Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım…

13Tem/24Kapalı

#CEMRE… – Dr. Haluk ÇOKUĞRAŞ

advisory-board01

#CEMRE… - Dr. Haluk ÇOKUĞRAŞ
Hava soğuktu, ama tam tepede parlak bir güneş, soğuğa rağmen Kandıra’nın sokaklarını
ışığa boğuyor, gelecek sıcak günleri müjdeliyordu.

Kurban bayramının ardından gelen bir Cumartesi günüydü.

Okuldaki sıra arkadaşlarım Bekir ve Ahmet pencerenin altından seslenip
duruyorlardı…

Annem yalvaran bakışlarıma daha fazla dayanamadı ve sonunda, “E hadi git
madem, ama çok da uzaklaşmayın ha… “ diye beklediğim izni verdi…

Ben fırtına gibi giyinip sokağın yolunu tutarken, üç yaş küçük kardeşim Selim küskün bakışlarla kaderine razı bir şekilde somurtup dilini çıkardı.

Cezalıydı Selim…

Üç gün önce kurban bayramında odunluğa kapattığımız ve çocuk masumiyeti ile ellerimizle beslediğimiz kurbanlık koçu, kimseye çaktırmadan serbest bırakmış, burnundan soluyan babamla beraber kasabanın sokaklarında iki saat kan ter içerisinde aradıktan sonra hayvancağızı bir çeşmenin başında su içerken bulmuştuk.

Halbuki, ilerlemiş yaşına rağmen yarım saatte bir kurban kesmekle ün salmış olan
Sucukçu Esat Amca (kasabada herkesin bir lakabı vardı), beline sardığı fişekliğe benzer bir
kemere sıraladığı dizi dizi bıçaklarla evin bahçesinde çoktan konuşlanmıştı bile.

Bahçedeki büyük karadut ağacının altında, alçak bir tabureye oturmuş, sabırsızlıkla koçun bulunmasını bekliyor, bir yandan da dudağının kenarından hiç eksik etmediği cigarasını sinirli sinirli çekiştiriyordu.

Bu haliyle meşhur çizgi kahraman Temel Reis’e çok benziyordu.

Neyse, çok beklemedi Sucukçu Esat Amca, koç geri getirildikten sonra bizim gözyaşlarımıza hiç aldırış etmeden göz açıp kapayana dek, hızla işini bitiriverdi.
Bu Selim’in ikinci vakası olduğu için bir hafta cezalıydı.

Kurban bayramları öncesi bizim evde hep böyle bir şenlik yaşanırdı.

Ellerimizle beslediğimiz ve birkaç gün içinde sanki evimizin bir ferdi haline gelen bu sevimli hayvancıkların kesilmesi düşüncesine bir türlü alışamıyorduk.
O günlerde, herkesin birbirini tanıdığı, yeşillikler içerisindeki küçük ve sevimli kasabamızın
sokaklarında çocuklar arasında tatlı bir heyecan dalgası esiyordu:

Kasabanın tek kapalı sineması olan Yelken Sineması’nda gösterilen Camoka’nın İntikamı isimli Karaoğlan filminden sonra kasabanın nerdeyse bütün çocukları tahta kılıçlarla silahlanmış ve mahalleler arasında ufak meydan muharebeleri yapılmaya başlanmıştı. Lakin, herkes Karaoğlan oluyor, kimse Camoka olmak istemiyordu nedense…
Yelken sineması yüksek tavanları, açılır kapanır tahta oturma koltukları, perdenin dört-beş
metre kadar önüne kurulmuş olan devasa sac fıçılardan bozma iki odun sobası ve kenarları
sarı sırmalı bordo kadife perdesi ile kasabanın tek eğlence mekanıydı.

Zaman zaman belediye hoparlöründen gelecek filmlerin duyurusu yapılır, özellikle biz çocuklar kovboy filmlerini merakla beklerdik. Ailecek süslenip püslenerek, büyüklerimizin iç geçirerek göz yaşı döktükleri acıklı Türk filmlerine de gidilir, film arasında gazoz içilip gofret yenir, komşu kızlardan sinemaya gelen var mı diye etraf kolaçan edilirdi.

Yazları ise açık hava sinemasına geçilir, çekirdek çitleyerek püfür püfür film izlenirdi.
Ama biz çocuklar olarak en çok Karaoğlan’ı, seviyorduk; Karaoğlan’ın atı Yağmur’u, babası
Baybora’yı, can yoldaşı Çalık’ı, velhasıl filmin bütün karakterlerini ezberlemiştik…

Haaa, bir de, en çok da, neden olduğunu tam olarak anlayamamakla birlikte, Karaoğlan’ın uzatmalı sevgilisi Bayırgülü’nü seviyorduk galiba…

Ama bu bir sırdı (!). Bunu kimse birbirine söyleyemiyordu.
Bekir’in babası kasabanın tek posta müvezzi (dağıtıcısı) idi. Bütün gün bedenine dar gelen
üniformasının içerisinde terleyerek kasabanın eğri büğrü sokaklarını arşınlayıp dururdu.
Ahmet’in babası ise 197. piyade alayında yüzbaşı idi.

