TÜRK, TÜRKLÜK VE TÜRK MİLLETİ – Prof.Dr. Mustafa ÖZBALCI
TÜRK, TÜRKLÜK VE TÜRK MİLLETİ – Prof.Dr. Mustafa ÖZBALCI
Millet kavramı, sadece ırkî birtakım özelliklerin bir araya getirdiği bir topluluğu, bir ana kavmi ifade etmez ve dayandığı bir ırkın, bir soyun bütün özelliklerini tam olarak yansıtan, saf ve katıksız bir milletin varlığından da söz edilemez.
Zira hiçbir insan topluluğu tarih sahnesine ilk çıktığı hâliyle kalmaz, kalamaz. Zaman ve mekân değiştikçe başka topluluklarla karşılaşır, onların kültüründen, dilinden, inancından, yaşayışından etkilenir ve onlarla kaynaşır. Bu da doğal olarak fertlerin ve toplumların sosyal yapısının değişmesine ve değişerek büyümelerine yol açar.
Her topluluğun bir milletleşme süreci vardır. Millet, tarihî zaman içinde farklı ırkların kaynaşması ve ortak bir kültürün çevresinde toplanması ile oluşan bir terkiptir. Bu terkibin en önemli bileşenleri dil, din, kültür, tarih, coğrafya vb. faktörlerdir.
Merhum eğitimci ve fikir adamı Cahit Okurer’in de dediği gibi, insanlar zaman içinde kendi varlıklarını, değer ve yeteneklerini geliştirerek bir “şahsiyet” hâline gelirken, onların oluşturduğu toplum da kendine özgü sosyal bünye ve yapısını, değer ve yeteneklerini geliştirerek millet hâline gelir. Yani millet, belli bir toprak (vatan, yurt, ülke) üzerinde ve belli bir tarihî süreç içinde yaşayarak kendine özgü bir bünyeye sahip olan bir topluluğun bütün maddî ve manevî varlığını, değer ve yeteneklerini geliştirmesiyle meydana gelen sosyal bir bütün ve sosyal bir “şahsiyet” tir. (Milliyetçiliğimizin Temel Fikirleri, Dergâh Yay. 2009, s.133).
Ziya Gökalp’e göre de millet ne ırkî, ne siyasî, ne de iradî bir topluluktur. O, milletin oluşmasında en önemli öğe olarak eğitim ve kültürü görür ve milleti dil, din, ahlâk ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, aynı terbiyeyi almış olan fertlerin meydana getirdiği harsî (kültürel) bir topluluk olarak tanımlar.
Gökalp’e göre, fertleri birbirine bağlayan ve bir arada tutan bağ, “terbiyede ve kültürde, yani duygularda iştiraktir.” Türk köylüsü de milleti, “dili dilime, dini dinime uyan” diye tarif eder.
Yahya Kemâl de Türk milletinin “dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını” olduğunu söyler.
Sözlükler de milleti, genel olarak, “aynı topraklar üzerinde yaşayan, aynı köke dayanan, tarih, töre, gelenek, görenek, ülkü, dil, duygu vb. ortak özellikleri bulunan insanların tümü; aynı anayasa ile yönetilen bireylerden meydana gelen, fakat bireylerin her birinin üzerinde egemenliği elinde tutan hukuki varlık” olarak tanımlarlar.
Kısaca millet, maddî ve manevî anlamda birbirinden çok farklı birtakım unsurların çevresinde toplanan, ortak bir kültürü birlikte var etmiş olan bir topluluktur. Bu ortak kültürün en önemli unsurları ırk, dil ve dindir, ama bunların hiçbiri tek başına bir topluluğu millet yapmaz, yapamaz. Gerçekten de bir insan, kanca müşterek olduğu insanlardan ziyade, dilde ve dinde müşterek olduğu insanlarla birlikte yaşamak ister. Çünkü insanî şahsiyetimiz bedenimizde değil, içimizde, ruhumuzdadır. Maddî meziyetlerimiz ırkımızdan, soyumuzdan, manevî meziyetlerimiz ise içinde yaşadığımız ve terbiyesini aldığımız toplumdan gelir.
