CUMHURİYET VE DİN – Banu GÜRER
CUMHURİYET VE DİN - Banu GÜRER
Türkiye’de Cumhuriyet ile ilgili en temel tartışma alanlarından biri Cumhuriyet ve din ilişkisidir. Bu ilişkinin kendini en belirgin biçimde gösterdiği ve tartışıldığı alanlardan biri ise din eğitimidir. Din eğitiminin tartışma alanı olması temelde, laik bir devlette din derslerinin devlet tarafından verilip verilemeyeceği meselesine dayanmaktadır. Bu meseleye temas etmeden önce Cumhuriyet döneminde din eğitiminin seyrine kısaca göz atmakta fayda vardır:
**
Belirtmek gerekir ki Cumhuriyet kurulurken din eğitiminin okullarda devlet tarafından verilmesi doğrultusunda karar alınmış ve uygulamaya geçilmiştir. Esasında bu karar, henüz Cumhuriyet kurulmadan önce, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılışından hemen sonra Atatürk’ün başkanlığında yapılan ihtisas komisyonları (encümen) oluşturma toplantılarına (26 Nisan 1920) dayanmaktadır denilebilir. Zira bu toplantılarda eğitimin dini temelleri, din ve ilim gerçeklerinin eğitimde nasıl buluşacağı ve okullarda bu eğitimin nasıl verilmesi gerektiği gibi hususlar tartışılmıştır. Ve nihayetinde “çocuklarımıza verilecek terbiyeyi her manasıyla dini ve milli bir hale koyma”nın gerekliliği vurgulanmıştır.
Bu karar, milli mücadelenin devam ettiği dönemlerde dahi eğitimin öncelikli mesele olarak görülmesi ve tartışılması açısından ayrıca anlamlıdır.
Cumhuriyet kurulduktan sonra eğitim ve din eğitimi alanında gerçekleştirilen ilk icraatlerden biri 3 Mart 1924’de Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul etmek olmuştur.
Bu kanunla “Şer‘iye ve Evkaf Vekâleti veyahut hususî vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekâletine devir ve raptedilmiştir.” (Madde 2). Yani eğitim merkezileştirilmiş, devletin sorumluluğuna verilmiştir.
MEKTEP-MEDRESE TARTIŞMASI
Bu durumun Osmanlı’nın son döneminde yaşanan mektep-medrese tartışmasının ve bu tartışmanın yarattığı gerilimin, toplumsal etkilerinin neticesi olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır. Nitekim aynı dönemde böyle bir kanunun kabul edilmesine yönelik tartışmalar ve projeler de mevcuttur.
Aynı kanunun 4. maddesi ise “Maarif Vekaleti yüksek diniyat mütehassısları yetiştirmek üzere Darülfünun’da bir İlahiyat Fakültesi tesis ve imamet ve hitabet gibi hidemât-ı diniyenin ifası vazifesiyle mükellef memurların yetişmesi için de ayrı mektepler küşad edecektir.” ifadesiyle medreselerin, özellikle Dâru’l-Hilâfeti’l-Âliye medreselerinin yerine İstanbul Dârülfünunu’na bağlı bir İlahiyat Fakültesi, diğer medreselerin yerine de imam ve hatip yetiştirmek üzere ayrı mekteplerin açılacağını bildirerek, din öğretiminin Cumhuriyet dönemindeki yeni durumunu ortaya koymuştur.
Tevhîd-i Tedrisat Kanunu’yla bütün medreseler kapatılmış (Mayıs 1924), bir kısmı da ilkokula dayalı dört yıllık meslek okulu mahiyetinde İmam-Hatip okullarına dönüştürülmüştür. Ancak bu dönüşüm ile Türkiye’nin farklı yerlerinde açılan 29 İmam-Hatip okulunun, istihdam problemi ve yüksek öğretime geçiş imkanı başta olmak üzere çeşitli nedenlerle oluşan talep azlığı ile her yıl sayıları azalmış ve 1926–1927 öğretim yılına gelindiğinde okul sayısı İstanbul ve Kütahya’dakiler olmak üzere ikiye düşmüştür. Bu okullar da 1931–1932 öğretim yılında yeter sayıda öğrenci bulunamadığı için kapatılarak ortaokula dönüştürülmüşlerdir.
