Gözlerimi Yumup Bakıverdim Geçen Yıllara – İlk Kez Fotoğraf Çekilmiştik – Hayri BOSTAN
Gözlerimi Yumup Bakıverdim Geçen Yıllara - İlk Kez Fotoğraf Çekilmiştik -Hayri BOSTAN:
Hayatımda bilerek bir pirinç tanesi dahi israf etmedim diyebilirim. Kendim için kıyamadığım paracıklarımı başkaları için çok kolay gözden çıkarabilirim. Fedakârlık yaptığım yaklaşık herkesten nankörlük gördüğümü de kaydetmeliyim.
İLK KEZ FOTOĞRAF ÇEKİLMİŞTİK
İlkokul beşinci sınıftaydık. Diplomalarımız için vesikalık fotoğraf gerekiyordu; ama otuz kilometre yolu gidip çarşıda fotoğraf çekilmek çok zor iş. Bazıları yapabilse bile herkes yapamayacak ve işler aksayacaktı. Sevgili Dursun öğretmenimiz bir fotoğrafçıyı nasıl yaptı ettiyse köye getirmişti. Bu fotoğrafçı her birimizi okulun duvarına yaslayarak, gün ışığından faydalanmak suretiyle vesikalık fotoğraflarımızı çekti. Sonra da hazır fotoğrafçı gelmişken hatıra fotoğraflar da çekilmek istedik. Arkadaşlarımızla, önce sınıfça toplu halde, sonra kafadarlar, çekildik de çekildik. Aradan birkaç gün geçti, fotoğraflar da geldi. Hepimize yüklü borçlar çıktı. Beni sanırım dört lira kadar borcum olmuştu. O fotoğrafları iyi ki de çekilmişiz. Onları hala saklıyorum ve arkadaşlarımla da paylaşıyorum. Yarım asırlık fotoğraflar…
O zamanlar bizim için dört lira büyük para. Babamdan istemem mümkün değil. Annemden istesem onda da para yoktur. Evimize yirmi kilo metre kadar uzakta bir kahve dükkân vardı. Hem kahvehane, hem de çok basit zaruri bazı şeylerin satıldığı bir yer. Sahibi odun da satın alıyordu. Kuru odunun kilosu on kuruş, yaş odunun ise yedi kuruştu. Ben annemden babamdan gizli oraya sırtımda odun taşıyarak para biriktirdim ve borcumu verdim. Ailemin ruhu bile duymamıştı; ama sırtıma odun taşımaktan omurgam yara bere içinde kalmıştı. Çünkü odun götürdüğümüz yol patika bir yoldu. Odunlar giderken sağa sola takılıyor, çarpılıyor, sağa sola kayıyor ve canımıza okuyordu.
Benim bu şansım ya da şanssızlığım hayatım boyunca sürmüştür. Ortaokula başladığımda hafta sonu tatillerinde fırına gidiyor, izin yapmak isteyenlerin yerine çalışıyor, yevmiye alıyordum. Trabzon Uzunsokak’taki bir dükkânda LubitelII marka, on iki poz fotoğraf çeken, objektifine yukarıdan bakılan bir fotoğraf makinesi vardı. O makine benim rüyalarıma giriyordu. Neredeyse her gün gidiyor, vitrinde o makineyi seyrediyordum. Fiyatı yüz yetmiş beş liraydı. Bu, hafta sonu çalışmalarımla biriktirdiğim paracıklarla o makineden bir tane aldım.
Ortaokulda okuduğum nahiyede kimsede fotoğraf makinesi yoktu. Ben de çocuk olduğum için kızlar, kadınlar, gelinler bana daha rahat fotoğraf çektirebiliyorlardı. Ben de çekiyor, Trabzon’a götürüp yaptırıyor ve onlara satıyordum. Altı dokuz iki buçuk lira, kartpostal dört lira. Çok iyi para kazanmaya başlamıştım. O kadar ki bir ara babama bile yüz lira yardım etmiştim. İzmit’ten o sıra yer almış, birisinden beş bin lira borç almıştı. Adam tefeciydi ve bir ay geçmeden Trabzon’a geldi ve babamı sıkıştırmış, parayı istiyordu. Babam beş bin lirayı verdi ama adam senedi vermiyordu. Yüz lira faiz istiyordu. Babama yüz lira vermiş ve onu o tefecinin elinden kurtarmıştım.
Hayatımda hiç kimseye borçlu kalmadım. Hiç kimsenin alacağını geciktirmedim. Hiçbir faturam gecikmedi. Hiçbir ödemem aksamadı. O kadar ki borç ödeme bende bir hastalık haline geldi. Artık para biriktirmekten çok borç ödemekten zevk alır oldum. Annem babam dâhil hiç kimseye de yük olmadım. Ne ortaokulda, ne lisede, ne de üniversitede. Fırınlarda, inşaatlarda, harman makinelerinde, tuğla ocaklarında çalıştım. Yazın biriktirdiğim paracıkları bir bankaya yatırır, ayda bir yirmi lira çeker harçlık yapardım. Belki böyle değildim; ama hayat şartlarım beni böyle yaptı.
Liseye devlet yatılı olarak girdim ve ilk defa doğru düzgün bir elbise giyinmiştim… O zamanların modası dıştan cepli ekose bir ceket, mavi bir gömlek, ona uygun bir kravat, gıcır ayakkabılar ve lahana yaprağı gibi yakaları olan, belden kuşaklı ve önden geniş tokalı, havalı mı havalı bir pardösü.. Onun için ben her zaman sahip olduğum her şeyin değerini çok iyi bilirim.
