Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım… Şikayet edeceğine sen de alternatifini oluştur.

11Ağu/200

SATRANÇÇI – Mustafa YILDIZ

mustafa yıldızSATRANÇÇI – Mustafa YILDIZ

Şehirlerin ruhu insanların yüzlerine siner. Bu siniş bugünden yarına olmaz, gideceksin birkaç göbek geriye, dedenin dedesine dedenin dedesine…  Şehrin izi insanın bir yerinde gizlenir. Kesin şurasıdır diyemem, görmek de kolay değil, bakar karar verirsin, şifre çözüldü, tık, tamam. Abimiz Ankaralı, keçi gibi inatçı. Bu Bursalı olmalı, yüzünde kırışıklıklar tıpkı Dua çınarı.

Şimdi konuştuğum zatın memleketini söylemesine gerek yok, İzmitlidir, içinden tren geçer gibi tek tek konuşuyor, istasyon gibi sıcak, fuar gibi neşeli, düzenli tertipli, toz tutsun istemez eşyaları, parkeler cillop gibi, elinde sürekli temizlik bezi, siler durur masayı, camı.

İnsana bir bakışı var: Saat Kulesi. Destekli sallıyorsun, falcı gibisin. No comment bakı, no comment astroloji, dediğim yüksek olasılık, istatistik okuduk. Zaten İzmit’teyiz bir hafta, satranç turnuvasında, Yeni Yıl Turnuvası, hava hafiften soğuk, millette pardösü, palto var, boynunda atkı, başında bere, ayakları sıcak tutmalı. İlk gün keşfettim bu çayhaneyi, canım çekti benim de o narin elleriyle ince belli bardaktan sıcak bir çayı aheste aheste içerken içeride, gözleri dağ deviren, çekici bir bayan. Sormayın fiziğini anlatamam imkânsız, bana ince belli bardaktan lütfen açık bir çay, çayı şekersiz getirdi adam, dedim ya Saat Kulesi, krizantem. Sahibi veya işleteni İbrahim Bey, az önce sözünü ettiğim İzmitli bey. Turnuva salonundan bir kat aşağıya iniyorsun tam karşısında kapısı, iki cephesi boydan boya cam ışıl ışıl bir dükkan, masalar da şeffaf, sandalyeler turkuvaz, girişe göre sağ köşede Gaziantep işi çay kazanı, yanında tost makinesi. Kolay oldu ilk tur, alttan çektim, rakibim kırk sekiz elli yaşlarında göbeği hafif önde ortadan uzun bir adam, saçları karman çorman, kirli sakalı var, montunu çıkarınca gördüm, koyu renkli bir kazak, önü diyabet yemekleri tarifesi, çay, çorba, taze fasulye, akşamüstü enginar, üst dudağı kenardan hafif aralık kalmış, sigarasını sürekli kondurduğu yerden bir dişi görünüyor sapsarı, hamlelerini yaparken tuttuğu işaret parmağı da aynı renge boyalı, nefesi kısa kısa ama rahatsız etmiyor, sessiz, beyazlarla oynuyor, istekli. Yirminci hamleden önce vezirim f6 karesinde, c5’teki atıyla a6’daki piyonuma gözünü dikti, lokal bakıyor tahtaya, alacak biliyorum atla piyonu, fazla düşünmedi, aldı, saate bastı, vezirimle atını yatay gidip alınca çok üzüldü, ağlamaklı oldu, ben de üzüldüm tabi, istemiyorum beleş taş, ama kural böyle tuttuğunu oynayacaksın arkadaş. Birkaç hamle sonra oyun bitti.

