Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım… Şikayet edeceğine sen de alternatifini oluştur.

28Ağu/180

DURMUŞ YILMAZ’ın yabancı bir yayın organında yayınlanmış makalesi

IMG_2910_thumb

2000’li yıllarda Türkiye, dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biriydi. Hayalleri ise çok daha büyüktü. Ankara, 2 trilyon dolar GSYİH’la dünyanın en büyük onuncu ekonomisi olmayı, kişi başına düşen geliri 25 bin dolara yükseltmeyi, ihracatını ise 500 milyar doların üzerine çıkarmayı hedefliyordu. Goldman Sachs’in MINT’inden The Economist’in CIVETS’ine, küresel ekonominin yükselen değerleri için bulunan her formülde mutlaka Türkiye’nin T’si de vardı.

Geçtiğimiz aylarda bu büyük hayaller yerini derin endişeler bıraktı. Türkiye, artık unuttuğu cinsten bir ekonomik krizin ortasına düşüverdi. Yılbaşından bu yana Türk lirası, ABD doları karşısındaki değerinin yarıdan fazlasını yitirdi. Forbes Dergisi’nin dünyanın en zenginleri listesindeki 30 Türk milyarderinin 13’ü artık bu listede değil. Özel sektörün borcu 200 milyar doları aşmış. Bu borcun onda birinin vadesi yıl sonundan önce. Alacaklısıysa çoğunlukla Avrupa bankaları. Türk şirketlerinin borcu İspanyol bankalarına 80, Fransız bankalarına 40, İtalyan bankalarına ise 20 milyar dolar. Başka bir tabirle, Türk ekonomisi hapşırırsa, Avrupa’yı, hatta küresel piyasaları yatağa düşürmesi işten değil.

Pek çokları Türkiye’nin sorunlarının sorumlusu olarak ülkenin en tepesindeki adamı, Tayyip Erdoğan’ı görüyor. Muhakkak ki Erdoğan resmin önemli bir parçası. Türkiye’nin bugünkü krizi Erdoğan’ınki gibi popülist tek-adam yönetimlerinde sıklıkla rastlanan cinsten. Bu tip yönetimlerin büyüme fetişi bir yandan enflasyonu kontrolden çıkarırken diğer yandan kurları yapay biçimde baskılıyor. Popülist politikalar kamu harcamalarını artırıp mali disiplini bozuyor. Siyasi erkin tek elde toplanması sağduyulu politikalar izlenmesine engel oluyor. Sonuçta da kriz kaçınılmaz hale geliyor.

Ve fakat Erdoğan’ı sorunun tek bileşeni saymak bizi büyük resmi görmekten alıkoyuyor. Erdoğan, ekonomi konusundaki alışılmadık fikirlerini--örneğin faizin enflasyonun sebebi olduğu zırvasını--daha önceden de açıkça dillendiriyordu. Bugün dile getirilen sorunların eskiden de vardı. Peki dün neydi, bugün ne oldu da Türkiye ekonomisinin seyri eşsiz bir yükselişten tarifsiz bir düşüşe dönüştü?

Erdoğan’ın 2003’teki zaferinin önemli sebeplerinden birisi Türkiye’nin o yıllarda yaşadığı ekonomik krizin halkta yarattığı hoşnutsuzluktu. Erdoğan başbakan seçildiğinde pek çok yatırımcının aklındaki soru Erdoğan’ın, IMF ekonomisti (ve geleceğin BM Kalkınma Programı başkanı) Kemal Derviş’in yapısal reformlarını sürdürüp sürdürmeyeceğiydi. Derviş, ekonomik krizin pençesine düşen hemen her ülkenin başına geldiği üzere, IMF’nin acı reçetesini adım adım uyguladı. KİT’ler özelleşti. Kamu harcamaları kesildi. Bankacılık düzenlemeleri sıkılaştırıldı. Dalgalı kur sistemine geçildi. Bu politikalar ekonomi çevrelerince takdirle karşılanıyor fakat halkın sırtına da ağır bir yük bindiriyordu.