Okuldan sonra en büyük eğlencemiz mahallenin Arnavut kaldırımlı sokaklarında plastik bir top ile futbol oynamaktı. Kale direklerimiz üst üste konmuş üç dört taştan ibaretti.

O zamanlar kasabada araba falan yok denecek kadar azdı, dolayısıyla sokakta top oynamak tamamen tehlikesizdi. Tehlikeli olan ise topun bazen sokağın hemen yanında olan ve bir yatıra ait olduğu sanılan, etrafı alçak duvarlarla çevrili bir türbeye kaçmasıydı. O zaman topu kaçıran hangi çocuk ise, bildiği bir duayı üç kere okuyup alçak duvardan “türbeye” atlayıp topu alırdı.

Daha tehlikelisi ise, topun Hasan Amca’nın bostanına kaçmasıydı. Eğer acele edip ondan önce alamazsak, topumuzu bıçakla kesip bize geri atması olağan bir durumdu.

Biz de o zaman “Kel Hasaaaaaan, Kel Hasaaaaannnn…” diye bağırıp adamı iyicene çileden çıkartırdık.

Yeni bir top almak için, inanılmaz derecede karmakarışık, ama ne ararsan bulunan Adnan Amca’nın dükkanına gittiğimizde, adamcağız bize güler ve “Ne o? Kel Hasan topunuzu mu patlattı yine…” diye dalgasını geçerdi.

Adnan Amca ailesinin bütün erkekleri gibi Galatasaray Lisesi mezunuydu ve bu bir cangılı andıran ve daha çok bir depoya benzeyen devasa dükkanda çok mutlu gözükürdü gözüme…
Bir de mahallede şişman Seriye Teyze vardı, herhalde 120 kilo falandı.

Kasabanın tek gazete bayii olan kocası Sıçan Mehmet ile tam bir tezat teşkil ederdi; gerek en ve gerekse de boy olarak adamcağızın neredeyse iki misli boyutlarındaydı.

Ara sıra zavallı adamı hırpaladığı söylenirdi, ama muhtemelen bu bilgi doğru değildi. Şen şakrak ve aslında iyi kalpli bir kadın olan Seriye Teyze, biz kapısının önünde top oynarken bizi seyreder, hatta tek seyircimiz olarak “Aslanım benim… Kuvvetli vur, sağına pas ver, yuh o gol de kaçar mı…” diye tezahürat da yapardı.

Seriye Teyze zaman zaman bizi çağırıp elimize bir parça, pide, börek falan tutuştururdu…

Severdik aslında Seriye Teyze’yi…

Ama bir keresinde, beni çağırıp fırından yeni çıkmış mis gibi kokan mancarlı pideyi verdikten sonra, terden sırılsıklam olmuş bol etekliğini yukarı toplayıp tombul memelerini göstermişti, korkup nasıl kaçtığımı bilememiştim.

Seriye Teyze’nin arkamdan attığı kahkahalar hala kulağımdadır.
Mahallede çocuklar arasında en iyi top oynayan Bekir ile ikimizdik. Çocuk aklımızla Metin
Oktay gibi bacaklarımızın çarpık olmasını isterdik, öyle ya, iyi futbolcu dediğin Baba Metin
gibi çarpık bacaklı olurdu…
Üç kafadar Arnavut kaldırımlı sokaklardan, yukarıya, o zamanlar meskun yerlerin sınırı olan,
askeri lojmanların olduğu bölgeye doğru yürüdük…
Bekir : Oğlum uyuyorsunuz, dedi… Cemre toprağa düşmüş!
Hangi Cemre ? dedim, şu B şubesindeki şaşı kız mı? Bir yerine bir şey olmuş mu?
Bekir, biraz da böbürlenerek, “Sizin dünyadan haberiniz yok…

Cemre önce havaya, sonra suya, şimdi de toprağa düşmüş! Baharın habercisiymiş bu cemre…”diye raconu kesti.
Ahmet’in kafası iyicene karışmıştı: “Lan havaya, suya, sonra da toprağa düşen bu cemre nasıl
bir şey ki? Düşerken biz niye görmüyoruz bu mereti ?”
“Tamam lan” dedim cemre konusundaki cehaletimi gizlemek için; “Gidip bulalım biz de
şunu…”
Bekir keyiflendi, “Zaten biz de onu bulmaya gidiyoruz, hadi açın bacaklarınızı…”
Biz zaten o sırada kasabanın dışına çıkmış, koyun sürülerin tembel tembel otlandığı çayırların
arasından yeni yeni başlarını uzatmış papatyaların, katır tırnaklarının, baygın kokular saçan
başka kır çiçeklerinin süslediği kırlara doğru yol almaya başlamıştık bile.
Epey bir süre yürüdükten sonra annemin dediği fazla uzaklaşmayın uyarısı aklıma geldi, ama
önemli bir işimiz vardı: cemreyi bulacaktık.