Ertesi gün bir saat erken geldim İzmit’e rüyalarıma da giren o gözleri dağ deviren afeti belki yine görürüm ümidiyle, putperest oluyorum galiba Allahüazimüşşan Allahüazimüşşan. Hoş geldiniz efendim, bugün nasılsınız bakalım, pek erkencisiniz? Boş dükkanın tam ortasındaki masaya çöktüm, amorti bile yok bu gün. Çay efendim çay dünkünden olsun. İbrahim bey demlikten taze çayı boşaltıp bardağı getirirken gözüme ilişti birden duvarda, saatin yanında küçük bir resim, gülen bir bebek fotoğrafı, Dünya tatlısı, “Torunum” dedi gönençle, çayda cennet kokusu, Ece’ymiş adı. Tüpraş’tan emekli İbrahim Bey, ailesi Balkan kökenli ama beş göbekten beri İzmitli, Doksan üç harbi, Osmanlı Rus savaşı, Romanya, Köstence, sohbet çok tatlı. Torunum Amerika’da çok özlüyorum onu. Oğlu ve gelini, genetik mühendisleri, Kaliforniya’da doktora yapıyorlar, orada evlendiler, okul arkadaşları, Ece on sekiz aylık, bak ben palamut ağacı, iyice yaşlanıyorum, o kakı, daldan geçen yıl düştü, internetten de olsa gördüm ya ölebilirim artık. Hiç göstermiyor yaşını hiç göstermiyor. Bir de kızı varmış İbrahim Bey’in, antropoloji okumuş, diplomasını almış ama nerede iş? Amerika? Git, dedim ben de ağabeyinin yanına yavrum, dinler mi başına buyruk, neyse ki girişken kız, kimseye minnet etmez, anne tarafına çekmiş, kendi göğünde uçar. Çalıştı birkaç işte, emir altında yapamadı, dans kursuna gitmiş benim haberim yok, abisi de omuz çıktı, Ece Dans ve Bale Okulu’nu açtı. Hâlâ oturtabilmiş değilim, bale, dans, çay, tost münasebetini. Dedi ki bana da kız, adını söylemedi nedense, baba sen de çay ocağını işlet, hem başımızda durursun göz kulak olursun bize, hem de eğlence olur sana, vakit geçirirsin, kafama yattı. Dans okulunu mekanda bir yerlere sığdırmaya uğraşırken zihnimden içeriden yeni bir ses geldi tiz, taze, dişi ve ergen: “Orada mısın enişte, tost yapar mısın kaşarlı, bir de büyük çay çok şekerli.” Çay kazanının olduğu köşeden içeriye açılan kapıyı İbrahim Bey, sesin geldiği o yöne dönünce fark ettim. Baldızın küçük kızı dedi, dans derslerine de katılıyor, ablasına da yardım ediyor ayak işlerinde, şimdiki gençler böyle. İbrahim Bey, kaşarlı tost yapmaya giderken cam kapı, dünkü rakibim tarafından paldır küldür açıldı, üzerinde aynı kıyafetler, elinde de yanık sigara. Selam bile vermeden abi be dedi, dün ben o atla senin a6 piyonunu almasaydım da beraberlik teklif etseydim kabul eder miydin? Teselli yanı daha ağır basan bir düşünceyle “kabul edebilirdim” dedim, materyal olarak eşittik zaten. Öyle bir of çekti ki teselli niyetimin yersiz, yetersiz ve zamansız olduğunu anladım. Dün atını kaybettiği andan kat kat fazlaydı üzüntüsü. Ben bu satrancı nasıl öğreneceğim abi, dedi, gayet ümitsiz bir yüzle. Ne iş yapıyorsun sen? dedim.  Durdu biraz. Durdu. Uzun durdu. “Doktorum” dedi. Belli oldu mu bilmem ama resmen şok geçirdim. Mümkün değil, olamaz, sanayide kaportacı olabilir, türünden kaldıysa hâlâ radyo tamircisi olabilir, elektrik elektronik ustası, inşaat işçisi olabilir, marangoz kalfası, dülger ustası olabilir bu adam ama doktor? Acaba… Dedim ki ne doktorusun? Pratisyenim, dedi, nerede? Derince Devlet Hastanesi’nde, çalışıyor musun halen? “Cık” dedi, soruların çoğalmasından rahatsız olduğunu belli etti. İçimde bir ısrar sonuna kadar git diyor, mata kadar yolu var. Neden çalışmıyorsun? İzinliyim, turnuva için mi izin aldınız? Hayır, dedi, daha fazla sormasam olmaz mı? Olmaz. Ya ne izni seninki? Ömründe yalanın semtine uğramamış gibiydi, raporluyum ben dedi, hayretim arttı, hayırdır, ne raporu doktor bey? Şizofrenim ben, dedi, göğsünü geri çekti, artık rahattı. Ama şizofren sözünden rahatsız, ne rahatsızı, yusufçuk yusufçuk oldu konuşmamızı başından beri pür dikkat dinleyen İbrahim Usta, masanın altından dürttü beni refleksle, yalvaran gözleriyle, daha sorma hocam ne olur, Allah korusun, görmüyor musun her yer cam, demek istedi.