Erdoğan ise 1990’lı yıllarda kısa bir süre başbakanlık da yapan Necmettin Erbakan’ın öğrencisiydi. Erbakan’ın ‘adil düzen’ öğretisi muhafazakar İslamcılıkla devletçi iktisatın bir senteziydi. Erbakan geleneksel anlamda kapitalizme karşıydı: faizsiz bankacılığı ve ithal ikameciliği savunuyordu. Fakat Soğuk Savaş yıllarının tüm İslamcıları gibi o da sıkı bir komünizm karşıtıydı. Erdoğan’ın, hocası Erbakan’ın yolundan gideceğinden kaygılanılıyor; liberal reformların aksayacağı, belki de büsbütün rafa kalkacağı endişesi duyuluyordu.

Bu korkular karşılık bulmadı. Erdoğan hükümeti, reform programını harfiyen sürdürdü. Bu yumuşak geçişin sorumlusu, Erdoğan’ın o yıllardaki ekonomi yönetimiydi. Pek çoğu ekonomi eğitimi görmüş; yurtdışında okumuş ve/ya çalışmış bu kimseler liberal ekonomik düşünceye sıkı sıkıya bağlıydılar. Geçen yıllarda hepsi birer birer kapının önüne kondular.

Erdoğan’ın bu yıllardaki tavrının önemli bir sebebi içinde bulunduğu siyasi koşullardı. Türkiye’nin seçim sisteminin garabeti sonucunda Erdoğan’ın AK Parti’si iktidarı kucağında buluvermişti. 2002 seçimlerinde AKP’nin oyları yüzde otuz civarındaydı. Katılım oranı da dikkate alındığında AKP, Türkiye’nin yalnızca çeyreğini temsil eder haldeydi. Fakat oyları yüzde 10’un altında kalan partileri meclise sokmayan bu sistem AKP’ye de oyların üçte birine karşılık Meclis’in üçte ikisini verdi.
Erdoğan ve çevresi biliyordu ki iktidarda kalıcı olmak istiyorlarsa bu şansı iyi kullanmak zorundaydılar. İyi yönetim sadece ülkenin refahı ve istikrarının değil, AKP’nin geleceğinin ve meşruiyetinin de anahtarıydı. AKP’nin ilk yıllardaki başarısının sırrı işte buydu: sağduyulu politikalar, sağlam liderlik, ve yetkin kadrolar.

Hükümetin dışa bakan yüzü Erdoğan’ın en yakınındakilerden Abdullah Gül’dü. Ekonomi tahsili sahibi olan Gül, siyasete girmeden önce uzun yıllar İslam Kalkınma Bankası’nda çalışmış olması sebebiyle küresel ekonominin kodlarını iyi bilen birisiydi. Wharton mezunu ekonomi bakanı Ali Babacan and yatırım bankası Merrill Lynch’in tepe görevlerinden biriyken maliyenin başına getirilen Mehmet Şimşek onun himayesinde çalıştılar. Türkiye’nin ekonomik başarısında bu üçlünün ve onların ekibinin yadsınamaz katkıları oldu.

Artık kronikleşen bazı hastalıkların belirtileri o yıllarda da vardı. AKP’nin kurucularından, Erbakan’ın Maliye Bakanı, Erdoğan’ın Başbakan Yardımcısı, ve şimdinin muhalefet milletvekili Abdüllatif Şener yolsuzluğa göz yumulduğu şikayetiyle hükümetten istifa ettiğinde takvimler henüz 2009’u gösteriyordu. Fakat genel itibariyle denebilir ki Erdoğan hükümeti büyümenin ve istikrarın öneminin en başından kavradı ve yatırımcıların güvenini kazanmak için her şeyini ortaya koydu.
Örneğin, Merkez Bankası’nın liderliği daima kurumun içinden seçildi. Bu makalenin 2006’dan 2009’a kadar Merkez Bankası başkanlığı da yapan yazarı İngiltere’de tahsil görmüş ve bu göreve Merkez Bankası’nda 26 yıllık bir kariyerin ardından getirilmişti. Selefi, Süreyya Serdengeçti, Amerikan tahsilli, Merkez Bankası’nda kıdem sahibi bir iktisatçı ve göreve Derviş döneminde gelmişti. Halefi Erdem Basçı ise Johns Hopkins mezunu bir ekonomi profesörüydü. Erdoğan o yıllarda da aklından geçeni konuşmaktan geri durmuyordu fakat kimsenin aklında ekonomi yönetiminin bağımsızlığı ve yetkinliği konusunda en ufak bir şüphe yoktu. Bugünler artık mazide kaldı.

