Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım…

9Eyl/190

Kafalı’sız kalan dünya dövünsün – A. Yağmur TUNALI

safe_image

Kafalı’sız kalan dünya dövünsün - A. Yağmur TUNALI

Sevdiklerimizin ufkumuzdan çekilişi dinmez, dindirilmez susuzluğa benzer. Her gidenin ardından etraf boşalıyor duygusuna kapılmak âdetâ kaderdir. Dağda yalnızlığı, ovada kimsesizliği yaşatır. Gidenle giden, daha önce varlığını tam bilemeyeceğimiz bir yanımız böyle açığa çıkar. Yaşadığımız ve yaşamaya devam ettikçe bilemediğimiz, ancak gidince farkettiğimiz, vurgun yemişliğinde ıssız bekleyen bir hâlimizdir. Onulmaz bir yaraya benzer o boşluk can evimize sarsılmaz yükünü böyle yerleştirir, zembereğini böyle kurar.

Kafalı Hoca’yı uğurlarken Sevgi Ablamın acıyla gülümseyen metânetinde bunu gördüm.

Tarihi yaşar ve yaşatırdı

Çokları zanneder ki Mustafa Kafalı sadece Türkiye ve Türklük için büyük bir âlimdir. Böyle düşünenler, onu mütevazı kişiliğinde, hedefe ok gibi giden ve yan yollara bakmayarak yürürken saflaşan, derinleşen rûhunun dağları ayağa kaldıran yansımalarını tanıdılar. Dünyayı sesine doldurmuş bu güzel adam, bildiklerini mutlaka konuşur, yazar ve öğretmekten zevk duyardı. Bilen bilir ki, bizim duyduğumuz o ses asıl kaynağından her birimize emsalsiz lezzetler tattırdı. Çok tarihçi tanıdık. İçlerinde çok büyükleri vardı. Hepsini hayranlıkla okuduk, dinledik. Kafalı Hoca’nın onlara benzeyen büyüklüğü ilmi ve sevgisiydi. Fakat daha başka bir tarafı vardı ki benim neslim onu yalnız onda gördü.

O, tarihi milletin hafızası şeklinde anlar ve anlatırdı. Onun anlayışı ve anlatışı başkaydı. Milletinin uzun asırlarını birbirinin devamı gibi ve sanki hepsi şu ânın içinde olmuş ve oluyormuş gibi anlatırdı. Cümleler gözünüzün önünden filmleşir, canlanır akardı. Yaşardınız. Mesela binlerce inkılap tarihçimiz var. İstiklal Harbinin her biri bir mucizeye benzer sahnelerini ancak o anlattığı zaman iliklerinizde hissederdiniz. Hikâye ve roman tadında yaşatırdı, diyeceğim, çok yavan kalacak. Hayır, Hoca o cephedeydi ve sizi de ilk cümlelerinden itibaren cepheye, o dağdağalı ölüm kalım sahnesine götürürdü.

Yahya Kemal merhumun 26 Ağustos 1922 şiirini her zaman dolu göğüs, dolu gözlerle okuruz. Bu Âkif tarzına yakın dörtlüğün şifrelerini bize söyleyen Kafalı Hoca’dır.

Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi!

Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi!

Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın

Galib et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın!

mısrâlarında Yahya Kemal’in, Dumlupınar önündeki ordunun İslâm’ın son ordusu olduğunu söylemesi açıktır. O tarih itibariyle başka bağımsız İslâm Devleti kalmamıştır. Yalnız, bu son ordunun ilk orduyu hatırlattığını bize hatırlatan Hoca’dır. Bedir, ilk İslam ordusunun ilk savaşıdır. Bu savaşta Hazreti Peygamber, Allâh’a “Yâ rabbi, İslâm’ın bu ilk ordusunu, senin ordunu muzaffer kıl!” diye dua etmişti. Kafalı Hoca, “İşte Yahya Kemal o peygamber duasını hatırlatarak, onun duygusuyla birleştirerek o mısraı söylüyor. Bu kadar ince bir duyguyla Yaradan’a yalvarıyor. Bu son orduya ilk ordunun zaferini nasib et derken Peygamberinin duasını da katıyor..”  bilgisini vermişti. Evet bu bir yorum değil bilgiydi. Tarihi böyle anlar, böyle anlatırdı.

