ARAPLAR NEDEN TÜRKLERİ SEVMEZ? – Prof. Dr. Zeki ARSLANTÜRK
ARAPLAR NEDEN TÜRKLERİ SEVMEZ? - Prof.Dr. Zeki ARSLANTÜRK
İslam Ümmetinin kaderini belirleyen üç kavim önemlidir: Araplar, Türkler ve İranlılar.
İslam Dini Arap Kavminin yayılma bölgesinde ortaya çıkmış bu nedenle ilk muhatabı Arap Kavmidir ve dolayısıyla de Kur’an Arapça’dır. Son ve evrensel din olma iddiası, onu Arap Kavminin dışına taşırmıştır. Kur’an’ın muhatabı bütün insanlıktır. Bu nedenle Medine İslam Devleti etrafında çerçevenin genişlemesi İslam’ın Araplar’ın milli dini olduğu anlamına gelmez.
İslam Dinini kabul eden bu kavimler aynı zamanda dünyanın en eski kavimleridir; bunlardan ikisi (Türkler ve İranlılar) kültür ve medeniyet adına İslam öncesinde insanlığa ürün vermişlerdir. Araplar ise İslamlaştıktan sonra kültür ve medeniyet yaratma imkanına kavuşmuştur.
Aynı zamanda bu üç kavmin İslamlaşma sürecinde, İslam Ümmetinin bir dünya medeniyeti olmasında temel rol oynadığını görüyoruz. Bu rolün ifasında sosyal süreçlerin; farklılaşma-dayanışma-çatışma ve rekabet-asimilasyon-bütünleşme süreçleri) kullanıldığı da tarihi bir gerçektir. İlk dönem Arap Kavmi etrafında şekillenir.
Emeviler’in İslamlaştırma politikası Araplaştırma şeklinde cereyan eder. İki kavmi Araplaştıramamışlardır. Bunlar İranlılar ve Türklerdir. İran Pers Kavmi Türklerden önce İslam dinini kabul etmiştir. Türk Kavminin kitleler halinde İslamlaşma süreci Abbasiler dönemine rastlar. Abbasilerden İslam Ümmetinin temsil gücünü Türk Kavmi devralır. Mevali (yanaşma, ikinci sınıf) Türklerin hakimiyeti devralmasını Araplar hazmedemezler.
Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, bilesin ki Allah, onların yerine kendisinin sevdiği ve onların da O’nu seveceği, müminlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı güçlü ve onurlu, Allah yolunda savaşan, hiçbir kimsenin kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu Allahın bir lütfüdür ki, ALLAH onu dilediğine verir. Allah ihsanı bol olan ve her şeyi bilendir.
Kızılelma ideali ile İla-i Kelimetullah ülküsü birleşir ve Türk Cihan Hakimiyeti Mefküresi Viyana!ya ulaşır, Otranto’ya çıkarma yapar. Türkler, Anadolu’yu fethettikten sonra İran’ın Batı’ya yayılma imkanı ortadan kalkar; İran Kültür ve Medeniyeti İran sınırları içerisinde kalır. İran’ın rakibi İslam toplumları olur. İran kendi kültürünü ve mezhebini İslam toplumlarına yayma ile meşgul olur. Daha açık bir ifade ile İran İslam adına hiçbir Gayr-i Müslim kavimle mücadeleye girmemiştir. Zaten sınırı da yoktur; etrafı İslam toplumları ile çevrilidir.
Satuk Buğra Han’la başlayan Türk devletlerinin İslam’a sahip çıkma süreci, Orta Asya Türk devletleri ve Orta Asya Türk toplumunun Müslüman olması ile tamamlanır. Artık hedef Batı’dır. Batı Türkler için İla-i Kelimetullah’ın ulaştırılacağı ve güneşin batışını simgeleyen Kızıl Elmadır. Kızıl Elma Anadoludur, Balkanlardır, Viyanadır, Avrupadır.
Selçuklular Anadolu’nun İslamlaşmasını sağlar. Yavuz Sultan Selim Han İran’ın Anadoluya nüfüzunu önler, Mısır ve Hicaz’ı ümmet birliği etrafında bütünleştirir. Bu aşamada İslam Ümmetinin tek hakimi vardır, o da Türklerdir.
