1 Mayıs İşçi Bayramı’nın düşündürdükleri – M. Tanzer ÜNAL
1 Mayıs İşçi Bayramı’nın düşündürdükleri - M. Tanzer ÜNAL
Sevgili okurlarım, bugün 1 Mayıs İşçi Bayramı.
İşçi ve emekçiler tarafından dünya çapında kutlanan “birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadele” günü…
Son yıllarda olduğu gibi, ülkemizde bu yıl da buruk bir “1 Mayıs” yaşanacak.
Ekonomik krizin sıkıntıları…
Depremin açtığı yaralar…
Siyasi iktidarın toplumun her kesimine uyguladığı baskılar…
İçinde bulunduğumuz kaos ortamı, en fazla “çalışan” kesimi mağdur ediyor.
Bir tarafta işsizlik, diğer tarafta işi olanların ücretlerinin yetersizliği.
Özetle, bu yıl da İşçi Bayramı’na “bayram” demek mümkün değil.
İşçinin, bayramını kutlayabilmesi için…
*Her şeyden önce bir işi olmalı.
*Geçimini rahat sağlayacak ücret almalı.
*Meslek örgütü bulunmalı.
Günümüzde bu üç konuda da sıkıntı var.
“İş” sıkıntısı var.
“Yeterli ücret” sıkıntısı var.
“Sendikalı olma” sıkıntısı var.
Zaten “iş” yok ki, “sendika” kimin neyine!
Önce “iş” olacak ki, işçi “daha iyi şartları elde etmenin” peşine düşsün.
Geçmişte de mi böyleydi?
“Sendikasızlaşma oranı” hep böyle “dip” miydi?
1946’da başlayan serüven
Ülkemizde 1946 yılına kadar sendika kurmak yasaktı.
Zaten doğru dürüst üretim tesisi yoktu ki, işçi olsun, sendika olsun!
Cumhuriyetin ilk yıllarında, 1938 yılında çıkarılan Cemiyetler Kanunu’nda, “Sınıf esasına dayalı cemiyet kurulamaz” ifadesi vardı, bu nedenle sendika da kurulamıyordu.
1946 yılında bu kanunda değişiklik yapıldı, “Sınıf esasına dayalı cemiyet kurulamaz ifadesi” kaldırıldı.
Böylece sendika kurulmasının önündeki engel kaldırılmış oldu.
İlk sendikalar, sosyalizmi benimseyen partiler tarafından kuruldu.
Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi, ülkemizde sendikalaşmayı başlatan partiler oldu.
Bu sendikalar, kurulduğundan birkaç ay sonra, 17 Aralık 1946 tarihinde sıkıyönetim tarafından kapatıldı.
Bu kapatmalardan kısa bir süre sonra, 20 Şubat 1947 tarihinde “Sendikalar Kanunu” çıkarıldı.
Böylece ülkemizde kanuna dayalı sendikalaşma dönemi başlamış oldu.
Türkiye’de sendikalaşmanın ilk evresi, 1948-1963 yılları arası kabul edilir.
İlk yıllarda çalışan işçilerin sendikaya üye olma oranı yüzde 26 civarındaydı.
1963 yılında bu oran 10 puanlık artışla yüzde 36’ya yükseldi.
Daha sonraki 20 yıl
27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra ülkemizde yeni bir dönem başladı.
Temel hak ve özgürlükler güvence altına alındı, demokratikleşme süreci başlatıldı.
Sendikacılığın gelişmesinin önündeki engeller kaldırıldı.
İşin tabiatına aykırı, ama kabul edelim ki, gerçek böyle!
1963 yılında çıkarılan kanunla işçiye ilk defa “grevli toplu pazarlık” hakkı verildi.
1967 yılında DİSK’in kurulmasıyla sendikalar arasında rekabet arttı ve sendikalı işçi sayısı hızla arttı.
1966 yılında sendikalı işçi sayısı 374 bin iken, bir yıl sonra bu sayı 835 bine yükseldi.
1970’de 1 milyon 200 bin, 1971’de 2 milyon oldu.