ÜÇ YIL SÜRELİ BİR İLAHİYAT FAKÜLTESİ AÇILDI
Aynı kanuna dayanarak 1924 yılında İstanbul Darülfünunu’nda üç yıl süreli bir İlahiyat Fakültesi açılmıştır. Programında genel kültür ve pedagojik formasyon dersleri ile beraber ağırlıklı olarak özel alan bilgisi dersleri, yani İslam ilimleri de yer alan bu fakülte de uzun ömürlü olamamıştır. Dönemin bir kısım aydınlarının bu fakülteyi medrese gibi görmeleri, mezunlarının görev alanının bulunmayışı ve özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görev alanların diğer alaylı meslektaşlarıyla bir tutulması gibi tutumlar yüzünden toplumun bu fakülteye olan ilgisi giderek azalmış ve nihayet 1933 yılında kapatılmıştır.
Fakülte ile birlikte kapatılan Darülfünun’un yerine ise İstanbul Üniversitesi kurulmuş, bünyesindeki İlahiyat Fakültesi, İslam Tetkikleri Enstitüsü adıyla bir araştırma kurumu haline dönüştürülmüştür. Enstitü, 1941 yılına kadar Kelam Tarihi, Tasavvuf Tarihi, İran Edebiyatı, İslam Mezhepleri Tarihi ve Dinler Tarihi dersleri ile öğretim faaliyetine devam etmiştir. Ancak öğretim üyesi kadrosunun dağılması sebebiyle 1941 yılında kendiliğinden kapanmıştır.
Böylece gerek İmam-Hatip okullarında gerek İlahiyat Fakültesi’nde görülen öğrenci sayılarındaki düşüş, başka bir ifade ile bu kurumlara karşı gösterilen ilgisizlik, dini eğitimin devlet eliyle verilmesinin son bulmasına neden olmuştur. Benzer bir seyir örgün eğitimdeki din dersleri için de söz konusudur.
KUR’AN-I KERİM VE DİN DERSLERİ
Buna göre 1924’de ilköğretim 2. sınıftan itibaren haftada ikişer saat Kur’an-ı Kerim ve Din Dersleri okutulmaya başlanmıştır. 1927’de ise din dersleri, ilköğretim 3. sınıftan itibaren haftada birer saat olarak müfredatta yer almış, ortaokul ve liselerden kaldırılmıştır. 1930’da program dışına çıkarılan din dersi, sadece 5. sınıfta isteğe bağlı ve haftada yarım saat olarak verilmiş; 1933 yılında ise ilkokul müfredatından tamamen kaldırılmıştır. Köy okullarında ise 1939 yılına kadar 3. sınıflarda isteğe bağlı ve yarım saat olarak verilmiştir.
Din öğretimi, 1931 yılında öğretmen okullarından da kaldırılmıştır. Köy Enstitüleri için ise hiç gündeme getirilmediği anlaşılmaktadır. Bu tabloya göre din eğitim ve öğretimi, Tevhîd-i Tedrisat Kanunu’na rağmen, genel öğretim kurumlarından da kaldırılmıştır. Kısacası, köy okulları sayılmazsa, 1933’e gelindiğinde milli eğitim sistemi içerisinde din eğitiminin yer almadığı görülmektedir.
DİN EĞİTİMİNİN YOKLUĞU
Ancak varlığı laiklik ekseninde tartışma konusu olan din eğitiminin yokluğu da bir tartışma konusu olmuş; eğitim sisteminde yer almamasının ortaya çıkardığı olumsuz sonuçlar siyasetin gündemini meşgul etmeye başlamıştır. Zira Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Kur’an kursları, yaygın din eğitimi alanında faaliyet göstermekle birlikte sayıları yetersiz olduğu ve örgün eğitimde de din eğitimi yer almadığı için, din eğitiminin ehil olmayan veya taassub sahibi kaynaklardan alınması, din hizmetleri verebilecek nitelikli görevlilerin yetişme imkanının kalmaması ve buna bağlı olarak halkın temel din hizmetleri ihtiyacının yeterince karşılanamaması bir problem haline gelmiştir. Bu durum, 1946’da meclis gündemine taşınmış, CHP milletvekilleri Muhittin Baha Pars ve Hamdullah Suphi Tanrıöver ile DP’den M. Fuat Köprülü ve Adnan Menderes’in destekleri ile ahlaki gerekçelere dayanarak din eğitiminin yeniden okullara konulması teklif edilmiştir.