Türkler yeniden Batıya yönelirler. Mücadele İki ümmetin (İslam Ümmeti ve Hıristiyan Ümmeti); Doğu ile Batı’nın mücadelesi şeklinde yapısallaşır.
Ezher Üniversitesinde Hadis Master'ini tamamlayan Rahmetli Ahmet Muhtar Büyükçınar Hocamız (Rahmetullahi Aleyh) derslerimizin birinde bize şunları anlatmıştı:
"EZHER Üniversitesindeki ilk günlerimde gördüm ki; herkes Türkler aleyhine söylenmiş Hadislerle meşgul oluyor ve Türkiye'den oraya giden diğer TÜRK arkadaşlarım da dahil birçok ülkeden gelen öğrenciler ve üniversite hocaları biz Türk'leri aşağılıyor. Özellikle "Utrükü-t-Türk'e velev lâ terekûkum" hadisini: ‘’Türk'leri terk ediniz (onlar bir işe yaramaz) size yaklaşmaya çalışsalar bile onlardan uzak durunuz’’ şeklinde yorumlanıyorlardı. Bu yorum beni çok rahatsız etmişti.
Türkler ki; ‘’İstanbul'u fethederek peygamberimizin "Konstatiniye birgün mutlaka fethedilecek; onu feth eden komutan ve asker ne büyük iş ve ödül sahibidir’’, müjdesine mazhar olmuş bir millettir.
Böyle hadisler nasıl olabilir? Peygamber efendimiz Türkler'i nasıl hafife alabilir diye düşünüyordum. İlgili hadisler üzerindeki manaları tahlile başladım. Bu çok uzun süre zihnimi meşgul etmişti, epey zamanımı da aldı. Nihayet "Terk" (Te re ke) fiilinin manalarını araştırdım. Tereke fiilinin ( mücadele etmek, bulaşmak, dalaşmak) manalarına da geldiğini görünce çok sevindim ve artık o hadisin manasını şöyle yorumlamaya başladım. " Türklerle dalaşmayın; onlar sizinle dalaşmadıkça, Türk'lerle savaşmayın" Böylece zihnim rahatladı.
Sonrasında da Hülâgu ordusunun Bağdat'ı yıkıp bütün müslümanlara zarar vermesinin sebeplerini öğrenmeye çalıştım ve gördüm ki; Hülagu Bağdat yöneticileriyle görüşmek için elçiler göndermiş ve fakat o elçilerin öldürüldüğü haberi kendisine ulaştırılınca her yerin yakılıp yıkılmasını ve herkesin kılıçtan geçirilmesini emretmiş. Bu olay da Türk'lerin kendilerine yapılmış olan bir yanlışlığa ve artık düşman bildiklerine nasıl ağır bir şekilde tepki gösterdiğinin de işareti olarak örnek olmuş. (Murat ALTIPARMAK)
Türkler Emeviler’in tam tersi bir politika uygularlar. Emeviler gttikleri yerlerde önce Araplaştırma ve sonra da İslamlaştırma siyaseti gütmüşlerdir. Mısır, Kuzey Afrika hatta Suriye halkı köken itibariyle Arap değildirler.
Buna karşılık Türkler, gittikleri yerlere adalet ve düzen götürürler. Dervişler vasıtasıyla İslamı yaşar ve anlatırlar; daha sonra bunlar Türkleşirler. Bu nedenle Batı, Müslüman denilince Türkleşmeyi, Türk denilince de Müslüman olmayı anlar.
Üç kavim İslam Ümmetine egemen olmada birbirleri ile rekabet ve zaman zaman da çatışmaya girerler. Deyim yerinde ise yıldızları barışmaz. Türk kavminin İslam hakimiyetini eline almasını Araplar bir türlü hazmedemezler. Güçleri yetmediği yerde Kur’an Ayetlerini Türkler aleyhine tevil (yorumlar) ederler, hadis uydururlar, fırsatını bulduklarında da İngilizlerle işbirliği yaparlar.
Sonuçta Türkler de ümmet üzerindeki egemenliklerini kaybederler. İslam ümmeti başsız kalır.
