası oluyor…
Tercüme kitaplar da ait oldukları topraklar dışında yetiştirilen meyvelere benzer… Hiçbir kitabı tam olarak çevirmek mümkün değildir… Kitap tercüme edilince, yalnızca yazarın eseri olmaktan çıkar, yazar ve çevirmenin ortak eseri olur. Tema yazara aittir, üslup ve anlatım çevirmene, yani bahçıvana… Can Yücel; “Çeviri kadın gibidir: güzeli sadık, sadığı güzel olmaz.” Derken ne kadar haklıdır… Yıllar önce Knut Hamsun’un bir kitabını almıştım; Dünya Nimeti. Behçet Necatigil’in Türkçemize kazandırdığı kitabı müthiş haz alarak okumuştum.. Behçet Necatigil’in şiirsi çevirisinin, romandan zevk almamda ne büyük payı olduğunu Knut Hamsun’un ikinci kitabını okumaya çalışınca anladım… Knut Hamsun’un Dünya Nimeti’ni okurken duyduğum haz, O’nun Açlık isimli romanını da almama neden oldu.. Ama Açlık’ı okuyamadım, çünkü çeviri başkasına aitti ve berbattı…
Orta Okulda iken Türkçe Hocam Mustafa Dinçer bana Dostoyevski okumamı önermişti ve ilave etmişti; “bulabilirsen Nihal Yalaza Taluy’un çevirisi olsun.” Benim Dostoyevski ile bilahare de diğer Rus romancılarla tanışıklığım Nihal Yalaza Taluy’un çevirileri ile başladı. Nihal Yalaza Taluy’un çevirilerinden aldığım tadı, diğer mütercimlerin Rus Yazarlardan yaptıkları çevirilerde bulamadım[5]. Amerikalı yazarlardan yapılan çevirilerde favorim bir başka Nihal’dır; Nihal Yeğinobalı…. John Steinbeck, Pearl S. Buck, Oscar Wilde ve Mark Twain’i Onun çevirilerinden tanıdım… İngilizce’den çevirilerde Seçkin Selvi, Fatih Özgüven ve Tomris Uyar da önemli ve ciddi isimlerdir…
Almanca Tercümelerde Behçet Necatigil’in, Fransızca Çevirilerde Cemal Süreya’nın üzerine yoktur. Ne yazık ki, Cemal Süreya çok az roman çevirmiştir… Kısacası, çeviri romanda, çevirmen de romancı kadar önemlidir… Onun için tercüme kitapları alırken, öncelikle beğendiğim çevirmenlerin çevirdiği kitaplarını almaya çalışırım, çevirmeni araştırırım.… Bir kanaate varamazsam kitapçılarda 5-10 sayfasını okurum, beğenmezsem sahafların yolunu tutar eski baskıları araştırırım. Yine de bir sonuç alamazsam çevirilerden kalın olanını tercih ederim.. [6]
Kırsal nüfusun çoğunlukta bulunduğu, meyve üretiminin sınırlı olduğu, meyvelerin ulusal pazara sevk edilemediği dönemlerde Anadolu’da çokça tüketilen; alıç, muşmula, ahlat, hannup gibi meyveleri artık pazarda bulmak pek mümkün değil… Bulmak için özel çaba göstermek gerekiyor… Tıpkı köy nüfusunun ağırlıkta olduğu dönemlerde yazılan köy romanları gibi… Nüfus yapısındaki değişimle birlikte, bir zamanın çok satan “sosyal gerçekçi” köy romanları da yok oldu… … Köy romanları konusunda Attila İlhan haklı çıktı[7]…Bir zamanların en çok okunan romancıları; Fakir Baykurt’un, Bekir Yıldız’ın, Talip Apaydın’ın, Mahmut Makal’ın kitapları ancak sahaflarda bulunabiliyor. Çünkü, bu romanlarda anlatılanlar artık toplumun çok büyük kesimine uzay romanından daha yabancı...
Önce kâr diyen kapitalizm pek çok şey gibi meyvelerimizi de bozdu, hormonla şişirilmiş meyveler, kabak aşısı karpuzlar piyasayı sarınca, toplumda organik meyve merakı başladı. Dün kimsenin yüzüne bakmadığı kurtlu elmalar, şekilsiz armutlar rağbete bindi… Edebiyat dünyasında da yazıldıkları dönemde kıymeti bilinmeyen, yazdıklarını yayınlayacak yayınevi bulamayan bazı yazarlar, bir eleştirmenin, bir yayınevinin dikkatini çekince yıllar sonra değeri anlaşılıp gündeme gelebiliyor, yaşarken hiç basımı yapıl(a)mayan kitapları öldükten sonra onlarca baskı yapabiliyor…. Mesela Ahmet Hamdi TANPINAR, Mesela Yusuf Atılgan, Mesela Bahaettin Özkişi…
Sayamadığım, özelliklerine vurgu yapamadığım, adlarını dahi duymadığım binlerce çeşit meyve var…. Muz, ananas, üzüm, yaban mersini, keçi boynuzu, mandalin, portakal, çilek, armut, ayva, şeftali, nektarin, mango… Ve her birinin onlarca çeşidi… Mesela üzüm; razaki, çavuş, keçi memesi, gül, kalecik karası, parmak, dirmit, müşküle, kardinal, Hasandede, hafızali, narince, öküzgözü, Besni, sultani, ata sarısı, karalık …. Mesela Armut; deveci, Ankara, dalkıran, yağ, akça, destebasan, wiliams, santa maria, bahri bey, etruşka, naşi, bardak, bozdoğan, Hamza ağa, katırbaş… Aynı gibi gözüken meyvelerin lezzeti, kokusu, sertliği, dayanıklılığı, kullanım alanı nasıl farklı farklı ise, Roman ve Romancılarda o kadar farklıdır…. Konusu ile, üslubu ile, anlatım tarzı ile…. Goethe, Balzac, Gorki, Sthendal, A.Gide, Hans Fallada, A.Dumas, Marguez, Namık Kemal, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Safiye Erol, Yakup Kadri, Halide Edip, Kemal Bilbaşar, Necati Cumalı, Ahmet Altan, Yılmaz Gürbüz, Ahmet Ümit, Elif Şafak, İskender Pala ve onbinlercesi… Ben lezzetini bilmediğim her meyvenin tadına bakmak, okuma imkanı bulamadığım her yazardan birer roman okumak isterdim… Ne yazık ki mümkün değil..
