Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım…

20Ağu/130

ASKERDE KALAN SALİH, CEVİZLİ LOKUM, VATAN SEVGİSİ, EVLAT ACISI – Mustafa YILDIZ

m yıldızASKERDE KALAN SALİH, CEVİZLİ LOKUM, VATAN SEVGİSİ, EVLAT ACISI - Mustafa YILDIZ

Kovanlıktaki fırında ekmek pişiren kadınların arasına Habişlerin Emine kadın elinde hazırlanmış lokum hamuru tepsisiyle yılbır yılbır sokuldu. Fırının ağzından çıkan sıcaklık, ekmek teknelerinden yükselen mayalanmış hamur kokusunu bastırıyor, ortalığa kuru kepek ve kül kokusu yayılıyordu. Elindeki uzun kürekle pişmiş ekmeklerini ve mancarlı pidelerini fırından çıkarmakta olan Kilci Hanife:

-Ne bu telaşın kadın? Hem sen dün ekmek yapmadın mı? Her gün her gün bu fırın sana mı çalışacak? dedi.

Müjde alanların gözlerinde görülen canlılıkla, ağzını sonuna kadar açarak güven saçan yüksek bir sesle karşılık verdi, Habiş Emine:

-Tabi bana çalışacaksınız kadınlar, ben bu güne bu gün asker anasıyım. Oğlumdan haber geldi. Askerde hasta olmuş Salih’im. Babası yarın oğlumun yanına Üsküdar’a gidecek. Hasta oğluma, bir tepsi cevizli lokum göndereyim de şifa bulsun yavrum, dedi.

Öncelikli olmak için gerekçesi uygun görüldü. Sırası gelen Çendik Kezban, kendi ekmek hamurlarından önce cevizli lokum tepsisini sürdü, odun ateşiyle kızgın fırına. Ekmekler ve lokumlar pişerken soluklanan Habiş Emine’ye meraklı kadınlar üst üste sordular:

-Neyi varmış Salih’in?

- Kız, o daha yeni burada, köyde değil miydi?

-Ne çabuk gitti de hastalandı?

-Üşütmüş mü bu güzel havada?

-Zırt pırt askerden kaçarsa ne olacak, yollarda hastalanmıştır belki de?

-Hastanede mi yatıyormuş? Askeriyede, revirde miymiş?

-Kız, ne zaman askere gittiydi Salih?

Bunlara benzer bir sürü soru cümleleri birbirine karıştı.

Salih’in annesi, lokumlar fırında pişerken iyice soluklandı. Hepsine tek tek cevap vermek istiyordu. Hastalığının ne olduğunu o da bilmiyordu. Yalnız, babasının mutlaka yanına gelmesi tembihlenmiş. Babası da “ Ben bir gideyim bakalım, neyin nesiymiş?” dedi. Adam geri gelince her şeyin açığa çıkacağını söyledi.

Dinleyen kadınlar, üzüldüklerini belli etmek için başlarını salladılar, Allah’tan şifa dilediler. İçlerinden en genç olanı, Şıkırtop Nuriye, fettan bir edayla lâf attı:

- Emine abla sen Salih’e lokum göndereceğine Hatice’yi göndersen şıp diye ayağa kalkar vallahi, evliliğin ilk zamanları, erkeğe karısı lokumdan tatlı gelir, üşütmüşse de soba gibi ısıtır, kız!

Gülüşmelere, kıkırdaşmalara yol açan bu öneri karşısında asker Salih’in annesi sustu, gelini Hatice’nin yanlarında olmadığına sevindi, çok utanırdı zavallı. Yakın komşuları Çıtlak Hacer:

-Canım, o her hafta geliyor, haftalık ısınıyor ya! dedi. Kıkırdılar çoğaldı, gülüşmeler yükseldi. Habiş Emine:

-Fırının kapağını açın, siz kıkırdarken ekmekler ve lokumlar içerde yanacak, diye gülenleri payladı.

Çendik Kezban, elinden bırakmadığı küreği fırının kapağına doğru uzatırken uzun sapını Şıkırtop Nuriye’nin kalçasına değdirdi. Önce ekmekleri çıkardı, sonra lokumları.

Lokum hamurları nar gibi olmuştu. Üzerlerinde görülen kıvrım yerleriyle, hamurun bazı yerlerinden taşan ceviz parçacıklarının kabarıklığıyla her lokum bir gülü andırıyordu. Yeme de kokla, mis gibiydiler.

O gün ekmek sırası olan diğer kadınlar da birer mancarlı pide koydular, lokum tepsisinin yanına, Salih’e gönderilmek üzere.