ÖZEL DİN ÖĞRETİMİ ANA HATLARI
Bu teklifin, din ve vicdan hürriyeti ile laiklik ilkesinin zedelenmemesi şartıyla kabul edilebileceği kararlaştırılmış, 1947’de Özel Din Öğretimi Ana Hatları kabul edilmiştir. Halka dini bilgi öğretebilmek maksadıyla ve müfredatın ve okutulacak kitapların hükümet tarafından onaylanması şartıyla özel din dershanelerinin açılabileceği ilan edilmiş ancak bu uygulama söz konusu olmamıştır.
Din derslerinin yeniden müfredata konulması 1949’da, velinin onaylaması şartıyla, ders dışında bir zaman olan Cumartesi günleri verilmesi ve ders geçmeye etki etmemesi şeklinde ilkokul 4 ve 5. sınıflar için haftada iki saat, program dışı olarak gerçekleştirilmiştir. Ortaöğretim müfredatına ise 1956’dan sonra, ortaokulların 1. ve 2. Sınıf programlarının serbest çalışma saatlerinden birinde verilmek üzere zorunlu ve sınıf geçmede etkili bir ders olarak konulmuştur.
İMAM HATİP OKULLARI
Bunun yanında 1949’da İlahiyat Fakültelerinin ve İmam Hatip Okullarının, 1959’da Yüksek İslam Enstitüleri’nin açılmaya başlandığı görülmektedir.
Daha önceki din dersleri İslam’ı merkeze alan doktriner bir yaklaşım ile ve akılcı, hurafelerden uzak bir din anlayışını vermek üzere planlanmış iken yeniden yer verilen din derslerinin herhangi bir din veya mezhebe ait bilgilerin zorunlu olarak okutulmaması, öğretmen ve öğrencilerin dersi okutmaya veya okumaya zorunlu tutulmaması gerektiği belirtilmiştir. İlgili genelgede dersin vatandaşların din ve vicdan hürriyetlerinin gereği olarak çocuklarına din bilgisi verme haklarını kullanabilmeleri için konulduğu vurgulanmıştır. Dersin mahiyeti günlük hayatta ihtiyaç duyulan genel ilmihal bilgilerinin verilmesi şeklindedir.
1961 Anayasasının 19. maddesinin 4. fıkrası uyarınca din eğitimi ve öğretimi kişilerin kendilerinin, küçüklerin ise velilerinin isteğine bağlı olmak şartıyla anayasal dayanağa kavuşturulmuştur. Yine din dersleri ile ilgili olarak 1974 - 1975 öğretim yılından itibaren ahlak dersleri zorunlu hale getirilmiştir.
“DİN VE AHLAK BİLGİSİ”
1982 Anayasası ile ise ahlak dersleri Din Bilgisi dersi ile birleştirilerek “Din ve Ahlak Bilgisi” adını almış, 24. Madde uyarınca zorunlu hale getirilmiş ve 1986’da dersin ismi “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” olmuştur.
Din dersinin zorunlu kılındığı 1982 Anayasasının 24. maddesinin ilgili kısmı şu şekildedir: Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlıdır. Bu madde günümüzdeki din derslerinin de kanuni temelini oluşturmaktadır.
Türkiye’de din eğitimini kim vermeli?
Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze din derslerinin müfredattaki serüveni kısaca bu şekildedir. Anayasa değişikliklerinin en temel tartışma konularından biri olan din derslerinin müfredatta yer alıp almaması meselesini şekillendiren temel hususlar halkın talebi, siyasi konjonktür ve laiklik ilkesi şeklinde sıralanabilir.
Ancak tartışmalara ve tarihi süreçte yaşanan kesintilere rağmen Cumhuriyet’in din ile ilişkisinin bir boyutu olarak din derslerinin devlet tarafından verilmeye devam edildiği görülmektedir. Yine de bahsedilen tarihi süreç ve laiklik tartışmaları çerçevesinde hala sorulan sorulardan biri “Türkiye’de din eğitimini kim vermeli?” dir.