Üç kafadar, dikkat kesilmiş bir şekilde yürürken sağa sola, ağaçların arkasına, kaya diplerine bakıyor cemre olabilecek bir şeyleri görmeyi umuyorduk. Tam o sırada Ahmet bir taşı kaldırıp bağırdı: “Koşun lan buldum galiba cemreyi!“
Bekir ile heyecanla o tarafa seyirttik…

Taşın altındaki sümüksü kıvamda bir şeyi elindeki sopayla dürtüyordu Ahmet…

“Bu kesin cemre, hiç böyle bir şey görmedim şimdiye kadar”
diye heyecanla söylendi.

“Yok beeeee, dedi Bekir, “burası bir böcek yuvası, bunlar da böceklerin yumurtaları…”
Bozulmuştu Ahmet, elindeki sopayı fırlatıp attı…

“E nasıl bir şey ki bu cemre, onu görsek bile üzerinde cemre yazmıyor ki, nasıl bileceğiz cemre olduğunu?”
“Çok değişik bir şey olmalı be” dedim, “Görünce şıp diye anlarız…”
Karşımızdaki Üç Beyler tepesine doğru yürüdük… Bölgenin fatihi Orhan Gazi’nin uç beyi olan,
bölgenin fatihi Akçakoca’nın üç komutanının mezarları devasa ağaçlarla kaplı bu tepede
bulunuyordu.

Köylüler bayramda seyranda mezarların etrafındaki devasa meşe ağaçlarına
çaput falan bağlayıp dilekte bulunurlardı. Kimi erkek çocuk doğurmak için, kimisi gelinlik yaşa
gelmiş kızına hayırlı bir kısmet bulmak için, bazıları hastalıklarından kurtulmak amacıyla
dilekte bulunur, getirdikleri renk renk bez parçalarını ağaçlara asarak ortalığı bayram yerine
çevirirlerdi.

Herkesin bir derdi vardı yani… Bizim derdimiz ise cemreyi bulmaktı…
Tepenin eteklerine varmıştık ki, “Aha!” diye bağırdı Bekir birden, “Buldum onu, bu kesin
bizim cemredir!” Heyecanla koştuk yanına…
Bekir kahkahalarla gülüyordu, yerde bir gazete parçası vardı… Üzerinde de kocaman bir
gazino ilanı: Büyük yetenek, oryantal yıldız Cemre gazinomuzda, kaçırmayın…

Bekir’in ensesine birer şaplak indirdiğimizde o hala katıla katıla gülüyordu…
Üç saat kadar dolandık kırlarda; bir türlü cemreyi bulamadık…

Biraz yorgun, biraz üzgün ama epeyce eğlenmiş bir şekilde mahallemize geri dönerken Ahmet söyleniyordu: “Len havaya, suya, toprağa düşen bu meret elbet bizim sokağa da düşer, yakalarız hergeleyi.”

Bu fikir hepimizi keyiflendirdi…
Akşam ezanı okunuyordu, babalarımızdan önce evlerimize ulaşmak için adımlarımızı hızlandırdık.

İçimizde tarifsiz bir çocuk masumiyeti, aklımız cemrede, bizi bekleyen akşam yemeği için evlerimize dağıldık. O gece kesinlikle rüyamızda cemreyi görecektik.

Sahi, ne menem bir şeydi şu cemre acaba…

XXX

450168175_3660355637611513_5658281616332758862_n

Kandıralı Fethi sağolsun… paylaşmış…

#KANDIRALI idi...... Doğma büyüme... Cumhuriyet meydanının göbeğinde, belki saklambaç oynadı..
Babasının yazıhanesinin üstünde idi ikamet ettikleri evleri, hamfendi anneleri ve küçük kardeşi Selim....
Sıçan MEHMET ve eşi,
SERİYE ablamız...
Eyvahhh ki eyvah...
ADNAN GÜNEŞ’in CANGIL ORMANLARINA benzer mağazasını
SUCUKCU ESAT AMCAYI hatırlıyan ve halä anıp anlatan....
ve
Bu anısını nacizane bendeniz Kandıralı Fethi ye MAİL adresime atan KANDIRA'lı Beyfendi büyüğümüz Av. Süha ÇOKUĞAŞ 'ın oğlu(küçüğü Selim Çokuğraş biraz mukallit -biraz YUVA idi)
PROFESÖR Sn. Haluk Çokuğraş 'ın bir anısını paylaşıyorum. demiş

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Üzgünüz, yorum formu şu anda kapalı.

Geri izleme yok.