Akşamdan hazırlık yapıldı, asker heybesi hazırlandı. Hatice gelin, cevizli lokumları ve pideleri ayrı bir torbaya koydu. Bir torba da süzme yoğurt koydu. Gazete kâğıdından yaptığı başka bir paketi de heybenin içine soktu. Paketin içine, temiz atlet, iç donu koymuş, onların arasına da dudak boyasıyla imzalanmış mektup saklamıştı. Salih’inin hep gülen yeşil gözleri, asker tıraşıyla iyice genişleyen alnı, kırmızı benekli yanakları, küçük burnu, büyük ağzı, kalın dudakları ve düzgün çenesi bir bir gözünün önüne geldi, taze gelinin, boylu boslu, yakışıklıydı adamı.

O zamanlar her gün otobüs çalışmazdı, sadece pazar kurulduğu için Cuma günleri, erken saate Kandıra’dan Ağva’ya bir otobüs kalkar, o otobüs sabah saat sekiz sıralarında Akçaova-Hatıplar-İshaklar’dan geçer, öğleden sonra da geri dönerdi.

Günlerden çarşambaydı ve askeriyeden gelen haberde acele oğlunu görmeye gelmesi istenmişti Salih’in babası Hasan’dan. Sabah ezanından bir saat önce görümlük urbalarını giyen Habiş Hasan, içinde kıpır kıpır bir merak, Hatıplar köyündeki evinden yola çıktı, sırtında heybesi, elinde sağlam sopasıyla uzun ve zor bir yolculuğa çıktı. Önce Ağva’ya üç saat yürüyerek varacak, Ağva’dan saat 07.00’de kalkan otobüse binecek, en az üç saat süren bir yolculuk sonrasında Üsküdar’da, Şemsi Paşa’da otobüsten inecek. Oradan da tekrar yürüyerek Selimiye Kışlası’na varıp oğlunu görebilirse görecek.

Köyden Ağva’ya kadar yayan yolculuğu sabah serinliğinde kazasız belasız geçti, kurt, çakal, domuz çıkmadı önüne, sağlam sopayı kullanmaya hacet kalmamıştı. Allah’tan hava güzeldi, Hıdırellez geçeli on gün falan olmuştu. Toprak yeşilleniyordu, her soluk alışta taze çimen kokuları, meşe, kayın, taflan yapraklarının kokuları nefes borusundan içeri giriyor kılcal damar yollarından bütün vücuduna yayılıyordu. Askerdeki oğlunu, evdeki gelinini, hanımını, damdaki öküzleri, ineği, tarladaki ekinleri düşüne düşüne yürüyordu. Bu yolculuk çıkmasa Gücükburun’daki koca tarlaya bir iki gün içinde mısır ekecekti. İçinden, her şeyin hayırlısını diliyor, Yukardaki’nin her şeye kadir olduğunu, oğlunun inşallah önemli bir şeyi olmadığını, hızlı hızlı yürürken sık sık dua ediyordu.

Ağva’ya vardığında, ortalık henüz tam aydınlanmamıştı. Kuşağından çıkardığı köstekli saatine baktı, otobüsün kalkmasına bir saate yakın zaman vardı daha. Yazıhanelerin hemen yanındaki caminin şadırvanında abdest aldı, Allah’ın kabul edeceğini umarak kerahet vaktinin çıkıp çıkmadığına aldırış etmeden sabah namazının farzını kıldı. Yazıhaneden biletini aldı. Heybesiyle sopasını bir kenara koydu, bekledi. Burunlu Ştayir marka, mazotlu otobüs yazıhanenin önünde duruyordu. Şoför Çapraz Kemal, koltuğuna oturdu, muavin Şaşkın İsmail, ucu somun anahtarlı, ele yakın tarafı daha uzun, büyük (Z) harfi gibi bükülmüş demiri marş düğmesine yapıştırıp saat yönünde çevirdi, o sırada Çapraz da gaza bastı, motoru çalıştırmaya başladı. Çapraz,

-Aferin ülen Şaşkın, bir seferde çalıştırdın, diyerek memnun bir gülümsemeyle vitesi boşa aldı, el freninin kolunu çekti, aşağı indi, bekleyen kalabalığa dönerek,

-Hadi beyler, çabuk binin de bir an evvel yola çıkalım, erken kalkan yol alır, dedi.

-Şaşkın, oğlum sen de bagajları yerleştir, çabuk, çabuk… dedi, ellerini ovuşturdu, çaycı çocuğun dakik olarak getirdiği çayı aldı, birkaç hürplemede içti, bardağı çay ocağına kendisi götürdü.

Otobüs alışıldığı biçimde, vaktinden yarım saat sonra kalktı. Muavin Şaşkın, önce herkese kolonya tuttu, sonra tek tek biletlere baktı, biletsiz binen bir yolcudan para aldı. Çapraz Kemal, Şaşkın’a binen yolculardan ücretlerini hemen almasını, hesabı kitabı karıştırmamasını tembihledi, böyle bir şey yapmayacağını herkesin bilmesine rağmen açık verirse yevmiyesinden keseceğini hem de kendisini iyi bir köteğin beklediğini hatırlattı.