Bu soruya cevaben görüş ortaya koyanları ise iki gruba ayırmak mümkün: Devletin vermesine karşı çıkanlar ve vermesini destekleyenler.
Karşı çıkanlar da iki gruba ayrılabilir:
Birinci grup dinin devletin eğitim sistemi içerisinde eğitimin konusu haline getirilmesine laiklik sebebiyle karşı çıkanlardan oluşuyor.
Onlara göre laik devletin din eğitimi ile işi olmaz, olamaz.
Herkes din eğitimini kendi tercihleri ve imkanlarına göre almalı.
Devlet eliyle verilmesi söz konusu olmamalı.
Bu grubun içerisinde din eğitimine ilkesel olarak karşı çıkanlar da mevcut.
İkinci grup ise ilkesel olarak din eğitiminin verilmesini gerekli gören ancak devletin din eğitimi vermesini "devletin kendi din adamını" yetiştirdiği, "kendine göre din" anlattığı iddiasıyla karşı çıkanlardan meydana geliyor.
Bu gurubun büyük çoğunluğunun iddialarının altında yine kendilerine göre dini gerekçeler yer alıyor.
Aslında temel çıkış noktaları devletin kuruluşu itibariyle "dine karşı" olduğuna inanmaları.
Dolayısıyla meşru kabul etmedikleri bir sistem içerisinde verilen din eğitiminin de meşru olamayacağını savunuyorlar.
Bu nedenle onlar da diğer grup gibi din eğitiminin insanların kendi tercih ve imkanları doğrultusunda verilmesi gerektiğini vurguluyorlar.
Devlet eliyle verilen bir din eğitiminin sağlıklı olmadığını iddia ediyorlar.
Elbette bu iki ana grubun yanında ve hatta içinde devletin verdiği din eğitiminin "çoğulculukla" ilgisi olmadığı ve "tek tip" din anlayışını aşıladığı gerekçesiyle devlet tarafından din eğitimi verilmesine karşı çıkanlar da azımsanmayacak sayıda mevcut.
Ve tüm bu argümanlar savunulurken ilginç biçimde hemen her grup için ortak ve önemli bir referans kaynağı var: Batı.
DİN EĞİTİMİNİN DEVLET TARAFINDAN VERİLMESİ
Peki, laiklik ilkesine rağmen din eğitiminin devlet tarafından verilmesinin anayasal güvenceye alınması nasıl anlaşılabilir?
Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana tartışılan din eğitimi meselesinin çözümü devletin konudan elini eteğini çekmesine mi bağlı?
Çekerse ne olur?
Ve Batı bu konuda bizim için model olabilir mi?
Laiklik ilkesine rağmen Türkiye’de din eğitiminin devlet tarafından verilmesinin anayasal güvence altına alınmasının en önemli nedeni kanaatimce dini eğitimin "merkeze" çekilmek istenmesidir.
Bundan neyi kastediyoruz?
İlk önce din eğitiminin "bana göre"nin keyfiliğinden çıkarılması isteğini kastediyoruz. Bu isteğin en önemli tezahürlerinden biri Atatürk'ün Kur'ân-ı Kerîm'in Türkçe meali ve tefsiri ile Sahih-i Buhârî tercüme ve şerhini yaptırmasıdır.
Zira bu iki çalışma öncelikle halkın dinin temel kaynaklarına "aracısız" biçimde ulaşabilmesini sağlamak açısından önemlidir.
Ve Türkiye'de din eğitimi ve Atatürk ile ilgili tüm tartışmalara rağmen bugün din alanında hala referans kaynak olarak verilmeleri, yapılan işin "niteliğini" ilmi güvenilirlik bağlamında ortaya koyması bakımından bir başka önemli gerçektir.
İkinci olarak din eğitimi verecek kişi ve kurumların belli bir standardı taşıması gerekliliğinin öngörülmesini kastediyoruz. Bu standardın sağlanması için din eğitimi ve öğretimi yapılan kurumlar açılmış, bu kurumlar "denetlenebilir" ilmi ilkeler çerçevesinde faaliyet göstermek üzere teşkilatlandırılmaya çalışılmıştır.
Bu kurumların başında ise Diyanet İşleri Başkanlığı ve İlahiyat Fakültelerinin geldiğini söyleyebiliriz.