Nitekim, Selçuklu ve Osmanlı hanedanları daha tarih sahnesi çıkmadan yıllar önce, Arap edibi ve düşünürü, Ebu Osman el–Câhız (774–870), Faza’il el–Etrak (Türklerin Faziletleri) isimli eserinde Türk milletinin özelliklerini şöyle tasvir ediyordu:“Türkler savaşlarda başarılı bir millet olarak, cömert, azimli, mükemmeli arayan, doğru hareketli, yüksek fikirli, parlak anlayışlı, derin görüşlü, bilgili, itiyatlı, sabırlı, sır saklayan, kültürlü, attan ve silahtan anlayan kimselerdir...
Az hareket ve az işle meşgul olmak Türklere ağır gelir, zira onların bünyeleri hareket üzerine kurulmuştur, ruhî kuvvetleri bedenî kuvvetlerinden daha fazladır. Ateşli, hararetli, anlayışlı kimselerdir. Kıt geçimi acizlik, uzun zaman bir yerde kalmayı ahmaklık, rahatlığı ayak bağı, kanâatkârlığı azimsizlik, muharebeyi terk etmenin zillet getireceğini kabul ederler...
Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacıklık, yerme, riya, dostlarına karşı kibir, arkadaşlarına karşı fenalık nedir bilmezler.’’
Zekeriya Kitapçı’nın şu tesbitlerine kim yanlış diyebilir ki?
Neylersiniz ki; değil klasik İslam alimleri; Çağdaş Türk Tefsir Bilginleri’nin bile cihat ve Allah yolunda harp etmek denilince her zaman akıllarına sadece Bedir, Uhud, Hendek ve Mekke’nin fethi gibi bir Saadet Asrı ve bir Sahabe neslinin yaptığı mübarek harpler gelmiştir.
Onların yazdıkları ciltler dolusu tefsir kitaplarında bir Kaşgar, bir Malazgirt, bir Kosova, bir Çanakkale, bir Sakarya, bir Başkomutanlık Meydan Muharebesi yoktur. Feth-i Mübin denilince de akıllarına sadece Mekke’nin fethi gelmiş ve İstanbul’un Türkler tarafından fethini akıllarının ucundan bile geçirmemişlerdir.
Şu hakikati bir kere daha ifade edelim ki, Müslüman Türk Milleti; Kur’an-ı Kerim’in övgüsü, Fahr-i Kainat Efendimiz’in (s.a.v.) sevgisi ve takdirine mazhar olmuş yüce, şerefli bir millettir.
Oysa Muhammed Kutup’un ‘’İslamın Etrafındaki Şüpheler’’ adlı kitabının dip notundaki notu ve ‘’İnhiraf Çizgisi’’adlı makalesinde söyledikleri daha da bir değişik: destekçisi ve ilerleticisi olmuştur.
İslâm, Osmanlıların bağlayıcı kaydından kurtulup bağımsızlığını kazanarak, ileri atılmaya başladı. Özellikle bu atılış Hicâzda Vehhâbîlik, Sudanda Mehdînin yönettiği Mehdîlik hareketlerinde görülmektedir. Bu iki hareket, islâma asıl gücünü ve ilerleme isti'dâdını yeniden kazandıracak nitelikteydi. İslâmdaki bu mutlu gelişmeyi gören haçlı emperyalizmi harekete geçti…
Anlaşılıyor ki Muhammed Kutup da, Arapların geleneğine uyarak ‘’mevali’’ Türkleri hazmedememiştir.
Benzer değerlendirmelere bir örnek de Zülkarneyn’le ilgidir. Zürkarneyn’in kim olduğu ile ilgili Kur’an’da özellikleri dışında bir isim yoktur. Zaten Kur’an isimler üzerinden hareket etmez. Hatta 28 Peygamberin dışında pek fazla isim zikredilmez. Mesela bunlar arsında Hz. Meryem, Asiye, Hz. Zeyd gibi isimleri saymak mümkündür. Hatta Hz. Ebu Bekir’den ‘’mağradaki arkadaşı.’’ Hz. Havva’dan da ‘’Adem ve eşi’’ diye söz eder. Zülkarneyn de böyledir. Acaba Zülkarneyn kimdir? Vani Mehmet Efendiye kadar Zülkarneyn’in Mete Han olabileceğini söyleyen kimse çıkmadı.