Bin dokuz yüz seksen yedide evime telefon aldığımda çok heyecanlanmış ve korkmuştum. Ben evine telefon alacak biri miyim gibi bir eziklik duydum.
Bin dokuz yüz seksen sekizde ilk defa araba aldım ve aynı korku ve heyecanı o zaman da yaşadım. İlk gece arabanın üzerine evden bulduğum bir çul örtmüştüm. Sabahleyin ev sahibimiz Turan amca durumu görünce çok gülmüş, “nane limon da kaynatsaydın iyi gelirdi zavallıya…” demişti balkondan.
Hayatımda bilerek bir pirinç tanesi dahi israf etmedim diyebilirim. Kendim için kıyamadığım paracıklarımı başkaları için çok kolay gözden çıkarabilirim. Fedakârlık yaptığım yaklaşık herkesten nankörlük gördüğümü de kaydetmeliyim. Bu konuda örnek verecek olsam ayrı bir kitap yazmam gerekebilir. Ama şu kadarını söyleyeyim: Bir ara İzmir Dikili’de birilerinin bir dernek kurduğunu okumuştum bir yerde:
SALAKLAR DERNEĞİ
Bu derneğe öyle her başvuranı üye kabul etmiyorlarmış. Salaklığını kanıtlaması gerekiyor üye olmak isteyenlerin. Son yaşadığım olaydan ibret için burada bahsetmek istiyorum :
17 Ağustos Marmara Depreminde üç can kaybımız oldu. Dört katlı evimiz de hasarlandı ve yıkıldı. O depremi ayrı bir başlık altında anlatacağım. Burada kaydedeceğim olay şu. O deprem sonrası ilk iş olarak rahmetli annemi ve babamı rahat ettirecek bir konut yaptırdım. Ustalar çalıştırdım, malzeme aldım, amele tuttum, her şeyini tamamen ben yaptırdım ve onları yerleştirdim. Önce babam, sonra annem rahmetli oldu. Kardeşim de kendi evine taşınınca o ev boş kaldı. Kirada oturan bir yeğenime “gel burada otur, bahçeye bir şeyler ekersin, tavuk beslersin, meyvelerinden faydalanırsın. Villa gibi ev. Sen de bizim bir evladımız sayılırsın… Ödediğin kira da cebine kalır…” dedim. Geldi yerleştiler. Tam sekiz sene orada oturdular. Kiradan da tasarruf edince kendilerine bir ev aldılar ve oraya taşındılar. Bu ev boş kalmış oldu. Öte yandan depremde ölen kardeşimin yetimlerinden biri evlenmeyi planladığı için ötekine bir yer bulmamız gerekti. Aklıma orası geldi. Bu evi verdiğim yeğenimden boşalttıkları evin anahtarını istedik ki öteki yeğenimiz orada barınsın.
Ve olanlar oldu. Burası bizim, kimseye vermeyiz, biz oraya masraf ettik... Sonra duyduk ki bu yeğenimiz kendi evine taşınınca sekiz yıl bedava oturduğu bu evi bir başkasına kiraya da vermiş. Ve biz bunlara laf anlatamadık. Kirasını ben vereyim de öteki yeğenim kalsın orada demek durumunda da kaldım ama onu da kabul ettiremedim. Allah’tan korkan, kuldan utanan bunu yapabilir mi? Şimdi gidip bunlara sorsanız acaba size neler anlatırlar ve haklı çıkmaya çalışırlar, bilemiyorum. Allah’tan korkmayan, kuldan utanmayandan korkmak gerekir. Bir de aynaya baktığında kendinden utanmalı insan. Ve bunun gibi onlarca örnek verebilirim.
Otuz beş yıllık öğretmenlik hayatımda hiç görmediğim, yaşamadığım derecede saygısızlıklara ve küstahlıklara maruz kaldım. Bunun tek nedeni öğrencilerime gülümsemem, yumuşak davranmam. Başka bir nedeni olamaz. Çünkü notu asla silah olarak kullanmıyorum. Zayıf alsalar gönlüm razı olmuyor, eşit bir şekilde yükseltiyorum. Öğrencilik hayatımda hiçbir öğretmenimle ciddi sorun yaşamadım. Hepsine saygılı ve vefalı olmaya çalıştım. Ama ben ektiğimi açıkçası bulamadım. Bu da kaderin ya da hayatın bir cilvesi olmalı.
Kendi hayatımdan kısıp başkaları için fedakârlıklar yaptım. Ama her nedense onlardan hep vefasızlık gördüm. Bunları buraya bir şikâyet, bir yakınma olsun diye yazmıyorum. Bu böyledir ve bunda da vardır birçok hikmetler diyorum. Asla nankörlere ve nankörlüklere kızıp da iyilik yapmaktan geri durmayacağız. Onu söylemeye çalışıyorum. Elbette sürekli kendimizi ezdirmeyeceğiz, haklarımızı koruyacağız; ama bazı nobranlıklara, nankörlüklere bakıp da iyilik yapmaktan da geri durmayacağız. Belki de ilahi imtihanın sırrı bu tür tecrübelerde gizlidir.
Allah rızasını gözetmek ve vicdanının sesini dinlemek, doğru bildiğini yapmak.
Leave a comment
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.