Hasan Efendi ‘ye yol çok uzun geldi, geçmek bilmedi, yanında oturan yolcuya neden yolculuk yaptığını anlattı, o yolcu indi yanına başkası oturdu, ona da anlattı. Zaten arabada gürültü çoktu. Gökmaslı’da iki kişi bindi, Tekeköy’de inen de oldu binen de. Otobüs, Şile’ye gelmeden silme doldu, ayakta giden yolcular oldu. Ömerli, Paşaköy, Çamlıca nihayet öğleye doğru Üsküdar, Şemsi Paşa, son durak. Hasan, heybesini sırtına yükledi. Harem sahilinden, Kızkulesi’ni hayran hayran seyredip Selimiye Kışlası’na koşar adım yürüdü. Nizamiye’deki nöbetçiye durumunu anlatmaya çalıştı. Heybesini yokladılar, Nöbetçi Subayı’na götürdüler önce, Nöbetçi Subayı, telsizini açtı, birlik komutanına bildirdi. Nöbetçi Subayı, heybesini bırakmasını istedi ve birlikte komutanın odasına gittiler.

Oda büyüktü, kocaman penceresinden Boğaz’ın Marmara’ya açılan geniş ağzı, Topkapı Sarayı ve Kumkapı tarafları görünüyordu, komutanın masasına kadar aydınlıktı. Masanın üzerinde, küçük bir Atatürk büstü ve Türk bayrağı vardı. Masanın önünde ve karşısında bulunan siyah deri koltuklar, kör duvardan gelen karanlıkla masanın üzerinden itibaren bir loşluk yayıyordu, oda serindi. Hasan Efendi’ye oturmasını, kendisini getiren subaya çıkmasını işaret etti komutan. Arkasındaki koyu ceviz renkli raftan bir dosyayı çıkardı, önüne koydu, açtı, sessiz okudu. Söze nasıl başlayacağını bilemeyenlerde görülen sıkıntı dolaşıyordu kararlı ve kara yüzünde. Nihayet konuştu:

-Başınız sağ olsun Hasan Efendi…

Ellerini dizlerinin üstünden ayırmadan oturan Habiş Hasan’ın kalbinin üzerinde başlayan bir sızı bütün göğsünü dolaştı, kılcal damarlarının uçlarına kadar işledi, başka bir ağrı da ensesinden beynine hücum ederek başının her yanını dolaştı. O koskoca Selimiye Kışlası olduğu gibi üstüne yıkıldı, Dünya yıkıldı. Ağzını açtı ama bir ses çıkaramadı. Ellerini yüzüne kapadı hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Komutan konuşuyordu, Salih’in her hafta firar ettiğini, sürekli ikaz edildiğini, iki gün önce de firar dönüşü ikaz eden başçavuşa karşı geldiğini, çıkan arbedede Salih’in… Babasının hıçkırıkları pencereyi deldi, İstanbul’un göklerine yükseldi, bütün vücudunu ateş bastı, eli yüzü gözyaşlarına boğuldu. Komutanın söylediklerinden “başınız sağ olsun” dışındakileri anlamadı. Oda şimdi kapkaranlık oldu.

Selimiye’den nasıl çıktı, geceyi nerede geçirdi, Şemsi Paşa’ya nasıl geldi, Ağva otobüsüne nasıl bindi, acaba kaç gün geçmişti? Hatırlamıyordu. Allah’ın Dünya’da bir babaya göstereceği en büyük acı içinde sadece ağlıyordu, ağlaması dinmiyordu. Oğlunun nasıl öldüğünü bile tam öğrenemedi, nereye gömüldüğünü de. Ve bağrı yanık baba, ne zorluklarla büyütüp, evlendirip, adam edip askere gönderdiği aslan parçası, biricik oğlundan geriye kalan asker bavulu elinde, tuttu köyünün yolunu. Artık o aslan parçasının mezarını bile ziyaret edemeyeceği düşüncesinin büyüttüğü çaresizlik içinde hem yürüyor hem ağlıyor. Köye yaklaşınca sesi duyulmaya başladı, aman ne çığırmaydı ne ağıt yakmaydı o:

Üsküdar’a gittim de oğlumu göremedim/

lokumları, pideleri yediremedim/

Salih’imi doyuramadım/

Ben oğluma doyamadım…/

Firar etti diye daha önce de dayak atmışlar fakat Salih ne yapıyor ne ediyor, Selimiye Kışlası’ndan kaçıyor, yeni evliliğin çektiği hazlarla hemen hemen her hafta sonu bir yolunu buluyor, kimi zaman otobüs denk geliyor, kimi zaman odun kamyonlarıyla Kandıra Hatıplar köyündeki güzel karısını görmeye geliyordu. Annesi böyle giderse askerliğini yakacağını, sabırlı olmasını kaç kere söylemişti ama Salih, karısını çok sevdiğini, bu yüzden sabırsız olduğunu, kendisini anlamalarını istemişti. Annesi anlıyordu biricik oğlunu ama katı yürekli başçavuş anlamamıştı işte.

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.