Büyükler sâdedir

Ondan tarih dinlememiş olanlar adına üzülürüm. Bu zevki duyamadılar. Milletlerinin tarihini bir bütün halinde hissettiren o kavrayışın şuurunu böyle tadamadılar. Bu kadar önemlidir. Bizim varamadığımız bir yerden konuşurdu. Tarihin içinden konuşurdu. Tarih onun dilinde kuru bir bilgi değildi. Yaşardı, yaşatırdı.

Bir misyonu temsil eden büyükler sâdedir. Dolambaçlı yollara sapmazlar. Büyüklenmezler. Bilgiçlik taslamazlar, çünkü bilirler. Bildikleri için de bilmenin tadını etraflarına bezletmekle zevklenirler. Onların tabii hali budur. Bunun için övünme, böbürlenme sefilliği Mustafa Kafalı’ya uzaktı. O,  tarihçi ve büyük bir milliyetçi sıfatlarıyla iki açıdan da – misyoner dememek için “derviş” diyorum- bir derviştir. Evet, Mustafa Kafalı, hakîkî manasında bir ilim ve Türklük dervişiydi. Yine bildiğimiz ve onun dilinde çok sevdiğimiz tarih deyimlerinden biriyle söyleyelim, bütün manalarıyla bir Alp idi, bir bilge idi, bu vasıflarla bezeli bir aksakalımızdı.

Yine zevkle tekrar edeceğim: Bizim sevdiğimiz, saydığımız bir büyük olmaktan öte bir dünya değeriydi. Memleket hududlarını aşan ilim adamı kimliğiyle bize bizi söylemekle kalmayan yüksek bir karakterdi. Bizimdi, bizdendi. Bizi biz yapanı bütün yönleriyle hücrelerinde hissedendi. Bilendi ve sevendi. Bilmediğimizi bildirendi. Bizi bize bildirendi.

Milliyetçiliğimizin Kafalı Hocası

Bizim nesil o’nu bir örnek olarak tanıdı. Milliyetçiliğimizin ağabeyiydi, sanki yukarda bir yerde, ulaşılması güç bir zirvede dururdu. Neler bildiğini tam bilemesek de, anlayamasak da, gördüğümüz apaçık bir gerçek vardı: Mustafa Kafalı’nın olduğu yerde tam bir güven hissedilirdi. Yürü dese yürüyeceğimiz, arkasına bakmadan bizimle hedefe gideceğine inandığımız, her türlü şart ve sonuç altında, bize şan ve şeref bahşedecek bir isimdi. Evet, ona inancımız, milliyetçiliğe inancımızla at başı beraber gidiyordu. Şüphe yok ki, biz onun gibilere bakarak milliyetçi olmuştuk. Örnek deme sebeblerimden biri ve belki de en önemlisi budur.

Türkiye’nin neresinde olursak olalım, merhum Atsız’ın Yamtar’ından hayranlıkla bahsederdik. Böyle dediğime bakarak büyük kalabalıklardan söz ettiğimi düşünmeyiniz. Mütevâzı sayıda, ama her ferdi çifte su verilmiş çelik gibi bir iradeyle Çin Seddi’ni aşacak cesarette, şaşmaz inanışta gençlerdik. Olsa olsa, her şehirde ortalama 30-50 arası bir sayımız vardı. 14. yaşımda milliyetçiliğe intisâb ettiğim, kuvvetli göründüğümüz Kayseri’de bile öyleydi.

