Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım… Şikayet edeceğine sen de alternatifini oluştur.

13Ağu/130

KANDIRALI ŞAŞKIN PANAYIRDA ÇAY SATAYIM DERKEN CEZAEVİNE NASIL DÜŞÜYOR? (ŞAŞKIN’IN ÜZÜM HOŞAFI) – Mustafa YILDIZ

m yıldızKANDIRALI ŞAŞKIN PANAYIRDA ÇAY SATAYIM DERKEN CEZAEVİNE NASIL DÜŞÜYOR? (ŞAŞKIN’IN ÜZÜM HOŞAFI) - Mustafa YILDIZ

Karıncaezmez, gönül kırmaz, herkese saygılı, herkesin sevdiği Şaşkın, kardeşlerinden yediği darbelere bir de içki alışkanlığı eklenince hiç beklemediği bir anda cezaevini boyladı.

Olaylar şöyle gelişti: Eskiden her yıl eylül ayında okullar açılmadan Kandıra’da, Namazgâh çayırı ile İzmit yolu arasında sonradan top sahası yapılan alanda bir hafta süren panayır kurulurdu. Bir zamanlar Orhan Mahallesi muhtarlığı da yapan Hacı Naziflerden Ahsen Akalın ağabeyin tatlı üslubuyla anlattığına göre “aslında panayır, büyükbaş montofon ırkının yayılmasını teşvik amacıyla düzenlenirdi. Panayıra köylüler altı aylık buzağıdan bir iki yaşına kadar tosunlarını getirirler, açık alanda uzun ve kalın sırıklarla çevrilen avlular içinde görücüye çıkartırlardı. Panayırın son günü her yaş kategorisine göre buzağı güzellik yarışması yapılır, yarışmaya başlamadan hayvanlar, sahipleri tarafından temizlenir, kaşağılanır, taraktan geçirilir, alınlarına kına yakılır, sonra tek tek hakem heyetinin önünden geçirilir, hakem heyeti de büyük bir titizlikle puan verirdi. Her boyun birincisi, ikincisi, üçüncüsü, sıralanır, buzağıların boyunlarına kırmızı kurdele geçirilir, sahipleri gururlu ve yavaş adımlarla hayvanları önden çekerlerdi. Dereceye girenlere ödül olarak biraz yem, bir miktar da para verilirdi. Sonra bu kurdeleli, kocaman kafalı, kalın enseli, besiden boyunlarının altları dürüm dürüm, durduğu yerde duramayan yağız hayvanlar, Şaşkın’ın yönettiği davul zurna ekibinin eşliğinde caddelerde dolaştırılır, yol kenarlarına sıralanan vatandaşlar tarafından coşkuyla alkışlanır, hakikaten çok sevimli olurdu.”

O panayır günlerinde Belediye Başkanlığı esnaftan ve halktan isteyenlere hayvan ağıllarından arta kalan alanda dükkân yeri kiralar, yağmasından korkulan yağmurlara önlem olarak yüksek demir direklerin üzerlerine gerilen çadır bezlerinin altında kontrplaktan duvarlarla birbirlerinden ayrılan bu dükkânlarda, ne arasan bulunurdu. Mallar, direklerin en yüksek yerlerine tutturulmuş belediye hoparlörlerinden yükselen Mustafa Kandıralı’dan oyun havaları, Zeki Müren şarkıları ve sık sık tekrarlanan “ding dong! Dikkat! Dikkat! Belediye Başkanlığından ilanen duyurulur…” anonsları arasında halkın beğenisine sunulur, siparişler alınır, satışlar yapılır, kaparolar verilir…

Panayırda köylüler, evlerinin bahçelerinde, bostanlarında ektikleri meyveleri örme sepetlerle, sebzeleri birkaç bağ, birkaç küçük demet yapıp dükkânların önlerinde satmak isterler, getirdiklerinin hepsini satmış olsalar bile köyden Kandıra’ya gidiş dönüş yol parasını karşılamayacak bu alış verişte asıl maksadın kâr olmadığı, curcunayı kaçırmamak olduğu gören gözlerin yorumsuz kabul ettiği bir şeydi.

Panayırda kasabanın tanınmış aşçıları, seyyar mutfaklar kurar, dükkanlarından getirdikleri bir iki masa, birkaç sandalye veya tabure üzerinde böyle özel günlerde üç öğünü dörde beşe çıkaran gözü doymaz gebeşlerin karınlarını doyurduktan sonra belki de panayırdan panayıra kasaba yüzü gören köylü kadınların midelerine bayram ettirirler.

Bunlardan başka, camekânlı arabalarıyla seyyar köfteciler, pilavcılar, Şam tatlıcılar, macuncular, pamuk şekerciler de köşe başlarını tutar, gelenlerin geçenlerin gözlerinin içine içine bakarak nasiplerini çıkarmaya çalışırlardı.

