EN BÜYÜK TÜRKOLOG – Feyzullah BUDAK
EN BÜYÜK TÜRKOLOG - Feyzullah BUDAK
Ahmet Yesevi Üniversitesi’nin Mütevelli Heyet Üyeliği görevim sebebiyle Kazakistan’ın Türkistan Şehrinde bulunduğum günlerden birinde, Kazakistan’ın önemli ilim adamlarından Ahmet Yesevi Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Kulbek Ergöbek “Emekli olduğu zaman alacağı emekli ikramiyesini kullanarak, babasından miras kalan evi Türkoloji Müzesi haline getirme” isteğinden bahsetti. Halen Türkistan’da boş olan bu evi bana göstererek, müzeyi nasıl düzenlemeyi düşündüğünü yerinde anlatmak ve benim de konuyla alakalı fikirlerimi almak istiyordu.
Evi birlikte gezdik. Özet olarak; değerli Kazak dostumuz kuracağı müzede bilinen her meşhur Türkolog için bir köşe ayırmayı, o köşede öncelikle duvarda bir pano ve onun önünde iki ayağıyla ön taraftan yere basan ve arka tarafından da duvardaki panoya monte edilmiş olan bir masa kurmayı, duvardaki her panonun tam ortasına ünlü bir Türkoloğun mümkünse bir büst veya maskını, bu mümkün olmazsa bir resmini yerleştirmeyi ve panonun diğer kısımları ile masayı ise O Türkoloğun eserleri ve ulaşabildiği şahsi eşyalarıyla donatmayı planlıyordu.
Kazak Türkolog dostum düşüncesini genel olarak anlattıktan sonra tam binadan çıkarken aniden evin girişinde sağdaki ilk odaya geri döndü ve odanın girişten sonraki ilk köşesinin önünde durarak “1 numaralı pano burada olacak ve burası Mustafa Kemal ATATÜRK köşesi olacak” dedi. Birden şaşırdım ve “Türkoloji Müzesi demiştiniz. Tek uğraşısı Türkoloji alanı olan bunca meşhur Türkolog dururken, öne çıkan özelliği askerlik, siyaset ve diplomasi olan ATATÜRK’ün 1 numaralı panoda olması nasıl olacak?” dedim. Kazak dostum içten gelen bir güven ve gururla;
“Doğrudur, Atatürk çok büyük bir asker, büyük bir siyasetçi ve diplomattır. Ama aynı zamanda O tarihin gördüğü en büyük Türkologdur. Eğer Mustafa Kemal ATATÜRK 1 numaralı panoda olmazsa burası doğru bir Türkoloji Müzesi olmaz” dedi.
Aslında o yıllarda ben Atatürk’ün Türkoloji alanındaki derin merakını ve çalışmalarını biliyordum. Ama bilinçli bir akademisyenin bu konudaki tercih sebebini tam olarak anlamak istemiştim.
Bu olaydan birkaç yıl önce, tam olarak 1996 yılının eğitim dönemi başlarında, Ahmet Yesevi Üniversite’sinde Rektör Yardımcısı olarak görev yaparken bir gün Üniversite Genel Sekreteri dostum Ziyaeddin Başkan odaya girdi ve “Sibir’den bir Tileut genci gelmiş, sizinle görüşmek istiyor” dedi. Genel Sekreterin söylediği sözün gelişinden ve “Tileut” kelimesinin söz içerisindeki yeri ve kullanılışından “Tileut”un bir boy adı olduğu anlaşılıyordu ama Türk Dünyasına bunca merakı olan ben, daha önce bu boyu hiç duymamıştım. Merakla genci içeri almasını istedim. Kazakistan mimarisinin yüksek kapılarına rağmen başındaki börkü ile kapının tavanını sıyırarak içeri giren iri yapılı ve Holivud filimlerinden fırlamışçasına yakışıklı bir genç adam, birkaç adım ilerleyerek odanın tam ortasında bir heykel gibi durdu.
İlk sözü keskin ve sert bir ifade ile; “BEN TÜRKÜM” oldu ve aynı kararlı ses tonuyla devam etti; “Duydum ki burada Türk Dünyası gençlerini bir arada okutmak için bir Üniversite açılmış. İnternetten lazım olan her şeyi öğrendim, gerekli evraklarımı hazırladım ve burada okumaya geldim.”