Ah cam-ı Cem*  

Cam duvardan ötelere baktım da göründü gözlerime, Pendik’te, Sapanbağları’nda, meyhaneler sokağında, Bosna birahanesinde, yıllar önce konuşurken üç dört arkadaş, tartışma çıktığı an. Biri dedi ki satranç, kafayı çiziyor, iddia değil, kesin gerçek, bilimsel tez, bir sürü örneği var, hem de şampiyonlardan, şimdi adlarını saysam beni mahkemeye verirler. Al sana en baba örnek, ilk Dünya Şampiyonu Wilhelm Steinitz, akıl sahibi adam hiç der mi Baba: Tanrı’nız nerede, getirin bir maç yapayım?  Sonu ne oldu ama, tırlattı gitti, ayaklarını tımarhanede dikti havaya. Türk satrancının biricik duayeni Demir Baba, (yine rahmet istiyor) savunma sanatının büyük ustasıdır, yöntemi hücumdur ya hemen itiraz etti: Öyle değil evladım, satranç çizikleri tedavi eder, o senin aklındaki örnekleri biliyorum, onlar satrançtan önce zaten çiziktiler, satrançla biraz olsun iyileştiler, hepsinin tedavi süreçlerinin tek tek ben bizzat tanığıyım. Steinitz’e gelince, o modern satrancın piridir, ona laf söyletmem, kendisinden bu güne, Alekhine’den Fischer’e, Cabaplanca’dan Karpov’a, Kasparov’a, sana, bana, gelmiş gelecek ne kadar satranççı varsa Dünya’da hepsi borçludur, borçluyuz ona, satrancın ilkelerini. İnanma içi boş hikâyelere.  Kendimi örnek vereyim: eğer satrançla tanışmamış biri olsaydım önceden, o seksen ikideki banker krizinde ben ya köprüden atlardım ya fare zehri içerdim, inan. On beş daire alacak param vardı, on beş ayrı bankere verdim bu elimle tek tek, ulan yarısı batsa kalanı yedi sülaleme yeter. Çok adaletlisin baba, eşitlikçisin, tam bir çakma sosyalist, yoklukta komünist olur varlıkta kapitalist.  Tüh Allah belasını versin, dalga büyük dalgaymış, kapıldık büyük sele, gitti paracıklar gitti, banker değilmiş ki pezevenkler, hergeleymiş hergele, ne yaptın babacığım yapma yahu bak hele, ne yapayım, aldım elime bir top ile tek raket, indim bodrum katına vurdum duvara vurdum duvara pingpong pingpong pingpong… Kendi kendime dedim, Aslanım Demir, sen kazanmadın mı bu parayı, haydan gelmedi gerçi tamamı alın teri, büyük oyun döndü o zaman, baştakiler askerdi, çaycılarla, terzilerle çöktüler milletin parasına, aile felaketleri, boşanmalar, cinayetler, intiharlar gırla… Hasılıkelam kafayı sıyırmayı, pardon sizin kelimeniz neydi, çizdirmeyi uzun müddet erteledim. Çocuklar bu bira çok iyi be. Alo baba dedi a’ları çok uzatarak o biri, satrancın bu öyküdeki payı? Dua et masa tenisine yoksa çoktan karartmıştın enseyi. Büyük ve ağır bardaktan zorlu bir yudum aldı, ardından kuru etle leblebi, hiç satranççı olmasaydım nasıl bulurdum yolu, nasıl vururdum topu, iyi ki satranççıyım, iyi ki satranççıyız, haydi kaldıralım kadehleri satrancın şerefine. O da bir zamanlar ateşten bir alevdi, demirden koca bir devdi, aynı yıl Dünya Şampiyonu Fischer’i deviren Kovaçeviç’i yendi. Hem de Yunanistan’da. Oley oley oley! Çetin kalktı yerinden, Çetin’in satrançla çok ilgisi yok, bir hastalığı var: dilinde seksoloji. En çok iki cümle kurabilir ahlaklı, üçüncüsünde mutlaka ya belden aşağı bir söz ya  kadın bedeninin yuvarlak bir yeri saklı. Temiz çocuktur amma. O nedenle biz baktık Çetin konuşacak, şöyle söyleriz: Uzun olabilir, zararı yok, lütfen iki cümle sadece iki. Bir eli ensesinde bir eli arkasında kalçasını oynattı Çetin, Nesrin Topkapı; birazdan Demir Baba diyecek: ben çizik değilim, ben çizik değilim… Otur yerine Çetin, kahkaha kahkaha kahkaha…