Demek ki, Mustafa Kafalı ismi 45 yıldır benimle. Biz Kafalı deyince eşi Sevgi Kafalı ile beraber düşünürüz. O kadar bir olmuşlardır. Biri ablamız, biri ağabeyimizidir. Bu uzun zamanın büyük bölümünde yanında yöresinde bulundum. Sayısız beraberliklerimiz oldu. Yaşadıklarımızdan anlatmak istesem, seçmekte zorlanacağım açık. Biz bir devrin milliyetçileri için Dış Türkler bir sevdâ idi; birini seç denirse, bundan dolayı 1991 yılında Türk’ün büyük evlâdı Turan Yazgan’ın hazırladığı Türkistan seferimizi söylerim. O seferde de, giderken ve dönerken Âzerbaycan’da yaşadığımız Elçibey’li günlerde hâtırama yerleşen, hâfızamda silinmez yer eden sahneleri söylerim. O sahneler içinde de, Kafalı Hoca’yla Elçibey’in kucaklaşmalarını söylerim. Hiçbir söz, o kucaklaşmayı anlatamaz. Hiçbir yakınlık o kucaklaşma kadar derin, dolu, hisli ve anlamlı değildir. İdealistlerin kucaklaşması başka şeydir. Bütün bir hayatın mânâsıyle birleşirler. Bütün bütüne o kavuşmada ifşâ edilirler. Bunun için çok özel anlardır. İstanbul’da katıldığım İsa Yusuf Alptekin Sempozyumu’nda da aynı şeyi söyledim: “İsa Yusuf Bey’le Elçibey’in kucaklaşmasını perdeye yansıtsanız, söyleyeceğimiz her sözden daha derin duyuş ve düşünüşler salona ruh olur yayılırdı..” dedim.

Kafalılarla 45 yıl

Evet, 45 yıldır Kafalılarla beraberim. Bu uzun sürede Türkiye, büyük değişmeler yaşadı. Her birimiz büyük imtihanlardan geçtik. Yalpalayıp tökezleyenlerimiz, düşenlerimiz, geride kalanlarımız, saf değiştirenlerimiz oldu. Bunlar, her birimizden daha çok ve daha derin olmak üzere Kafalı Hoca’ya ağırlıklar ve acılar yükledi. Çünkü o, benzerleri gibi, hareketin yükünü tek başına kendi omuzlarında hisseden ve hissettiren büyük bir karakterin imtihanını verdi. Bu devre içinde, tereddüdü geçin, zerre miktar şaştığını bırakın, başı daha dik, sesi daha gür, aslanlar gibi kükremeye devam etti. Kavga Günleri kitabım dolayısıyle çokça duyduğum ve mütehassis olduğum cümleyi biz onun için kimbilir kaç yüz defa ettik: “Her dönemeçte Kafalı’yla iman tazeledik.” Evet, o, böyle bir inanış ve inandırış gücüyle hayatımızı süsledi.

Kafalı Hoca’nın Türkçülüğü her zaman ön plandadır. Bu tarafının, yüksek ilmini zaman zaman gölgeleyecek kadar şahsiyetini temsil ettiğini çoğumuz düşünmeyiz. Hâlbuki tarihçi sıfatıyle artık zor yetişir bir seviye olduğunu, kendi okuma ve tanımalarımdan az çok bilirdim.  Belli başlı uzmanlardan, en iyi tarih bilenlerden de dinledim. Bunlar içinde İlber Ortaylı’yı özellikle zikretmek isterim. Son yıllarda, mutlaka dikkatinizi çekmiştir,  televizyonlara çıkışında, en çok adını ettiği, eserlerini ve fikirlerini söylediği isimlerden biri Mustafa Kafalı’dır.  Yazılarında da yer yer Hoca’ya atıfta bulunur. Geniş bilgisinden bahseder, doğrudan sahası olmayan tarih devirlerinden bile uzmanlarını şaşırtacak detaylara ulaşacak dikkatini harâretle söyler. Konya’da Ahde Vefa Derneği’nin Kafalı Hoca için düzenlediği toplantıda yaptığı konuşma bunu göstermesi bakımından çok güzeldi.

Şu son yılların gündeminde Suriye Türkleri var. Meğer, o konuyu da en iyi bilen Kafalı Hoca’ymış. Çok bahsederdi, istifade ederdik, ancak “en iyi bilen” olduğunu ben bilmiyordum. İlber Hoca, yine ona atıfta bulundu da televizyondan duydum. Sonra, itiraz eden de olmadı. Sorduklarım da bu bilgiyi te’yîd ettiler. Töre’de Suriye Türklüğü hakkında alan araştırmalarına dayanan çok kuvvetli makaleler yazdığını da hatırlayalım. (Suriye Türkleri: Fırat’ın Doğusu da Türk, Batısı da…)

Önce fikir ve hareket adamı

Düşüncem netleşti. Kafalı Hoca da, takib ettiği Atsız gibi, derin âlimliği Türkçülüğünün arkasına düşen büyük bir isimdir. Atsız da büyük bir tarihçiydi. Bunu da ancak ilgilenenler bilir. Mustafa Kafalı da büyük bir tarihçidir ve onu da ancak meslek erbâbı ve özellikle onların seçilmişleri bilir ve teslim eder.

