Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım… Şikayet edeceğine sen de alternatifini oluştur.

1Nis/200

İNSANIN ÜLKESİNİ VE TOPLUMUNU SEVMESİ – Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

mehmetcemal-iftigzeli2İNSANIN ÜLKESİNİ VE TOPLUMUNU SEVMESİ - Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

Dünya sadece Çin’den yayılarak bugün için merkezini Amerika’ya taşıyan, en fazla ölümün ise Avrupa’da olduğu koronavirüs salgını ile sarsılmadı. Daha önce de veba, kolera, İspanya nezlesi tehlikesi ve frengi hastalığını yaşadı. Ardından AIDS, kuş gribi, tavuk gripleri geldi. Bu salgında Amerikalı oyuncu Rock Hudson gibi bir çok ünlü hayatını kaybederken, bazıları da bir sonraki nesle ders çıkarır diye günlük tuttu, notlar çıkardı, sonra da yayınladı. Salgınlar Hollywood sinemasına da konu oldu. Türkiye’de bu filmler; Kolera Günlerinde Aşk ve Veba ismiyle gösterime girdi, kapalı gişe oynadı bu prodüksiyonlardan ikisi.

KİLİS’TE BİR ALMAN PAŞASI VE KÖRLER ÇARŞISI                                                      Önemli bir asker olan Almanya Genelkurmay Başkanlarından Orgeneral Helmut Karl Bernherd Von Moltke(1800-1891) aynı zamanda Osmanlıya askeri uzman ve danışman olarak hizmet verdi. Birikimi ve donanımı itibariyle alim olarak da bilinen bu asker Türkiye’de General Moltke veya Moltke Paşa olarak da tanınır. Osmanlı yurdunda epeyi süre kaldı ve hizmet verdi. “Türkiye Mektupları” adıyla da anılarını yayınladı(Remzi Kitapevi-2. Baskı 2017).

Halep, Gaziantep ve Kilis’te bulunduğu zaman diliminde Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğlu Kavalalı İbrahim Paşa Mısır ordusunun başında Konya’ya yürüyordu. General Moltke, İbrahim Paşa ile Kilis Ovasında savaştı ve yenildi.

General Molkte hatıralarında, İbrahim Paşa’nın askerlerinden bölgeye trahom salgını başladığını ve hızla yayıldığını anlatır. Bulaşıcı bir hastalık olan trahomdan bölge halkının çocukları gözlerini kaybetmeye başlar. Kilis’in İstanbul ile olan iletişimi o yıllarda aylar değil belki yıllar sürebiliyordu. Kilis’in ve bölgenin yöneticileriyle ileri gelen maruf aydınları, trahom salgını dolayısıyla din adamlarının “caiz değil” veya tehaffuzhane (karantina) tartışmalarının kader yahut “vacip” olduğu görüşünü değerlendirirken tedbiri de ihmal etmiyor. Özellikle çocuklar korunmaya alınıyor. Görme özürlü olanlar için önce hafızlık eğitimi veriliyor, motive ediliyor, hayatın devam ettiği anlatılıyor. Daha bir yetişkinler için ise Arasa’da “Körler Çarşısı” kuruluyor. Görme özürlüler sazlıklardaki ince kamışlarla hasır, zembil, kova örüyor, meslek sahibi olarak hayata tutunuyor, namerde değil merde bile muhtaç olmamak için çalışıyorlar. Tarihe meraklı olan ve kentlerinde bir mantık mektebi bulunan Kilis’in maruf ve arif insanları maziden de biliyorlar ki Sultan İkinci Mahmut’un (1785-1839) son zamanındaki kolera salgınında en iyi ilaç ve tedbir “sirke” olmuştu. Salgın büyümeden bitirilmişti. Avrupa’da ise aynı dönemde batıyı sarsan ve 4 yıl süren kolera tehlikesi(1835-1839) bölgeyi sarmış, onlarca insan hayatını kaybetmişti.

General Moltke’nin hatıralarına göre; Kilis’teki Körler Çarşısı’na dikkat çekilerek; Avrupa’daki kolera salgınında hastalar ise hepsi bir araya toplanarak bir mağaraya sıkıştırılmış ve ölmeleri beklenmiş.