Bütün bunlar bize gösteriyor ki, Türk ve Türklük kelimeleri ile Türk Milleti kavramı, sadece belli bir ırka, ya da tek bir inanç ve tek bir mezhebe bağlı insanlardan oluşan bir topluluğu ifade etmezler. Tarih boyunca Türk ırkının, Türk soyunun teknesinde yoğrularak kıvamını bulmuş dil, töre, gelenekler, örf ve âdetler vb. ortak özelliklerin ve kültürel değerlerin oluşturduğu sosyal bir yapıyı; her millet gibi halkını söz konusu ortak değerler çevresinde toplayan ve bir arada tutan tarihî ve kültürel bir birikimi, ortak bir millî şuuru ve birlikte yaşama iradesini temsil ve ifade ederler.
Yani milletimiz, (Yahya Kemâl’in deyimiyle milliyetimiz) ırk, dil, din, örf ve âdetlerimize, zevk ve alışkanlıklarımıza, kısaca kültürümüze, tarihimize, millî ve manevî değerlerimize bağlı insanlardan oluşan bir terkiptir.
Prof. Dr. Niyazi Öktem’e göre “Türk, yepyeni bir etnik ve kültürel kimliktir.” Türk milletinin, Türk kökünden gelenler ile bu kökten gelenler kadar Türkleşmiş kimselerden meydana gelmiş bir topluluk olduğunu söyleyenler de vardır. Bunlardan biri de Ziya Gökalp’tir. Atatürk’e göre de, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türki’ye halkına Türk milleti denir.” Burada Atatürk’ün etnik köken, din ve mezhep ayrımı yapmaksızın Türk halkının tamamını, bütün insanlarımızı millet kavramı içine aldığı dikkatten kaçmamalıdır.
Anayasamızın 66. maddesine göre, “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” Madde 301’e göre de, “Türklükle, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasınlar, Türklere has müşterek kültürün ortaya çıkardığı ortak varlık anlaşılır.” Elbet bütün bu insanlar büyük ekseriyetle Müslüman olmakla beraber, aralarında başka din ve mezheplere mensup olanlar, milletin ve devletin resmî dili olan Türkçe dışında aralarında kendi dillerini konuşanlar da vardır. Ama geldikleri ırk ve inandıkları din bakımından farklı olsalar da bunların hepsi bu “müşterek kültürün” içindedir, Türk milletine mensuptur ve Türk vatandaşıdır.
Vatandaş, birlikte yaşadığı topluma, kendi milletine ve onun devletine bağlılığını ve sadakatini gösterebilen, onunla övünen ve gurur duyan insan demektir. Türk ve Türklük, vatandaşların üst kimliği, ortak kimliğidir. Vatandaşlıkta önemli olan millî birlik ve millî mensubiyet şuuruna, birlikte yaşama duygu ve iradesine sahip olmaktır. Bu değerlerden yoksun olan, milletini yüceltmek ve yükseltmek ideali taşımayan, milleti ile gurur duymayan, onunla övünmeyen kimselerin, etnik kökeni, soyu-sopu, dini ve mezhebi her ne olursa olsun iyi bir vatandaş, iyi bir yurttaş sayılmaları asla mümkün değildir. Aslında, anlayabilenler için Türk vatandaşı olmak bir ayrıcalıktır.
Ahmet Yesevi, “Din seçim, Türklük kaderdir.”der. 1978 yılında Madrid’de görevli iken Ermeni terör örgütü Asala militanlarının suikast girişiminden şans eseri kurtulan merhum büyükelçi Zeki Kuneralp (1914-1998)’e göre, “Türk olmak pahalıdır, ama bir imtiyazdır.” Le Marten ise, “Türkler bir ırk ve millet olarak yeryüzünün en şerefli insanlarıdır.” demektedir. O sebeple, rahmetli Ebu’l-feyz Elçibey’in de dediği gibi, Türk değilim diyen bir şerefsize karşı ısrarlı olmanın hiç gereği yoktur. Tanrı’nın bahşettiği şerefi istemeyen şerefsize, biz zorla şeref verecek değiliz.