Bir kısmınızın "zaten eleştirilerin kaynağında da bu kurumlar yok mu?" dediğini duyar gibiyim.
Ya da "bu kurumlarda verilen eğitimin niteliğinin problemli olduğu" şeklinde eleştiri getirdiğinizi...
BUGÜN IŞİD GİBİ ÖRGÜTLER…
Ve sormak isterim:
Bütün eksikliklerine rağmen bugün IŞİD gibi örgütlerin ve radikal eğilimlerin bu topraklardan "doğmamasının" altında bu kurumlardaki eğitimin "niteliğinin" önemli rolü olduğu inkar edilebilir mi?
Bu noktada temel bir eleştiriye de temas etmek isterim: İddia sahipleri tarafından çoğu zaman açıkça belirtilmemesine rağmen bu kurumlara getiren eleştirilerin başında "devletin adamı"nı yetiştirdikleri yargısı gelmektedir.
Öncelikle sormak isterim: Kendi temellerini sarsacak nesilleri yetiştirmeye kapı açan bir devlet günümüzde veya tarihte mevcut mudur?
Olmadığına göre aslında esas karşı çıkılan husus "bu" devletin adam yetiştirmesi diye düşünüyorum.
Peki, bunca eksiğine rağmen neden hala Ortadoğu'daki birçok ülkeye "model" olarak Türkiye gösteriliyor?
Ya da neden İslam'ın en iyi yaşandığı yerlerden biri olarak ilk akla gelen ülkelerden biri Türkiye oluyor?
Üstelik "devletin kendi" adamını yetiştirmesine eleştiri getirenler tarafından da bu "model"in Ortadoğu'daki birçok ülkeye tavsiye edildiğini görmüyor muyuz?
Üçüncü olarak çok uzun geçmişe sahip bir tartışma konusu olan "akıl ve vahiy" ilişkisinin çatışmaya değil uyuma dayalı bir ilişki olduğunun verilen din eğitimi ile anlatılmasını kastediyoruz. Zira Türkiye'deki ilk din öğretimi programının amaçlarına bakıldığında, "hurafelerden arındırılmış bir din anlayışının" ve "dinin çalışmaya mani olmadığının" vurgulanması istenmektedir.
Dini anlama ve algılama bakımından hakikaten önemli bir nokta.
Zira bugün İslam alemine bakıldığında "üretmekle" ilgili yaşanan temel problemin altında bu iki unsurun etken olduğunu görmüyor muyuz?
Bu noktadan bakıldığında daha ilk programda bu ilkelerin konulması bir hata mıdır?
Dine "karşı" bir tutum alış mıdır?
Bu noktada din eğitimi ile ilgili kesintilerin yaşanması sürecini bir karşı duruş olarak yorumlayanlar da bulunmaktadır.
Kesintilere götüren sebeplerin bir kısmının ideolojik yaklaşıma bir kısmının ise din motivasyonlu siyasi isyanlara dayandığı düşünülürse bir karşı duruştan bahsedilebilir.
DEVLETİN ULUS KİMLİK ALGISI
Ancak her şeye rağmen, yeni kurulan devletin ulus kimlik algısının içerisinde dinin de önemli bir yeri olduğunu, yine din eğitiminin niteliği bağlamında düşünenlerdenim.
Bunu düşündüren nedenlerden bir diğeri ise, 1924 mübadelesinde Balkanlardan sadece Türk olanların değil Müslüman olanların da kabul edilmesi, Türkiye’den gönderilenler arasında sadece Rumların değil azınlık bir grup olarak Hıristiyan Türklerin de bulunmasıdır.
Din eğitimini devletin vermemesi gerektiğini düşünenlerin, görüşlerine dair Batı’yı referans vermelerine dönecek olursak:
Öncelikle bu yapılırken örnek alınan modelin tarihi ve kültürel tecrübesi ile bizimkisinin doğru düzgün mukayese edildiğini düşünmüyorum.
Hatta daha da vahimi zaman zaman Vatikan’ın örnek olarak zikredildiğini görüyorum ki bu beni daha da hayrete düşürüyor.
Zira böyle bir örneğin verilebilmesi dahi “kendi gerçeğimizden” ne kadar uzak oluşumuza bir emaredir benim nezdimde.