Dizini uzun kaşıdın Hocam, çok daldın, bir çay daha getireyim mi? Getir, dedim acele. Cam, çerçeve yerinde mi? Doktor Bey’e de getir, birer tost yiyelim mi? Olur, dedi en uysal haliyle doktor. Yavaş yavaş ayıldım, Doktorum dedim, sen işin içindesin, bilirsin, hem de başında belâ, sebeb-i hikmeti nedir şizofren denen illetin? Çok derin bir nefes aldı, soluklanması en az otuz yıl sürdü, çocukluk çağlarından, dağların artlarından ağır ağır çıkan bir sesle “ben” dedi, hayatta hiçbir isteğime ulaşamadım. ” Şaşırdım, çok şaşırdım, ne diyorsun doktorum, insaf et, kaç kişiyi geçmişsin, Dünya’da ne kadar insan doktor olmak istemiştir de olamamıştır, en yakın örneği ben, ama dedi gülerek doktor olmayı ben istemedim ki. Kim peki? Babam! Nasıl bir baba bu, mahvetmiş çocuğunu, kim senin baban, nasıl böyle bir şey yapar? Benim babam dedi birkaç yıllık bir soluk daha alıp katranlı ciğerlerine Doktor Mehmet Ali… Fevziye Camii’nin karşısındaydı muayenehanesi. İbrahim Bey, çayları ve tostları tepside getiriyordu. Mehmet Ali’yi, doktoru, Fevziye Camii’yi duyar duymaz “Ne!” diye, bağırdı resmen, almasam elinden tepsiyi yere düşürecekti. Hayret, şaşkınlık sırası İbrahim Bey’deydi, kolay kolay da şaşkınlığını atlatacağına dair iyimser bir hava yakında görünmüyordu. “Sen şimdi Doktor Mehmet Ali Bey’in oğlu musun yani? Evet, dedi, gömleğinin cebinden kimliğini çıkardı, bak burada ne yazıyor? Gerçekten almak istedi nüfus kağıdını kahveci, yakından bakmak için, gerçekten inanmak için, elinden bırakmadı, sıkıca tuttu kimliğini, gözüne sokar gibi yaptı doktor, bak dedi burada ne yazıyor,  Baba Adı : Mehmet Ali değil mi, soyadı da senin bildiğinle aynı. “Vay be” dedi İbrahim, vay anasını be. Bunun babası var ya öyle bir doktordu ki fakirden para almaz, ilaç parası çıkışmayan hastasıyla kendisi eczaneye gider, hiçbir hastasını eli boş göndermezdi, çok sevilirdi çok, muayenehanesi dolar taşardı, Ta, İnegöl’den, Bursa’dan, Kandıra’dan Ağva’dan, Hendek’ten Bilecik’ten hastaları gelirlerdi. Ne kadar ünlü idi garip babası, fakir babası Mehmet Ali Bey, nurlar içinde yatsın, amin, amin. Babamın komşusuydu, çok iyi ahbabıydı. Babanız? Alt katında, kuruyemişçi Zeki, yirmi yıl oldu kapatalı. Tanıdık biri değil. Dünya’nın haline bak. Kaç kardeşsiniz doktor? İki ablam var. Onlar da senin gibi mi? Yok, birisi benim gibi hasta, diğeri yırttı, nasıl yırttı? O, doktor olmadı! Dünya’nın haline bak. Tostlarımızı yedik, çayımı içemedim, ikinci tur başlayacak birazdan, beş dakika var. Kalktı doktor, önden gitti, heyecanlıydı, başarılar diledim. Dikkatli oyna, dedim. Hesabı ödedim, turnuva salonuna çıkmadım, istasyona yürüdüm. Pendik'e dönüyorum.

* Esdi nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem
   Açsın bizim de gönlümüz sâkî meded sun câm-ı Cem

Nef’i

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.