Meyve sevmeyen insanlar da var etrafımda, meyveyi sevenler de… Aynı kitap okumayı sevenler ve sevmeyenler olduğu gibi… Meyveyi sevmeyenlerde iki özelliğin ön plana çıktığını gözlemledim; ya ailelerinde meyve yeme alışkanlığı yoktur, ya da ilk yedikleri meyve hoşlarına gitmemiştir. Meyveden soğumuşlardır. Kitap okumayı sevmeyenler de, ya kitap okunmayan evde büyümüşlerdir, ya da; ilk okudukları kitabı zorla, sevmeden okumuşlardır… Ben o konuda çok şanslıydım; çok kitap okunan bir evde büyüdüm. İlk tanıştığım yazarları (Kemalettin Tuğcu ve Ömer Seyfettin) da çok sevdim. Dolayısıyla kitapları…
Umarım gelecek kuşaklar meyveleri de kitapları da çok severler…
Yine umarım ki, ülkemin çocukları; sağlığa zararlı kimyasal içerikli abur-cuburlar yerine meyve yerler… Bilgisayar oyunları ile oynamak yerine kitap okurlar…
[1] Nermi Uygur; Tadı Damağımda Yapı Kredi Yayınları 1995
[2] Bu kitaplardan ikisi, Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam, diğer eserlerine göre üslup açısından çok daha ileri düzeydeydi. Bu iki romanından aldığım zevki diğer kitaplarından almadım, alamadım. Sonradan öğrendim ki, bu iki kitabı Ziya Osman Saba redakte etmiş… Redakte ederken bile Türkçeye hakimiyetini konuşturmuş, üsluba katkı sunmuş…
[3] Cilt kalınlıklarının farklı tutulması nedeniyle, 7 ciltten ve 5 ciltten oluşan baskıları da vardır.
[4] Bahsettiğim Refik Halit Karay’ın kitaplarının eski baskıları. Dilini sadeleştirdikleri (!) yeni baskılar tam bir rezalet. Resmen katletmişler Refik Halit Karay’ı.
[5] Nihal Yalaza Taluy, klasiklerin nasıl çevrilmesi gerektiğine ilişkin görüşlerini 1943 yılında Tercüme dergisinin 71. sayısında şöyle dile getirmiş: "Hiç olmazsa klasik eserlerin tercümesinde laubali olmayalım. Çünkü onları okuyacak olanlar yalnız yolculuk esnasında trende ve vapurda vakit öldürmek veya bir şey okumuş olmak için alınan 25 kuruşluk kitap serilerinin dalgın ve müsamahakâr karii değil, dünya edebiyatını öğrenmek isteyenlerdir. Bunlar arasında bilhassa da genç nesil vardır. Onlara, her şeyin en iyisini, en temizini ve en doğrusunu vermek borcumuzdur."
[6] Son yıllarda romanları kısaltma modası çıktı. Bazı yayınevleri çeviri kitaplardan bazı bölümleri atıyorlar, hatta romanın özetini çıkarıyorlar. Orijinali 600 sayfa olan bir romanın 600 sayfalık çevirisini de 300 sayfalık çevirisini de görmek mümkün. Dolayısıyla en kalın çeviri en az makaslanmış çeviri demektir aynı zamanda
[7] "1970'lerde köy romancılığı yaygındı. Halbuki şehirleşmeyi yaşıyorduk . Hiçbir eleştirmen çıkıp da, " siz ne yapıyorsunuz yahu, bu k öy romanları saçmadır şimdi biz şehirleşiyoruz" dememiştir.” (Söyletme Kötüyü" Röportajlar-2, Hazırlayan : Belgin Sarmaşık Bilgi Yayınevi, İstanbul 2005.s. 351-352.) “Köyden çıkalı 25 sene olmuş, onbeşinci kitabında hâlâ o 25 sene önceki köy. Hani o köyü, o kasabayı anlatırken, değişik bir anlatımla gelse, yüreğim yanmayacak, en İlkel anlatım, en alışılmış konum!Tek özelliği ne oluyor o zaman, Türk köylüsü ya da kasabalısının “neler çektiğini “ göstermesi öyle mi? Ezber ettik birader. “Yok kasabada akşam olunca içine gariplik çökermiş de, yok köyde öğretmenle imam dalaşıp dururlarmış da, yok cezaevinde ’adem baba‘ koğuşunda hükümlüler çıplak dolaşırmış da... Anladık birader, yeter artık.. Biraz da roman yazın."
(Milliyet Sanat 11 Temmuz 1975 Yesterday, FAZLI KÖKSAL tarafından yayınlandı.
Leave a comment
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.