Panayırda ayrıca kasaba esnafı ticaretini yaparken yarışmalar ve şenlikler olur, lunapark kurulur, salıncaklar sallanır, palyaçolar tanıtım yapar, cambazlar gerilmiş tel üzerinde yürür, hokkabazlar ağızlarından ateş çıkarır, cam bardakları tıkır tıkır yer, konserler, tiyatrolar, meddah, karagöz oyunları, aç aç gösterileri olur, halkacılar, ruletçiler, hacıyatmazcılar, bul karayı al parayıcılar, bilumum üçkağıtçılar açıktan hatta köhne yerlerde barbutçular, kılıççılar, çanakçılar, yirmibirciler, otuzbirciler gizliden kumar oynatırlar, madrabazlar kuytu köşeleri batakhanelere çeviriverirlerdi. Bu kumar oyunlarının ne evlerin ne ocakların yıkılmasına sebep olduğu, elinde avucunda ne varsa barbutta veya kılıçta bir anda kaybeden bahtsızların evde de huzursuzluk çıkardıkları, çoluğu çocuğu sopadan geçirdikleri, hısımlarıyla kanlı bıçaklı oldukları hatta cinayet işledikleri çok sonradan duyulan işlerdendi.

Nihayetinde zamanın, yılanların toprakta, timsahların suda ilerledikleri gibi acımasızca ilerlediği, mevsimlerin köprülerin altından akan sular gibi geçtiği, Dünya’nın ve Ay’ın aynı hızla döndüğü, insanların geçen yıla göre bir kat daha kalınlaşan ağaç kabukları gibi yaşlandıkları, eğlencenin, cambazları ve komedyenleri seyretmenin, müzik dinlemenin, oyun oynamanın, arkadaşlarla sohbet etmenin, yeni arkadaşlar edinmenin insana iyi geldiği ama bütün bu iyiliklerin yanında içkinin ve kumarın bütün kötülüklerin anası olduğu panayırla bir kere daha ortaya çıkardı.

Böyle bir panayır haftasında Şaşkın, çay ocağı işletmek için belediyeden dükkân kiralamış. Belki de belediye başkanının zorlamasıyla olmuştur bu iş. Adam, bayramlarda, milli ve dini günlerde belediye başkanı ne zaman istese klarnetiyle ve aile bireylerinden oluşan çalgıcı ekibiyle her zaman emre âmade. Otuz ramazan iftarda top patlatan o, sahurda milleti davuluyla uyandıran o. Eline üç beş kuruş geçecekse eğer panayırda bir çay ocağı dükkânı çok değildir garibe.

Panayırda doğrusu en çok satılan nesne çaydır. Panayır yeri, akşam serinliğinden gece yarılarına değin çok kalabalık olur. Sergileri gezenlerin, arkadaşlarını bekleyenlerin, harareti artanların, aylardır görmediği ve orada karşılaştığı bir tanıdığıyla laflarken bir şey ısmarlamak isteyenlerin, geçen yıldan farklı ne var ne yok diye etrafı kolaçan eden ileri yaştakilerin, meraklı tazelerin, genç kızları kesen delikanlıların, boş gezenin boş kalfalarının, avarelerin, yorgunların, argınların eninde sonunda düşecekleri yerdir çay ocağı. İnsan, başka bir alış veriş etmese de ayak üzeri de olsa bir bardak çay içmeden panayırdan döndüm demez, diyemez. Hem ucuz kardeşim, yirmi beş kuruş. Yanı sıra, gazoz, kola, ayran, soda ve şişe suyu da iyi gider bakarsın.

Düğünlerde, bayramlarda, Şaşkın’ın klarnetinden çıkardığı coşkun nağmelerle eğlenmeye alışık vatandaşlar, onu boynundaki meşhur atkısı ve başından hiç çıkarmadığı kasketiyle hemen tanıdılar ama bardaklara çay dökerken görünce garipsediler, tebessüm edenler, yakıştıramayanlar önce duraksadılar ama Şaşkın’ın bir hünerini daha görmekten memnun oldular.

Takdir edenler, bravo diyenler çok oldu. Şaşkın, herkese karşı yine çok saygılıydı. Uzaktan başıyla selam verip geçenleri dükkana davet ediyor, yakınına gelenlerin sağ ellerini iki elinin arasına alıyor, uzun süre bırakmıyor, büyükle büyük, küçükle küçük oluyor. O küçük, yumuk, kıpış gözlerinden baktığı yerlere sıcaklık ve iyi niyet akıyor. Panayırın ilk iki günü satışlar iyi. Şaşkın, ocağa geçmiş, çok seri bir şekilde sıra sıra dizdiği ince belli bardaklara demlikten çay dolduruyor, iki üç bardağı sol elinin parmakları arasında sıkıştırıp üzerlerine sağ eliyle musluğunu açtığı kazandan kaynar su döküyor, küçük oğlu da askıya doldurduğu çayları sağa sola koşturup bağıra çağıra satıyor. Çocuk dağıttığı bardakların boşlarını daha toplamadan grup grup çay isteyenlere mahcup bir edayla biraz beklemelerini işaret eden Şaşkın, duyulur duyulmaz bir sesle “ böyle olmayacak, yarın birkaç takım daha tabak, bardak, kaşık almak lazım” diye söyleniyor.