Bizim için bir diğer örnekliği de budur. Milliyetçi, meselesini bilen adamdır. Mesleğini en iyi bilen ve icra edendir. Öyle olmalıdır. Kafalı Hoca’nın bereketli ömrü, yüksek şahsiyeti bunu söyler.

Evine her gidişimde çok insan olurdu. Özellikle hoca, talebe, genç yaşlı bir kalabalık.  Birinde saydım: 5 profesör ve birkaç asistan vardı. “Hoca dediğin demek ki böyle olur..” demiştim. Evine çekildiği günlerde bile etrafında eski yeni öğrencileriyleydi. Devamlı verendi, öğretendi. Öğrencileri, hocayken de hep öğrenci gibi hissedecekler ve onun dizinin dibinde sık sık bulunacaklardı. Onları çeken bir mıknatıs, onun şahsiyeti ise, diğeri ilmiydi. Bu iki özellik bir arada herkeste bulunmaz. Bir diğer çok önemli örnekliği de buradadır.

Bu büyük âlimi, büyük Türkçüyü, büyük idealisti tanımak için yakınında olmanın yetmediğini, yeni yeni şaşırtıcı bilgilerle öğrenmiş olmak gönlümü hem okşadı, hem de mahzun etti. Demek ki, inandıklarımıza olduğu gibi, sevdiklerimize de ne kadar dikkatsizlik ediyoruz. Yanı başımızda bizi besleyen Kafalı Hoca’nın aslında pek çok bakımdan yüksek bir yerde durduğunu bilebilmek imkânından, bu yakınlık bizi mahrum ediyor. Kendi adıma buna hayıflandım.

Gidişi de öğretici

Kafalı Hoca aramızdan ayrıldığında bize bunu pek çok şey hatırlattı. O gece evine gelenlere baktım, türlü çeşitli insanlardı. Belki bir araya gelmeleri olağanüstü şartlara bağlı isimler oradaydı. Hoca’nın yerini bu insan çeşitliliği ilk saatte apaçık gösterdi. Sonra cenazesinde her eğilimde insan, birbirleriyle uzlaşmadığını bildiğimiz birbirine benzemez kişiler, gruplar, topluluklar vardı. Kocatepe, o koca Türk’ün uğurlanışında böyle bir birliği gördü.

İdealist isimlerin gidişlerinden sonra böyle şaşırtıcı haller yaşattığını bilirdim. Kafalı’nın mesajı kendinceydi.  Türklüğe adanmış bir ömrün sonunda seveni, sevmez görüneni, her yaştan tanıdığını selâma durduran bu yüksek karakter o kalabalıkta göründü. Evet her yaştan arkadaşları, dostları vardı.

Sokrates’ten Yesevî’ye, Dede Korkut’a halkaları kopmayan düşünüş, hikmetli yaşayış ve yaşatış zincirinde her zaman hoca ve talebesi vardır. Gitse de işi bitmeyecek, vazifesi son bulmayacak, tesiri ağır ağır fakat derinlere işleyerek, yol açarak devam edecek Hoca’yı orada başka bir plânda hisseder gibi oldum. Evet o Kamlar, Alpler, erenler cinsinden büyük bir ruhtu.

Bu büyük ruhun dünyamızdan çekilişi de sırlı bir iştir. 26 Ağustos’tan sonra 28 Ağustos’ta veda etti. Büyük Taarruz’un o dağdağalı ikliminde sancağı taşıyan yiğitlerden biri gibi harb içinde gitti. 30 Ağustos’u müjdeleyen bir gidişle gitti ve onu 30 Ağustos’ta vatan toprağına, vasiyeti üzerine “Atatürk’ün payitahtına gömdük.”

Burada sırlar var dedim.  Büyük sır bugünlerde gidişidir. 30 Ağustos’un Malazgirt Zaferi gibi Cuma’ya denk gelişidir. Bu büyük ruhun, kendi ruhunun eşi bir zamana düşerek şahane bir gurûbu göstererek veda edişidir. Bu gurûbun, gün doğuşunun ihtişamını müjdelediği kesindir.

Kafalıları olan bir memleketin ümîdi her dem tâzedir.

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Kategori: Mesaj Yorum gönder.
Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.