Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım…

3Eyl/220

DÜNDEN BUGÜNE KÖY ÇOCUKLARI – Abdullah KÖKTÜRK

imagesDÜNDEN BUGÜNE KÖY ÇOCUKLARI – Abdullah KÖKTÜRK

1950’li ve 1960’lı yıllarda Kocaeli’mizin köylerindeki çocuklarla ilgili yaşantılardan bahsetmek istiyorum.

Özellikle Kandıra, İzmit, Derince, Körfez ve Gebze köylerinde yaşayan köy çocukları…

Yerli halkın ( Türkmenlerin) manav lakaplı çocukların o yıllardaki hayatlarından örnekler ve bilgilendirmeler ile başlamak istiyorum.

Ayaklarında yırtık lastik ayakkabılar, gonçları kesilmiş çizmelerden yapılmış ayakkabılar.

Giydikleri yemeniler farklı markalar veya numaralarda olabilir. Hiç farketmez. Yeter ki ayağa giyilebilsin, dikenden taştan tokaçtan ayaklar korunabilsin.

Giydikleri pontullar (pantolon) ya analarının dokudukları keten bezinden yapılmış ve dikilmiştir ya da eski-püskü kumaştan yapılmış pontullardır o günlerde giyilen pantolonlar.

Giyile giyile rengi iyice solmuş, bol yamalı ve paçaları kısalmış pontullardır.

Üstlerine giydikleri mintanlar ise, ya analarının dokudukları keten bezinden gömlekler ya da satın alınan mintanlardır.

Zaten çocukların genellikle bir mintanı ve birde pontulu vardır. İyice eskiyinceye kadar giyilir. Yırtılan yerlere yama yapılır. Belirli bir sürede öyle giyilirdi. Bir iki senelikse bu giysiler, yeni telakki edilirdi. Bu arada bu giyilenlerin başına bir iş gelirde yırtılırsa; büyükler ‘’zırt yeni pontul veya günek ne hale gelmiş’’ diye azarlarlardı çocukları. Mintanın bir diğer ismi de GÜNEK’tir.

Yeni bir pontul veya günek alındığında veya dikildiğinde, sadece bayramlarda, düğünlerde veya bir yere misafirliğe gidilirken giyilirdi. Bu yeni giysilerin adı da ‘’KİŞİLİK’’ tir.

Önemli günlerde bu kişilik denilen, yeni giysiler giyilirdi.

Bu kişilik kavramı çocuklarda olduğu gibi, büyükler içinde geçerliydi.

O günkü şartlarda, pantolonda kemer (kayış) filanda pek olmazdı. Uçkur veya bir iple pantolonlar bele bağlanırdı.

Çocukların başlarında, kafalarında ise takke vardır. Başı açık ve takkesiz olan çocuklar, büyükler tarafından ikaz edilirlerdi. Başı açık olmak ayıplanırdı. Hele namaza gelen çocuk, genç ve yetişkinler ise muhakkak başlarında takke veya bir şeyler olmalıydı.

Tüm bu örf, adet ve gelenek baskısına rağmen, başı açık çocuklarda tabiki vardı.

Çocukların iç çamaşırları ise hemen hemen anaların dokuduğu keten bezinden olurdu. Bu giysilere de ‘’İÇDONU’’ denirdi. İç donular, henüz lastik olmadığı için, uçkur kullanılırdı.

Bu arada köylerde, yarım yamalakta olsa terziler bulunurdu. Usta terzilerden gün almak ise pek kolay değildi. Üç dört aya gün verirlerdi. Harman sonu düğün ve bayrama yakın zamanlarda, terzilerin işi çok yoğun olurdu.

Bu giysilerle hayatını sürdüren, bu köy çocukları altı-yedi yaşlarında aileye katkı sağlamaya başlarlardı.

Özellikle her çocuk, evinin ailesinin bir çobanıdır. Kel (Hindi), keçi, koyun ve büyükbaş hayvanları gütme işi çocuklara aittir. Bu çocuklara goca analar, gocabubalarda göz-kulak olurlardı. Yetişkinler ise tarla taban işleriyle uğraşırlardı. Büyükler birde çocukları ve yetişkinleri KEZLER’lerdi. Takip eder ve uyarırlardı. Tecrübelerini aktarırlardı.

Hayvanların (büyükbaş ) ve koyunların güdüldüğü ve otlatıldığı yerlere de İYİREK, MERA veya ÖRÜ denilirdi.

Eğer şahsa ait bir tarla, ot için genellikle korunmak isteniyorsa, tarlaya kemik dikilir. Kuru hayvan kafası. Bu adet, Şamanizmden kalmadır. Kuru kafayı tarlada dikili görenler, oraya hayvanlarını sokmazlar. Yasak anlamındadır.