Merak edilen, "Türk kavmine karşı bu kadar kin nefretin nereden kaynaklandığı?" sorusudur.
Vânî Mehmed Efendî Peygamber Efendimizin soyundan olup seyyiddir. Van’da doğdu. Bundan dolayı Vânî ismi ile anılır. 1685 tarihinde Bursa’nın Kestel ilçesinde vefat etti. Kabri kendi yaptırdığı caminin girişindedir Kuran-ı Kerim tefsiri ve birçok kıymetli eser yazdı. ”
Onun bu konulardaki fikirlerinin ana kaynağını, bugün henüz yazma nüshalar halinde Bâyezid Devlet kütüphanesi’nde bulunan meşhur “Arâisü’l Kur’an” adındaki değerli Tefsir kitabı teşkil etmektedir. Büyük Türk âlimi; bu kitabında, Kur’an-ı Kerim’in bir kısım âyetlerini tefsir etmede, alışılagelmişliğin ötesinde ve kendisinden önce gelen birçok müfessirlerden farklı olarak bazı ayet-i kerimeleri târihî geleneklerimize göre çok daha ilginç bir şekilde yorumlamaktadır.
Vâni Mehmed Efendi, Kur’an-ı Kerim’de “Zülkarneyn” olarak ismi geçen zâtın Türklerin ulu atası “Oğuz Han” olduğunu söylemiştir. Nitekim bu konuda aynen şöyle demektedir:
“Türkler; Kur’an’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki, bu hususta tereddüdü mucip olacak hiçbir nokta yoktur.”
Onun bu görüşlerini güçlendiren bir diğer rivayet daha vardır. O da Rüstem Paşa’nın “Tevârih-i Al-i Osman” adındaki meşhur yazma kitabında kaydedilen görüşleridir. Burada da aynen şu rivayetler yer almaktadır:“Biz Zülkarneyen’e dedik ki, deyu zikretdügi meğer bu Oğuz Han’dır dirlerdi.”
Arap literatürü Zülkarneyn’i Türklerden uzak tutmak için kulağı tersinden gösterir ve bir türlü Oğuz Kağan’ın (Mete Han’ın) adını anmaktan kaçınırlar. Hatta bizim nakilci müfessirlerin bazıları da bu geleneğe uyarlar. Kehf suresindeki Zülkarneynle ilgili ayetleri yorumlarken hep zorlama açıklamalara girerler. Hatta ‘’ye’cüc’’ ve ‘’me’cüc’’ün Türkler olduğunu da söylerler.
Şimdi de şu soruyu soralım: Kur’an’da sözü edilen Zülkarneyn Türklerin Atası Oğuz Kağan (Mete Han) olabilir mi? Zülkarneyn’in Oğuz Kağan olup olmaması Türk Kavmi açısından bir şeyi değiştirmiyor. Ama mesele bu değil, melese Ömer Nasuhi Bilmen’in tasvir ettiği: ‘’Yunanlı İskender, bir feylesof olan Aristo’nun mezhebi üzere bulunuyordu. Rivayete nazaran İran’ı zapt etmiş, Hindistan’a kadar da gitmiş ise de arkadaşları kendisini takip etmek istemedikleri için bilzarure (zorunlu olarak) ric’ate mecbur olmuştu (geri dönmüştü). Etrafını da bir takım ehli hava sarmıştı. Onların teşvikiyle zevk ve sefaya, işrete, sefahate dalarak daha otuz üç yaşında iken kablel milad (M.Ö.322) tarihinde hummadan vefat etmiştir”. şeklinde anlattığı Büyük İskender’e Zülkarneyn diyebilenlerin Oğuz Kağan’a bunu yakıştıramamalarıdır.
Daha da üzücü olanı başka başka zorlama arayışlara kalkışılmasıdır. Bunlar arasında kimler yok ki. Yemenli Himyeri tebasından olan Sa’b, Mısır firavunlarında biri, İran Kisrası (Hüsrev) vb.
Merak edilen, Arapların Türklere karşı olumsuz tutumunun nedenlerini bilmek ise, yukarıdaki satır aralarını biraz daha açabiliriz.
Leave a comment
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.