1980 yılına gelindiğinde sendikalara kayıtlı işçi sayısı 5 milyon 721 bine ulaşmıştı.
Ve 1983 sonrası…
12 Eylül 1980 darbesi hafif sarssa da, sendikalaşma oranını fazla etkilemedi.
1984 yılında sendikalaşma oranı yüzde 55.89 idi.
1994’te bu oran pik yaptı, yüzde 69.31’e ulaştı.
2000’li yıllarda tekrar 15 yıl önceye dönüş görüyoruz.
2001 yılında sendikalaşma oranı yüzde 56.88 idi.
AKP döneminde durum
AKP’nin kurulduğu yıllarda ülkemizde sendikalaşma oranı çok yüksekti.
Sonra azaldı azaldı, sendikacılık yerlerde sürünmeye başladı.
Bir ara yüzde 10’nun altına kadar indi.
Arkasından hafif artış başladı.
İki rakam vereyim.
Resmi sendikalaşma oranı; Ocak 2013’te yüzde 9,21 iken, Ocak 2020’de yüzde 13,84 oldu.
Fiili sendikalaşma oranı ise Ocak 2013’te yüzde 7,7 iken, Ocak 2020’de yüzde 12,1’e yükseldi.
Ancak bugünü 90’lı yıllarla karşılaştırırsak, sonuç felaket!
Örneğin, 1994 yılında ülkemizde sendikalaşma oranı yüzde 69,31 idi, bugün yüzde 14.26.
Temmuz 2022 verilerine göre, ülkemizdeki toplam işçi sayısı 15 milyon 987 bin 428, sendikalı işçi sayısı ise sadece 2 milyon 280 bin 285.
Nereden nereye…
Bunun tabii değişik nedenleri var.
İktidarın, sendikalaşmaya bakış açısı önemli…
Sendikaların, gerçek işlevlerini yapıp yapmamaları önemli…
İşverenlerin, sendikacılık kültürü önemli…
Ülke ekonomisinin, sendikacılığı kaldırabilecek kadar güçlü olması önemli…
Hepsi bir araya geldi ve sonunda işçi sendikaları 30 yıl önceye göre büyük güç kaybetti.
Türk işçisi, artık “örgütsüz”!
İşçinin durumu kötü de, işverenin bir eli yağda bir eli balda mı?
Sevgili okurlarım, “işçi” ve “işveren”, aynı havuzdadır.
Her iki taraf da çalışma hayatının vazgeçilmezleridir.
Var olmaları, birbirine bağlıdır.
İşveren var olacak ki, işçinin işi olsun.
Ancak ne yazık ki, Türkiye’de “iş” kurmak, “işveren” olmak, her geçen yıl daha da zorlaşıyor.
Büyük “risk” taşıyor.
Çoğu kişi, “patron” olmaktan kaçıyor.
Kurulan şirketler, çarkını çevirmekte zorlanıyor.
Bir taraftan ekonomik kriz, diğer taraftan devletin yaptırımları şirket sahiplerini iyiden iyiye bunaltmış durumda.
Rakamlar da bunu gösteriyor.
TÜİK’in rakamlarına göre, Türkiye’de kurulan firmaların yüzde 72’si ilk 3 yıl içinde kapanıyor.
Geriye kalanların ortalama ömrü ise 12 yıl.
Bakın bakalım, etrafınızda 40-50 yıllık kaç firma görebiliyorsunuz?
Firmalarımızı yaşatamıyoruz.
Firmalar ayakta kalamazsa, “istihdam” nasıl sağlanacak?
Önemli olan; sağlam ekonomi, yani üretime dayalı ekonomi!
Yatırım yapacaksın, üretip satabileceksin ki, işini büyütüp yanında çalışanların sayısını artırabilesin.
Yeteri kadar yatırım ve üretim yoksa, “işsizlik” ve “düşük ücret” konusuna çözüm bulmak mümkün mü?
1 Mayıs İşçi Bayramı’nı bu düşüncelerle kutluyorum.
1 Mayıs İşçi Bayramı’nın düşündürdükleri - Kocaeli Gazetesi
Leave a comment
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.