Yine o yıllarda köye yakın, verimli ve bakımlı tarlalara da ARPALIK denilirdi.

Çoban tutma geleneği de çoktu. Ama yetişkin ama çocuk, çobanlar tutulurdu. Keçisi, koyunu çok olanlar bunu muhakkak yaparlardı.

6-7 yaşlarında çoban olarak başka ailelere, hanelere verilen çocuklar bile vardı. Parayla veya zahire karşılığında. Bazende koyun-keçi karşılığında da olurdu. Ben bunlara şahit oldum ve bu anılarla da doluyum.

Her köyde okul yoktu, ancak bazı köylerde okullar vardı. Diğer köy çocukları da yaya olarak o köye okula giderlerdi.

Yollar toprak yollardı. Onun için çocuklar yağmurda-yağışta ve kış şartlarında okula giderken çok zorluk çekerlerdi.

Ayakkabıya çamur sarar, zor adım atılırdı. Bu çamur sarma olayına da, yöresel olarak KEPİR diyoruz.

İlkokullarda birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıfları bir sınıfta, bir öğretmen okuturdu. Çoğunlukla.

Böyle okulların başarısından söz etmek mümkün mü?

Hatta öğretmenler bazı köylerde okula bile düzenli gitmezlerdi, hele hele asker öğretmenler…

Öğretmenler ödev verirlerdi çocuklara. Ödevde Fen Bilgisi, Hayat Bilgisi kitabını iki defa yazın derlerdi. Bir hafta sonu gelir kontrol ederlerdi. Yazmayanlar ise sopa ve cetvelle dayak yerlerdi.

Çok nadir bazı veliler çocuklarını ilkokuldan sonra ortaokula gönderirlerdi.

Ben İzmit’e bağlı Ambarcı İlkokulunda okudum. Arifiye öğretmen okulu sınavlarına girdim. Sınavda hiçbir soruya cevap veremedim. Üç gün ilkokul öğretmeni olamayacağım diye koyunların peşinde gözyaşı döktüm. İlkokulda doğru dürüst öğretmen yüzü görmemiştik ki…

O yıllarda ilkokula giden çocuklar siyah önlük, beyaz yaka takarlardı. Öğlen yemeği ise diğer köylerden gelenler için çok sıkıntılıydı. Sabahtan analar çocukların çantallarına (çanta) ne koymuşlarsa. Kuru ekmek, bazende yanına pinir (peynir). Başka da pek bir şey bulunmazdı. Nadiren haşlanmış yumurta.

Kırlarda çobanlık yapan çocuklarında ekmek torbalarında (çantallarında ), pek bir şey bulunmazdı. Bıçakla zor kesilen ekmek, soğan, peynir ancak olurdu. Kuruyan ekmek bir pınar veya çeşmede ıslatılır, yumuşatılır, öyle yenilebilinirdi.

O yıllarda çocukların yattığı yerler ise; evde yer yatağı vardır. Öyle divan ve karyola bulunmazdı. Yatak ve yorgan keten çöplerinden doldurulmuş yatak ve yorganlardan ibarettir. Öyle yün ve pamuk yoktu.

Hele bazı çocuklar kırlarda koyunların, keçilerin yanında yatarlardı. Altı-yedi yaşlarında dağ başında, GELİK denilen iğreti bir yapının içinde gece kalırlardı.

Koyunların ve keçilerin yatırıldığı yere de AĞIL denir. Köyden uzak tarlalara ağıllar kurulurdu. Bu ağıllarda, gelikte yatan çocukların gece arkadaşları ise, koyunlar, keçiler ve olmazsa olmaz köpekleridir.

Evlerde yenen yemeklerde çok sade ve yavan idi.

Büyük oranda sofralarda çorba bulunur. Kesme çorbası, un çorbası, misir (mısır) çorbası, enişte çorbası, dımbıl çorbası ve umaç çorbası vs.

Çorbalar yer sofrasında büyük bir karavanaya (büyük kap) konur. Çok yerde bu büyük kabın ismi ‘’TOPASIRA’’ dır. Topasıraya konan çorbaya ekmekler doğranır. Özellikle kurumuş ve artık ekmekler.

Yer sofrasına ‘’SİNİ’’ adı verilir. Kurulan bu sini ağaç sinide olur, bakır sinide olur. Sininin üzerinde, çorba ve yanında da genellikle dörde bölünmüş, kesilmiş soğan vardır. Bazen turşuda çorbanın yanına konduğu olurdu.

