Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım…

23Ağu/120

Tanrı Dağları’nın Doruklarında… / İbrahim Metin

22 Ağustos Türk Kahramanı, Azerbaycan ‘ın istiklal sembolü Ebulfeyz Elçibey’in aramızdan ayrılışının 12. Yıldönümüydü.

Bu kutlu serüveni, Elçibey’in en yakın mücadele arkadaşının kaleminden, -macera romanının sürükleyiciliğinde- TÖRE DEVLET Yayınları’nın 550 sayfalık kitabından okuyacaksınız.            İşte "Sunuş" yazısı:

Tanrı Dağları’nın Doruklarında… / İbrahim Metin

Esaret altında yaşamayan insanlar, hürriyetin lezzetinden tam manâsı ile haberdar olmaz ve kıymetini bilmezler.

Yedek subaylığımın ilk altı aylık okul dönemini, Ankara Mamak Muhabere Okulu’nda tamamlamıştım. İlk bir aylık bölümünde, yemin merasimine kadar hafta sonu izinleri de yoktu. Garnizon dışına çıkmak yasaktı. Bu arada, yaklaşmakta olan Cumhuriyet Bayramı merasimlerine katılmak için düzenli olarak yürüyüş talimleri yapmakta idik. Yürüyüş kolu, birliğin nizamiyesine geldiğinde demir kapılar açılıp, beşyüz metre kadar nizamiye dışına çıkmaktaydı. Kapı dışına çıktığımızda, adımlarım daha bir güçleniyor; içimde tarifi imkânsız bir ferahlık duyuyordum. Kafesinden salınıvermiş bir kuş gibiydim. Her iki kısımda da bulunan yüksek ağaçların, rüzgârın hafif esintisiyle çıkardığı sesi ve -diğer kısımda hissedemediğim-hürriyetin havasını bu kısımda, ciğerlerime dolu dolu çekiyor ve mest oluyordum.

Benzer duyguları 1971 Yılı’nda Galip Erdem, Nihat Yazar ve Hasan Sami Bolak ile birlikte otomobille Almanya’ya giderken, geçtiğimiz Rus hâkimiyetindeki Bulgaristan, Romanya gibi ülkelerden geçerken de hissetmiştim. Bulgaristan’da yanımıza Bulgar parası “Leva” olmadığından Novi Pazar (Yenipazar)’daki otelde yatmamız imkânsızlaşınca, yanımıza gelen bir soydaşımız; paramızı vermek suretiyle kalmamızı sağlamıştı. Biz de ona yanımızda getirdiğimiz “memleket karpuzları”ndan ikram etmek istemiştik.

Yorgun argın geldiğimiz odada, kendisini bir saate yakın bekledikten sonra yanında bir “Bulgar Suratlı” ile çıkageldi ve kardeşi diye takdim etti. Kardeşine (!) “Siz ne iş yaparsınız;” diye sorduğumuzda, bozuk Türkçesiyle: “Ben bütün bu Novi Pazar’a bakarım;” dedi. Daha önceleri okumuş olduğum Viktor Krevçenko’nun “Hürriyeti Seçtim” isimli kitabındakiler geldi hatırıma. Nasıl bir rejimdi ki, insanın gece yarısı bir otel odasında, soydaşı ile karpuz yeme hürriyeti yoktu. Bunu yapabilmek için ille de bir komünist parti yetkilisini, yanında bulundurma mecburiyeti vardı. Rejim aleyhinde bir konuşma yapmadıklarının şahidini yanında bulundurup, sonunda ikisinin tutmuş olduğu tutanağın kopyalarını, mahalli polis ve parti teşkilatlarına verecekti ki, sonra başına bir iş gelmesin!

1974 Kıbrıs Harekâtı sırasında da Galip Erdem, Ahmet Nuri Yüksel ve Ahmet İyioldu ile birlikte yaptığımız seyahatte de otomobilimize –kuşsütü hariç- her türlü yiyeceği doldurmuştuk. (O yıllarda yurtdışı çıkışlarında tahsis edilen döviz, benzin parasını zor karşılar miktardaydı.) Bulgaristan’da büyük bir ağacın altında yemeğimizi yemek için sofra serdiğimizde, yanımıza o civarda tarlada çalışan iki soydaşımız gelmişti. Kendilerini ısrarla sofraya davet etmemize “Biz tokuz; buyurun siz yiyin;” cevabını aldık. Bir ara, Muharrem adında olanı aramızdan ayrıldı. Bir süre sonra yanımıza traktörle geldiğinde, yanındaki kavunu ve gazoz şişelerini bize ikram etti.

Kayınvalidem Şumnu’lu olduğu için O’na bu gazozların zemzem yerine geçeceğini de düşünüp memnuniyetle kabul ettim. Daha sonra yanımıza, iki tane “Bulgar Suratlı” geldi. Baş işaretleriyle selamlaştıktan sonra Muharrem’e “Bunlar kim;” diye sorduğumda, ağzından âdeta kusarcasına ve kinle çıkan şu cevabı aldım: “Bunlar bizim efendilerimiz! Biz ırgatız; bunlar bizim efendilerimiz!…” Aradan yıllar geçmesine rağmen soydaşımın bu ses tonu hiç hafızandan çıkmadı. Eğer bir gün Bulgaristan’da bir Türk ayaklanması çıkarsa bunun başında hep Muharrem’in bulunacağını düşündüm.