Meramımı şöyle ifade edeyim:
Batı’daki din eğitimi uygulamalarına baktığınızda, Batı’nın kendi tarihi ve kültürel tecrübesine binaen bir çözüm yolu geliştirdiğini görürsünüz.
Çünkü Batı’da din ve devlet ilişkisi genel olarak bir “otorite çatışması” biçiminde tezahür etmiştir.
Ve ruhbanlığın bir yansıması olarak “hiyerarşi” mücadelesi söz konusudur.
Bu mücadele, adeta zorunlu olarak, din ve devletin ayrılması ile neticelendiğinde, din işleri ile dolayısıyla din eğitimi ile ilgilenen müstakil bir kurumun yani kilisenin varlığı, din eğitiminin boşlukta kalmamasını sağlamıştır.
Yani bu alanda uzun yılların tecrübesine sahip müstakil bir kurum olarak kilise bu ihtiyacı karşılayabilmiştir.
Bu nedenle bugün Batı’da özel okul dendiğinde ilk akla gelen kilise okullarıdır.
“DİN ADAMI” DEĞİL “DİN ALİMİ” KAVRAMI
Bize gelecek olursak:
Öncelikle bizim tarihimizde Batı’da görüldüğü ve anlaşıldığı şekli ile bir din-devlet çatışması söz konusu değildir.
Zira bizim tarihimizde din ve devletin bir “otorite mücadelesi” içine girmesi söz konusu olmamıştır ki bunun en temel sebebi İslam’da ruhbanlığın olmamasıdır.
Bu nedenledir bizim kültürümüzde “din adamı” değil “din alimi” kavramı yer alır.
Ve devlet hiyerarşisi açısından, mesela Şeyhülislam, asla Padişah’ın otoritesinin bir alternatifi olarak görülmemiştir.
Çok kıymet verilen, danışılan bir kişi olmakla beraber devletin memurudur.
Dolayısıyla herhangi bir “masumiyeti” ve “mutlak ilahi otoritesi” söz konusu değildir.
“Laikliğin” hala bir tartışma alanı olmasının en temel nedenlerinden birini burada görürüm.
Peki, bu ne anlama gelir?
Tarihimizde din ve devletin bir “hiyerarşi” problemi ve buna bağlı çatışma alanı olmadığı anlamına gelir.
Konumuz bağlamında din eğitimi de dahil olmak üzere eğitim işlerinin de tarih boyunca “devlet tarafından” düzenlenmesinin bizim için bir gelenek olduğu anlamına gelir.
Ki özellikle din eğitimi açısından “laiklik” uygulamalarımızın pek çok ülkeden farklı olmasının bir başka nedeni de bana göre budur.
Tüm kesintilere rağmen, sosyal ve siyasi gelişmelerin devleti din eğitimini vermeye bu nedenle bir nevi zorunlu kılmıştır.
MEDRESELERİN VAKIF SİSTEMİ
Kısacası bizim tarihi tecrübemiz itibariyle din eğitimi genellikle devlet tarafından verilmiştir.
Tarikatler açısından da durum genel olarak böyledir.
Zira alimler esas olarak “medreselerden” yetişmiştir.
Bu iddiamıza gelen temel itiraz genellikle “medreselerin vakıf sistemi nedeniyle nispeten devletten bağımsız oluşları” şeklindedir.
Ve bu itirazı edenlere sorduğumuz ve cevabını alamadığımız soru ise şudur:
Medreseleri kuranlar genellikle kimlerdir?
Devlet eşrafı.
Peki, devlet eşrafının devlete “rağmen” bir müesseseye zemin kurması düşünülebilir mi?
Böyle bir örneğimiz var mı?
Ben bilmiyorum.
İşte bu nedenledir ki bahsi geçen itiraz sahiplerine ve sizlere tüm bu tabloya binaen ve cevaben en temel sorumu soruyorum:
Din eğitimi (niteliği tartışılsa da) Batı’da da gerekliliği kabul edilen bir eğitim alanı.
Ve diyelim ki Türkiye’de devlet elini eteğini din eğitiminden çekti.
Herhangi bir cemaate mensup olanlar zaten bu sistem içerisinde de alternatif din eğitimi faaliyetlerini yürütüyorlar.