Doğrusu mayanın tuttuğunu görmek beni heyecanlandırmıştı. Nereden geldiğini sordum. Duvardaki haritanın önüne giderek eliyle Sibirya’nın kuzey doğusunda, Bering Boğazına yakın bir yeri gösterdi. Yani 17-18 yaşlarındaki bu genç adam Türk gençlerin bir arada okuduğu bu üniversite için onbin kilometre yol kat ederek Türkistan’a gelmişti.
Çantasından çıkardığı evraklarını inceledim. Hepsi düzgün, tamam ve yeterliydi. Kendisini bu iş için kurulan komisyona yönlendirdim. Yapılan mülakatta başarılı oldu ve üniversiteye kaydedildi. Daha sonraki yıllarda bu genç adam Üniversiteye başka “Tölevit” gençlerinin de gelmesine vesile oldu. Bu boyun adının şimdilerde Türkiye’deki telaffuz şekli böyle: TÖLEVİT… Böylece Üniversitemiz Türk boylarından birisinin daha rengiyle renklenmiş ve biz de Tölevitleri tanımış, öğrenmiş olduk.
Aradan beş yıl geçti ve 2001 yılında Anıtkabir Derneği, “Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar” adıyla 24 ciltlik bir kitap seti yayınladı. Bu kitaplar, Atatürk’ün okuduğu kitaplardan sadece tespit edilebilmiş olan bazılarının ve sadece üzerinde yazdığı notları ve işaretlemeleri ihtiva eden sayfalarından oluşuyordu.
Atatürk’ün hangi konularla daha yoğunlukla ilgilendiğini, hangi konulara itiraz edip, hangi konularda ne gibi düzeltmeler yaptığını, kitapların boş yerlerine ne gibi fikirler yazdığını derin bir merakla inceliyordum ki… 24 ciltlik serinin 10. Cildinde, Rus Türkolog Eduard Karloviç Pekarskiy’nin Yakut Dili Lügati arasından çıkan eski yazıyla el yazması 45 sayfalık notların daha birinci sayfasında Atatürk’ün “miras” kelimesiyle alakalı notunu yazarken bu kelimenin Sibir Türk Boyları arasında nasıl telaffuz edildiğini, bu vesileyle de Sibir Türk Boylarının adlarını tek tek belirttiğini ve “TİLEUT” kelimesini de bu boylar arasında yazmış olduğunu hayretler içerisinde gördüm.
Bu olay, düzenleyeceği Türkoloji Müzesinde 1 numaralı panoyu Atatürk’e ayıran Kazak dostumuzun ne kadar haklı olduğunu gösteriyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlığına kavuşması, dolayısıyla tüm kapıların açılması ve tüm bilgilere ulaşmanın daha da kolaylaşması üzerinden 15 yıl geçmiş olmasına rağmen, hem de Türk Dünyasıyla bu kadar alakalı bizlerin “Tölevitler”den habersiz olduğu bir dünyada Atatürk bizden 60 yıl önce okuduğu bir kitaptaki bir tek Türkçe kelime için ayrı kağıtlara açıklayıcı notlar yazıyor, bu notlarında da “Tölevitler”den ve onların bu kelimeyi nasıl telaffuz ettiğinden bahsediyordu. Böyle bir olay, o dönemin iletişim şartları da dikkate alınacak olursa, ne düzeydeki bir merak ve hangi derinlikteki bir bilgi birikimi ile ortaya çıkabilirdi?
İşte bu yazıda anlatmaya çalıştığım budur. Atatürk, şartların veya tesadüflerin ortaya çıkardığı bir insan değildir. O, genç yaşlarından itibaren kendisini ATATÜRK olmaya hazırlamıştır. Düşünebildiği, göze alabildiği, ortaya koyabildiği ve başardığı şeyler, bildiklerinin ve biriktirdiklerinin yarattığı derin inançtan kaynaklanıyordu. Atatürk, tüm dünyayı hayran bırakan başarılarını elde ederken gücünü işte bu derin bilgilenmeden ve özellikle de Türklük Bilgisi konusundaki olağanüstü birikimi sebebiyle hem Türk Milletine ve hem de bu millete mensubiyet sebebiyle kendisine duyduğu güvenden alıyordu.
İskandinav ülkelerinde bir atasözü var. Bir insanın yapması gereken bir işi başaramayarak pes etme ve o işten vaz geçme eğilimine girmesi durumunda onu yeniden cesaretlendirerek teşvik etmek isteyenler; “Bırakma! Bir kere de Atatürk gibi düşün” derler.
Doğrusu bu söze bizim atasözümüz olmak ne kadar da yakışırdı.
Leave a comment
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.