DÜNÜ HATIRLAMAK                                                                                               Trahom ve verem hastalığı salgınını benim neslim çok iyi tanır. 1950’li yıllarda Kilis’te Trahom Merkezi kurulmuş ve neredeyse her mahallede bir Trahom Dispanseri faaliyete geçirilmişti. Ben dahil bütün çocuklar her gün mahallemizdeki dispansere varıp, gözlerimize ilaç damlattırırdık. Buna o günlerde yerel bir tabir mi bilmiyorum “gözlerimizi sıkılattırırdık, sıkıcıya gittik” diye anlatırdık. Benim neslim içinde görme özürlü arkadaşım olmadı. Alınan tedbirler başarılı oldu. Hafız Kamil Kıdeyş gibi ünlü görme özürlü hafızlar yetişti. Hafız Kamil aruz ile şiirler yazar, talebeleri bunu kağıda dökerdi. Şiirlerden bir Divan-ı Kamil oluşmuştu . Sebilürreşat, Büyükdoğu, Serdengeçti ve Hüradam gibi dergi ve gazetelere aboneydi. Tek gözü sağlam Nihat Ferah gibi Safahat hafızıydı aynı zamanda.

Körler Çarşısındaki görme özürlülerin hasırları, zembilleri ve kovaları dışarıya da satılır, Halep’e kadar pazar bulurdu. Kıymetli Dr. Mustafa Tekçe’nin anlattığı kadarıyla hasırların içine “dayramak” diye yerel tabirle mini boncuklar yerleştirilerek, onun dağılmaması ve uzun ömürlü olması sağlanırdı. Verem’in tedavisinde ise hastalar oksijenin bol olduğu, sürekli rüzgarın estiği Kilis’in Kalleş Tepesine de çıkarılarak temiz hava aldırılır, sağlıklı beslenmesi sağlanırdı.

BUGÜNE AYNA TUTMAK                                                                                         Küresel bir tehlike olarak büyüyen Koronavirus salgını hatırlattı bana bütün bunları. O günün şartları düşünülürse tek iletişim aracı telgraftı. Telefon yok denecek kadar azdı. Doktor ve sağlık personeli sayısı yeterli değildi. Yollar toz topraktı. Bir başka şehre vasıta bulmak pahalı ve çok güçtü. Ama her şey organikti, çevre bakımlıydı, insanlar dayanışma içinde ve yönetimler toplumu için vardı. Yöneticiler galiba en iyisiydi.

Bugün koronavirüs salgını tedbirin dışında bize çok şeyi düşündürüyor. Artık refah, zenginlik, lüks hayat, konfor, ulaşım ve iletişim en üst seviyede. Maddi imkanlarımız arttı ama buna paralel olarak vefa, dostluk, arkadaşlık, komşuluk azaldı, kin, nefret, ahlaksızlık, inançsızlık, hasetlik, merhametsizlik, aç gözlülük, kanaatsizlik, fuhuş, alkol, uyuşturucu, insani ve ailevi değerler, boşanmalar, psikolojik hastalıklar arttı. Makul olmayan hırs çoğaldı.

Bu salgın, temizliğin ne kadar önemli, tedbirin ne kadar gerekli, dünyanın ne kadar fani, bizi yaratan Yüce Rabbimin ne kadar büyük olduğunu yeniden fark ettirdi. Acaba yeniden İslami, ilmi, bilimi önde tutan, insani, medeni ve ahlaki değerlerimize dönebilecek miyiz? Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş’ın açıklamaları ve tasarrufları acaba böyle mi olmalıydı demekten kendimi alıkoyamadım. Bu gelişme üzerine daha önceki Diyanet Başkanlarından Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun açıklamaları aklıma geldi.

CAMDAN VE DAMDAN AŞAGI ATILANLAR                                                                    Buna göre;” Müslümanlar dünya-ahiret dengesini yitirdiler. Müslümanlık sadece ibadetlerimizden belli ritüeller biçiminde değerlendirilirse mahcup olunur. Görüyoruz Ortadoğu toplumları barut fıçısı gibi. Birbirlerine duydukları öfkeyi mezhep, din duyarlılığı ve kimlikler üzerinden dile getiriyorlar. Toplum olarak ayrıştırılıyoruz. Birbirimize öfkeleniyoruz. Bu sosyal birlik ve beraberliğimiz açısından alarm noktalarıdır. Serbest Pazar mantığı ile fetva arayan, müşteri memnuniyetine göre fetva verenler kapladı ortalığı. İslam alimlerinin içinde yaşadığı hayatla ve gerçekliklerle bağı koptu. Üçüncü, beşinci asırda yazılan kitaplardaki bilgileri tekrar ederek insanlara dini anlattığımızı düşünemeyiz. 50 küsur İslam ülkesi var, paramparçayız. İslam barış dinidir. Oysa Müslümanlar birbirinin boğazını sıkıyor. Birbirinin Müslümanlığını beğenmez oldular. Birbirlerini itham ederek sürekli camdan aşağıya atmakla meşguller.