Aynı durumu Ankara ve İstanbul’da iki konser vermek için gelen Azerbaycanlı büyük musikişinas Reşit Beybutof ile de yaşamıştım. Ankara Büyük Sinema’da verdiği konserde, söylediği Azerbaycan mahnıları beni o kadar çok etkilemişti ki, Karacaoğlan’ın:

“İncecikten bir kar yağar/ Tozar Elif Elif diye /                                                                   Deli gönül abdal olmuş / Gezer Elif Elif diye /

mısralariyle başlayan şiirinden bestelemiş olduğu şarkısının etkisiyle doğan ikinci kızımın adını, Elif koymama sebep olmuştu.

Konserin sonunda, muhabirliğini yaptığım Son Havadis Gazetesi adına bir röportaj yapmak üzere sözleştik. Uzun süre atlatmasına rağmen, nihayet Bulvar Palas’daki randevumuza gelebildi. Ama yanında birisi daha vardı. Yanındaki zat kendisini: “Salanik’liyim” diyerek takdim etti ve tercüman olduğunu söyledi. Reşit Bey de konuşmalarımız arasında sık sık “İbrahim Bey, konuşmalarımızı aynen yazacaksınız; değil mi?” diyerek korkularını dile getirmekte idi.

Kendisini birçok ülkede konser verdiğini belirtmesi üzerine “En çok hangisinde alkışlandınız?” soruma: “Tabii Türkiye’de” cevabına karşılık “Peki bunu neye bağlıyorsunuz?” soruma: “Siz bibliyotek’e, kütüphaneye gidip biraz tarih okuyun;” tarzında cevap verdi. “Bu Beybutof ne demek” soruma da “Ben Bakülüyüm; bize Beybudalıoğulları derler;” dedi. Yine “Bu arkadaşı tercüman olarak getirdiniz; ama buna ihtiyaç duymadan konuşmuş olmamamızı neye bağlıyorsunuz;” soruma da yine “bibliyotek”li cevabını aynen vermişti. Konuşmaların sonunda bizim “Salanik’li” SSCB Kültür Ataşesi olduğunu belirten kartını, bana takdim etmek mecburiyetinde kaldı.

Yine Viktor Kravçenko’nun yaşadıkları gelmişti gözümün önüne, bir sanatçı, yanında bir şahit getirmeden bir gazeteci ile görüşme yapamıyordu. Yine 1960’lı yılları başı idi ve aynı sinemada bu defa Zeynep Hanlarova konser vermişti. Konserin sonunda yanımdaki eşimi –sonra fırçasını yeme pahasına- sinema salonunda bırakıp Hanlarova’nın peşine düşmüş; gitmiş olduğu Barikan Oteli’nde korumaları yüzünü bile göstertmemiş; ısrarlarım üzerine yapılan telefon temasında ancak ”Yorgunam goçum” sesini duyup röportaj’ın ilk ve son kelimelerini alabilmiştim.

Hanlarova ile olan maceramız bununla da kalmadı; çıkarmış olduğumuz Devlet; Bozkurt ve Töre Dergileri’nde: Hayatta olan O’nun Ruslar tarafından öldürüldüğü haberlerini de verip arkasından ağıtlar yakmıştık. Yalnız O'nu mu? Kırım Kahramanı Mustafa Cemiloğlu’nu da öldürüp O’na da ağıtlar yaktık.

Bizdeki bazılarının, şimdi “şecaat arzederken sirkatini söyledikleri” ve bizi de sokmak istedikleri "Demir Perde"; işte böyle bir perde idi.

Bütün bu hikâyeleri anlatışımın sebebi: Biz Anadolu Türkleri’nin esaret altındaki kardeşlerimizin neler yaşamış olduklarını ve Azerbaycan Türklerini bu esaretten kurtaran ve Türk Tarihi’nin büyük kahramanlarından olan Ebülfez Elçibey’in nasıl bir ortamda “Demir Perde”yi yıkma başarısı gösterdiğini; yanındaki diğer ülküdaşları ve “Nene Hatun” misali kadın kahramanlarla birlikte ne denli bir iş başardıklarını idrak edebilme kolaylığı sağlamak içindi.

Büyük Kahraman; kıymetinin ve kıymetlerinizin tam olarak bilineceği çağları da yaşayacak inşallah büyük Türk Milleti…. Sizler; müsterih olun; Türk Milleti’nin Kahramanları! Ruhlarınızın birleştiğine inandığım Tanrı Dağları’nın doruklarında hepimizin bulunacağı birleşik Türklüğün şölenlerinde ve Tanrı’nın Cennet’inde buluşmak üzere…

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.