Peki, ben bir cemaate mensup olmayan, olmayı da düşünmeyen ama dini hassasiyetleri olan ve bu nedenle din eğitimi almak ve çocuğuna da aldırmak isteyen bir kişi olarak bu ihtiyacımı nereden karşılayacağım?
Batı’da kilisenin yaptığı işi hangi “köklü ve güvenilir” kurum yerine getirecek ve bu ihtiyacıma cevap verebilecek?
Ve din eğitiminin “merdiven altına” inmesinin önüne kim geçecek?
Geçilemediği takdirde akıbetimiz ne olacak?
İşte kesintiler süresince bu sorulara verilen cevaplar bugün din derslerinin durumunu şekillendirmiştir.
Bugün için yanı başımızda ve hatta içimizde tehdit unsuru haline gelmeye başladığı görülen bazı dini yapılar düşünüldüğünde de farklı cevap verilmesi mümkün gözükmemektedir.
Zira gelinen noktada din dersleri sadece bir hak değil aynı zamanda bir güvenlik meselesine dönüşmüştür.
Bu durum dünyada da böyledir.
“MİLLİ GÜVENLİK” MESELESİ
Öyle ki laikliğin uygulandığı en önemli örneklerden biri olarak Fransa’da dahi dinin eğitim sistemine konu edilmesinin gerekliliğinin tartışıldığı görülüyor.
Mesela dönemin Milli Eğitim Bakanı Lionel Jospin’in talebi üzerine, bilim ve sanat tarihinin güçlendirilmesini savunan tarih ve coğrafya öğretimi üzerine bakanlık komisyonuna başkanlık eden Philippe Joutard tarafından hazırlanan 1989 tarihli raporda bu hususa dikkat çekilmektedir.
Raporun, öğretmen görüşleriyle de desteklenen iddiasına göre; ortak kültürel miras bilinci öğrencilerde gittikçe zayıflamakta, öğrenciler gerekli dini kültürel referanslardan yoksun oldukları için edebi, tarihi, felsefi veya sanatsal temaların aktarımında öğretmenler zorluk çekmektedir. Bu minvalde öğretmenler “teslis” kelimesinin dahi öğrencilerin zihinlerinde “sadece bir metro durağı isminden ibaret” olduğunu ifade etmektedirler (https://www.persee.fr/doc/spira_0994-3722_2007_num_39_1_1257)
Buna göre dinin bir bilgi alanı olarak eğitim programında yer alması, sadece bir inanma ve inanmama konusu değildir.
Aynı zamanda içinde bulunduğunuz toplumu tanımaya yönelik kültürel bir meseledir.
Yani bir manada “milli güvenlik” meselesidir.
Aynı şekilde Almanya’nın son dönemlerde, Müslümanlara din hizmeti verecek din görevlilerinin ülke içinde yetişmesine, yurt dışından, özellikle Türkiye’den imam getirilmemesine yönelik politikalar belirmesi, söz konusu güvenlik problemi ile yakın ilişkili bir husus olarak değerlendirilmektedir (https://www.cumhuriyet.com.tr/ haber/almanya-turkiyeden-imam-istemiyor-1332742).
Kısacası Türkiye’nin, özellikle bugünkü şartlarına bakıldığında, bir taraftan dini radikal akımların diğer taraftan bazı dini grup ve oluşumların ülke üzerinde adeta güç savaşında olduğunu dikkate alırsak, Cumhuriyet ve din ilişkisi bağlamında denecek tek bir söz var kanaatindeyim:
Türkiye’de din öğretimi ve eğitimi meselesi sadece bir bilgi ve inanç konusu değil, aynı zamanda bir “milli güvenlik meselesi”dir.
Tarihi sürecin de gösterdiği üzere tabiat boşluk kabul etmez.
Olgu olarak toplumda yer alan bir bilgi sahasını, ister öğretmek ister sahada bilgi üretmek açısından olsun, boş bıraktığınızda, o boşluk bir şekilde mutlaka dolar ancak siz inisiyatifinizi kaybetmiş olursunuz.
Cumhuriyet’in geleceği ve coğrafyanın gerçekleri açısından böyle bir lüksümüzün bulunmadığını da hatırlatmak isterim.
https://www.kocaeligazetesi.com.tr/makale/17379711/banu-gurer/cumhuriyet-ve-din