Her şeyin altüst olduğu, işgaller altında umutların tükendiği, siyasal katılımın ve fırsat eşitliğinin olmadığı toplumda, sadece din anlatarak insanları mutlu edemeyiz. İslam dünyası acilen bilgi, çalışma, üretme, temizlik, sosyal barış, sosyal adalet, insan ve kadın hakları, çevre, özgürlükler, ötekinin hakkı gibi temel konularda zihnini durultmak ve mesafe almak zorundadır. İslamiyet’te ibadet, sadece namaz değildir. İnsanlığa, dünyanın imarına, sulha, barışa hizmet eden davranış da ibadettir.

İslam Uleması dünyada kanıksadığımız bunca eşitsizlik, sömürü, adaletsizlik, güçlü ve egemen oldu bittiler karşısında hakkın sesi olsun, her türlü ayrımcılığa karşı çıksın, hepimizin Ademin çocukları olarak eşit ve değerli olduğumuzu, insanca bir hayatın hepimizin temel hakkı olduğunu hatırlatsın. Ama öyle olmadı, öyle olmuyor. Bugün dini cemaatler ve tarikatlar birer ekonomik sektörüne dönüştü. Kamusal alana sirayet etmeye baladı. Kapalı ve kayıt dışı olup kendilerine göre dini eğitim vermeye başlarlarsa sorun büyür; Fetö’deki gibi olur. Bunlar kendi asli ve sivil hizmet alanlarına çekilmeli, şeffaf olmalı, denetlenebilir olmalılar.

Ya geçmişe özlemle ya da bir kurtarıcı bekleyerek vakit geçiriyoruz. Bireyi ve birey bilincini birey sorumluluğunu yok ettik. Piyangocu bilet anlayışını besledik. Artık yol ayırımına geliyoruz. Çocuklarımız, torunlarımız sorguluyor, görüyor ve biliyor. Sadece menkıbe, gözyaşı, ötekileştirme ve öfkenin yer aldığı bir din anlatımı, İslamofobiyi mahallemize indirecektir. Büyük soru ve sorunlarla karşılaşacağız. Bizim din anlayışımız sığlaştı. Dindarlığı dar bir alana hapsettik. Müslümanlar şeklen dindarlaştıkça dünyevileşmesi artıyor. İslam düşünce, bilgi, ilim, yararlı iş, temizlik, haklının ve mağdurun yanında olma, iyiliği destekleyip, insanı insan olduğu için sevme de bir ibadettir. Sadaka ve iade kültürü ile ya da retorikle bunları sağlayamayız. Kur’an-ı Kerim ile aramız açıldı. O’nun öğütlerine kulak tıkadık. Kendi yanlışlarımıza fetva vermeye başladık.”

BU DA GEÇER YA HU                                                                                             Diyanet İşleri eski Başkanlarından Prof. Dr. Ali Bardakoğlu bunları hatırlatıyor günümüz Müslümanlarına. Haksız da değil. Cemaatleri koronavirüs salgınında göremedik. İslam ülkeleri bu salgına rağmen dayanışma örneği gösteremedi!. Diyanet ve cemaat vakıfları “BİZ BİZE YETERİZ TÜRKİYE” kampanyasında bu saate kadar görülmedi.

Bu koronavirüs belası her şeyi yeniden düşünmemiz için bir fırsat. Herkes evinde. Sadece ibadet için değil, okumak ve mevcut resmi yeniden görmek için de bir fırsat. Ama bazıları hala ısrarla sokağa çıkarak alınan tedbirlerin çok abartıldığını ileri sürüyor, şehirlerarası seyahatlere çıkıyor, hatta umreden dönen bazıları karantinadan kaçabiliyor! Tedbiri tatil olarak gören cehaleti yenmek gerçekten zor bir iş. Bir zamanlar Kilis’teki trahom salgınına kader diyerek savunanlara, bir başka grup alim karantina(tehaffuzhane) “vacip” diye fetva veriyor. Salgın için karantina “vacip” diye fetva verenler sayesinde kontrol altına alınıyor, üstelik hastalar durağan olmayan hayata kazandırılıyor. Galiba günümüzde hatırlanması gereken, yerine getirilmesi zorunlu olan “vacip” ekolünün alimlerini, yöneticilerini, temsilcilerini yetiştirmekte çok geç kaldığımız anlaşılıyor.

Ata dedelerimiz ne güzel söylemiş ve kelam-ı kibar olarak günümüze kadar gelmiş; Bu Da Geçer Ya Hu. Zaten birinin ülkesini ve toplumunu sevmesi eylemleriyle ve tasarruflarıyla ölçülür.

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.