Sini (yer sofrası), sofra bezinin üzerine kurulur. Sofra bezinin diğer adı da orta asyadan beri kullandığımız ‘’PU’’ dur. Sofra bezini yaydın mı denmez, puğu yaydın mı derler özellikle büyükler…

Sininin etrafında oturmak için minderler (içi keten çöpü ile doldurulmuştur) vardır. Birde PÖSTEKİLER vardır. PÖSTEKE (koyun ve kuzu derisinden yapılan bir çeşit minderlerdir). Her evde bol miktarda vardır.

Köy sofralarında hemen hemen üç öğün yenilen çorba çeşitlerinin yanında, nohut, mercimek, fasulya, keşkek, ekmek makarnası, misir ve buğday malağı, gözleme, cızleme ve bazlama da zaman zaman yapılan ve yenilen yemeklerimizdir.

Tabi bu yemeklerimizin yanında, Kuskus’umuz, kulak makarnası yemeğimiz ile üre tatlımız da meşhurdur.

O yıllarda misafir gelirse, güzel ve lezzetli yemekler evlerde ancak görülürdü.

Misafir geldiğinde, tavuklar, ördekler kesilir. Gözleme, bazlama ve cizleme muhakkak yapılırdı.

Misafirler davet edilirken, “misafirliğe gelinde size tavuk keselim, gözleme yapalım’’ denirdi. Köylerde karşılıklı misafirlikler, boş zaman olan harman sonu genellikle yapılırdı.

Keçi-koyun ise ise, kaza geçirir, yaralanır ve hastalanırsa genellikle o zaman kesilir ve yenirdi. Keyfi olarak kesim nadiren yapılırdı.

Çocuklar şehir ve kasaba yüzü pek görmezlerdi. Buralarda alış-veriş nadiren yapılırdı.

Çoğunlukla köye gelen ‘’yolcu’’ diye tanınan satıcılar gelirdi. Atla köylere gelen bu satıcılarda da çok fazla bir şey bulunmazdı. Leblebi, akide şekeri, davultozu (iğde) çocukların ilgisini çelbederdi.

Yetişkin ve yaşlılarda bu satıcılardan, tuz, biber ve soda alırlardı. Bu alış-verişlerde pek parayla olmazdı. Yumurta karşılığı, arpa, buğday, keten tohumu ve keten burması karşılığında yapılırdı.

Çocuklar ise bayramlarda, panayırlarda ve kısmen düğünlerde para ile alış-veriş yapma fırsatı bulurlardı.

Kız çocukları da, erkek çocuklar gibi, evin her işine katkı sağlar ve de ortak olurlardı.

Kız çocukları anasının her işte hemen hemen yanlarında olurlar ve 6-7 yaşlarında Kel (hindi) gütmeye başlarlardı.

Çocuklar kız olsun, erkek olsun biraz daha büyüyünce tarla taban işlerine tam sokulurdu. Orak biçer, keten yolar, çapa yaparlar ve bostanları da sularlardı.

Kız çocukları, okula gitmede erkek çocuklar kadar şanslı değildi. Kızlar okur ve uyanırlar, kontrolü zor olur diye. Okula pek gönderilmezlerdi. Bu da, Arap islam anlayışı ve örf adetlerinin bizim çocuklarımızın üzerindeki olumsuz etkisiydi.

Kız çocuklarında giyim-kuşam ise küçük yaşta şalvar, üstlerine de mintan giyerlerdi. Yeni giysiler düğünde, bayramda, bir yere giderken ve kınalar ile duvaklarda giyilir, diğer günlerde eski, hatta yamalı giyimlerle idare ederlerdi.

Başlarında kız çocuklarının, çember adı altında başörtüleri olurdu.

Evin büyükleri kız çocuklarına; ‘’ Hadi gızım çok çalışta sana harman sonu çember alacam’’ sözü çok kullanıllırdı.

Şimdiki gençlere pahalısından ve en gelişmişinden cep telefonu alacağım gibi bir sözdü, o günlerdeki çember, mintan alacağım sözleri…

Geçmiş çocukluk dönemlerini anlatmaya çalıştım.

NİÇİN ?

BİRİNCİSİ ; Hala yaşayanlarımıza, o günleri hatırlatmak istedim. Bugünlerle mukayeselerine yardım etmek niyetiyle…

İKİNCİSİ ; Genç kuşaklarımıza o günleri anlatmak ve ders çıkarmalarına yardımcı olmak.

ÜÇÜNCÜSÜ ; Unutulmaya yüz tutmuş örf, adet, gelenek ve göreneklerimizi yeni kuşaklara bir nebzede olsa aktarmak, iyi veya yanlış yönleriyle beraber…

Geçmişimizi bilmeliyiz. Nereden nereye gelindiğinin farkında olmalıyız ki, bugünlerin değerini, kıymetini bilelim.

Tarih süreci içinde yaşananların ve anıların ışığında nice güzel günler ve dersler olsun dileğiyle…

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.