Her şey iyi giderken beklenmeyen bir aksilik oluyor. Felaket kapıyı çalmadan gelir derler ya, onun gibi bir şey Üçüncü gün akşamüzeri Dilber Hatun, Şaşkın’ın kız kardeşi, çay ocağına bir hışımla geliyor, babaları Recep Usta’nın mal taksiminden dolayı aralarında çıkan anlaşmazlığı bahane ederek bağıra çağıra Şaşkın’a ağza alınmayacak erkek küfürleri savuruyor. Şirretliğinden mahallede yaka silkilen, kendi cinsinin damlalıkta büyüyen bir numunesi olan Dilber Hatun, sol elini yumruk yapıp şalvarının üzerinden kalçasına yapıştırmış, sağ elini Şaşkın’a doğrultmuş işaret parmağını dikerek tehdit edip duruyor. Şaşkın’ın küçük çay ocağında müşteri çok, çok rica ediyor kız kardeşine yalvarıyor, alttan alıyor, “panayırdan sonra görüşelim, olmaz mı” diyor, bir yandan da çay yetiştirmeye çabalıyor. Ama Dilber Hatun susmuyor. Hatta Şaşkın, havlusunu omzuna atıp demlikteki çaydanlığa uzandığında galiz küfürler edip arkadan vurmaya yelteniyor.

Baktı ki Şaşkın, kardeşi sözden anlamıyor, uzaklaştırmak için elinin tersiyle Dilber Hatun’un göğsüne bir fiske atıyor. Tam o sırada oradan geçmekte olan jandarma başçavuşu duruma müdahil oluyor. Şaşkın “o benim kız kardeşim, büyütmeyin komutanım” diyor ama başçavuş Şaşkın’ın alkollü olduğunu da anlayınca zorla karakola götürüyor. Karakolda, ağır hakaretler ediyor ve “Ulan Çingene, hem içiyorsun, hem arbede çıkartıyorsun, nedir ulan senden çektiğimiz?” deyip azarlıyor. O sırada içeri giren İlçe Jandarma komutanı, Şaşkın’ı tanıyor ve serbest bırakılmasını sağlıyor.

Karakolda bir şey diyemiyor ama kendisine “Çingene” denilerek aşağılanması Şaşkın’ın çok zoruna gidiyor, başçavuşa öyle içerliyor, öyle kızıyor ki panayır yerindeki çay ocağına gitmeden Çarşı Caddesinin tam orta yerindeki Kambur Mesut’un büfesinde bir tek daha atıyor. Geç vakit panayır yerindeki çay ocağına geldiğinde kalabalık arasında yeniden başçavuşu görüyor, kan beynine sıçrıyor, gözü dönüyor, hemen elinin altındaki kasalardan boş bir gazoz şişesini alıp başçavuşa atıyor. Tam alnına şişeyi yiyen başçavuş yere düşüyor.

Olan biten karşısında herkesin şaşkınlıktan ağzı açık kaldı. Nasıl olmuştu da o mülayim, ensesine vuranın ağzından ekmeğini aldığı Şaşkın, böyle bir kabadayılık yapabilmişti? Olayın yakın tanığı, güngörmüş bir esnaf iki beylik laf etti: 1.Kediye kaçacak yer bırakmazsan aslan kesilir. 2.Suyun yavaş akanından, adamın yere bakanından korkacaksın! Şaşkın, kalabalığın yerde yatan başçavuşun başında toplanmasını fırsat bilip kaçtı ama sabah yakalanarak mahkemeye çıkartıldı. Tutuklanıp Kefken yolundaki cezaevine atıldı. Üç ay on gün tutuklu kaldı.

O zamanlar cezaevlerinde yemek çıkmıyor, tutukluların yemekleri evlerinden tepsilerle götürülüyor. Şaşkın’ı yemekler kesmiyor. Alkolsüzlük başına vuruyor. Alışkanlığın uyandırdığı arzu ile içeriye içki sokmanın yollarını arıyor. Sonraki günlerde gerçekten de Şaşkın’ın içerde iki üç günde bir çakırkeyf olduğu anlaşılıyor. Araştırılıyor:

Cezaevi müdürü bir gün Şaşkın’a getirilen öğlen yemeğini alıkoyuyor. Üzüm hoşafının tadına bakıyor: mayhoş. Şaşkın’ı çağırtıyor.

-Sen bu hoşafı nasıl içiyorsun Şaşkın?

-Tası kafama dikiyorum müdürüm.

O günden sonra Şaşkın’ın evinden gelen yemeklerin arasında hoşafa izin verilmedi. Çünkü, Şaşkın’ın evinden gelen yemek tepsisindeki üzüm hoşafı, içine bir avuç kara üzüm ve erik buruşu atılmış şaraptan başka bir şey değilmiş.

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.