Dünya sahnesine çıktıkları Orta Asya bozkırlarından ayrılıp dünyanın dört bir köşesine dağılmış olan Türkler, tarihin kaydettiği en eski, en köklü ve en büyük topluluklardan biri olarak bilinir. Tarihi geçmişleri M.Ö. 8 ve 7 binli yıllara kadar uzar. Ünlü tarihçi Herodot’un deyimiyle, “uzun ve köklü bir tarihe şahittirler.” M.Ö. 8. yüzyıl ile M.S. 6. yüzyıl arasında daha ziyade avcılık ve hayvancılıkla geçinen konar-göçer aşiretler ve boylar halinde yaşayan Türkler, 6. asırdan itibaren yavaş yavaş yerleşik hayata geçmeye başlarlar ve tarihte Türk kelimesinin bir devletin resmi adı olarak ilk defa kullanıldığı Göktürk (Köktürk, M.S. 552-774) devletini kurarlar. Burada, Çinliler başta olmak üzere komşuları ile bazen dost bazen düşman olarak yaklaşık iki asra yakın bir süre yaşadıktan sonra, 8. asırdan itibaren Batı’ya doğru akın akın göç etmeye başlarlar. Tarihin en büyük ve en uzun süreli göç hareketlerinden biri olarak bilinen bu göçler sonunda Türkler, 16.yüzyıla kadar “eski dünya” olarak bilinen Asya, Avrupa ve Afrika’nın önemli bir kısmında egemen olurlar ve bu geniş toprak üzerinde irili ufaklı 16 imparatorluk ve pek çok da devlet kurarlar.
Bu arada İslâm dinini de kabul eden Türklerin kurduğu bu imparatorluk ve devletlerin en büyüğü ve en uzun ömürlüsü hiç şüphesiz Osmanlı İmparatorluğu’ dur.
Günümüzde Türkler sadece Türkiye’de yaşayanlardan ibaret değildir. Dünyada yaklaşık 400 milyon civarında Türk vardır. Bunların bir kısmı kendi bağımsız devletlerini kurmuşlardır, bir kısmı da başka milletlerin içinde dağınık bir şekilde yaşarlar. Ama adları (Azeri, Türkmen, Özbek, Kazak, Kırgız, Uygur vb.) farklı olsa da hepsi Türkçe’nin farklı bir lehçesini konuşurlar, Türklüğün ortak Tarihine ve kültürel değerlerine sahip ve bağlıdırlar. Kafkasya ve Balkanlar başta olmak üzere dünyanın pek çok yerinde Türklerin ve Osmanlı devletinin izlerini taşıyan ve hâlâ İstanbul Türkçesini konuşan Türk mahalleleri ve beldeleri vardır. Onlar bizim de vatandaşlarımız, hısım ve akrabalarımızdır.
Emperyalistler ve dış güçler, çeşitli sebeplerle bizim bu eski vatandaşlarımız, hısım ve akrabalarımızla bağlarımızı koparmaya, onlara Türkçeyi tamamen unutturmaya çalışabilirler. Bunun örnekleri de yok değildir. Devletimizin onlarla yakından ilgilenmesi, yaşadıkları yerlerde Türkçe konuşarak, Türk kültür ve kimliğini koruyarak, kısaca Türk kalarak yaşamalarını sağlama konusunda ne yapılması gerekiyorsa yapması gerekir. Başka milletler bunu hiç ihmal etmezler. Bu, bir milletin geleceği için çok önemlidir.
Ünlü yazar Voltaire, kendi tarihiyle gurur duymayan, kendi milletinin mazisini sevmeyen ve onu küçümseyen, hatta daha ileri giderek ecdadını barbarlıkla suçlayan sözde insaniyet taraflısı kişilerin, millî gururun temel unsurlarından yoksun olduklarına hükmetmek gerektiğini söyler.
Yahya Kemal’e göre en büyük öksüzlük, köksüzlüktür.
Winston Churchil, “Ne kadar geriye bakarsanız o kadar ileriyi görürsünüz.” der. O itibarla, geçmişe sahip çıkılmalı, millî mazi unutulmamalı, millî tarih bilinci daima canlı tutulmalıdır. Fakat bunun için önce hafızamızı yeniden kazanmak ve Cemil Meriç’in şu sorularının en doğru cevaplarını bulmak zorundayız: "Neyiz? Kimiz? Nerden geliyoruz? Hangi tarihin çocuklarıyız?”
Zira Tanpınar’ın da dediği gibi, “Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz.” Biliyoruz ki ibret alınmazsa tarih tekerrür eder. Yaşadığımız felaketlerin tekrar etmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur.
Leave a comment
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.