Türkiye’nin dönüşümü olabilecek en kötü zamanda yaşandı. 2000’li yıllarda küresel piyasalarda bir likidite fazlası yaşanıyordu. 2001 ekonomik krizi sırasında yapılan reformlar Türkiye’yi bu yıllarda bir güvenli limana çevirdi ve yabancı yatırımcıları ülkeye çekti. Türkiye’nin AB’ye üyelik hevesleri de finans çevrelerini şevklendiriyordu zira AB üyesi bir Türkiye, Euro bölgesinin en büyük ekonomilerinden birisi olmaya adaydı. Ankara, sağduyulu politikalar izleseydi, bu kaynakları yenilikçi, üretken, rekabetçi, bilgi-yoğun ve yüksek katma değerli bir ekonomi kurmaya harcayabilirdi. Onun yerine küresel piyasalardan akan sermayeyi çılgın projelerle, ballı ihalelerle, yandaşlara kıyaklarla, lüks tüketimle çarçur etmeyi seçti. Bu bir tercihti ve bu tercih için kendimizden başka suçlayacak kimsemiz yok.

2010’li yılların sonunda küresel ekonomik kriz baş gösterip sermaye muslukları kurumaya başlayınca Erdoğan’ın ekonomi yönetimindeki teknokratlar dahi, biraz geç de olsa, gidişatı eleştirmeye başladılar. Hükümetin en üst düzeyindeki Babacan ve Şimşek gibi isimler dahi özel sektör borcunun azaltılması, hukuğa güvenin sağlanması, tüketime değil üretime yönelik harcamalara yönelinmesi, mali disiplinin yeniden tesisi gibi konularda pek çok uyarılarda bulundular. Fakat bu ikazlara pek kulak asan olmadı.

Türkçe’de bir atasözü vardır, ”doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” Zira pek çokları, hele de iktidar mevkiinde olanlar, doğrulardan pek hoşlanmazlar. Türkiye’de de böyle oldu; liyakat önemini yitirdi, sadakat esas alındı. Bir zamanlar üç ayrı bakanlığa bölünmüş olan ekonomi yönetimi tek elde birleştirildi ve bu alandaki yegane yetkinliği Erdoğan’ın damadı olmak olan enerji eski bakanı Berat Albayrak’a teslim edildi. Erdoğan’ın danışman çevresindeki bankerlerin, teknokratların, akademisyenlerin yerini Yiğit Bulut ve Cemil Ertem gibi medyatik tipler aldı.

Bir zamanlar Erdoğan’ın yaman bir muhalifiyken şimdi onun azılı bir fedaisine dönüşen Bulut, ekonomi yönetimindeki dönüşümün belki de en dramatik örneği. Geçmiş vukuatları arasında yabancı yemek programlarının bir istihbarat operasyonu olduğu; 2013 Gezi Parkı protestolarının Alman havayolu Lufthansa tarafından İstanbul’un üçüncü havalimanı projesini sekteye uğratmak üzere kışkırtıldığı; Erdoğan’ın telekineziyle suikaste kalkışıldığı gibi pek çok absürt komplo teorisi bulunan Bulut henüz geçtiğimiz ay, olası bir kur krizinin yaklaşmakta olduğunu ve Merkez Bankası’nın faize müdahale etmesi gerektiğini söyleyenleri ekranlardan ihanetle itham ediyor ve doların ‘asla’ beş lira bandını aşmayacağını iddia ediyordu. Dolar kuru bugün altı liranın üzerinde.

Türkiye ekonomisi bir zamanlar ehil ve eğitimli kimselerin elindeyken şimdi ahmak ve acemilere teslim. Bu da Türkiye’nin köklü sorununun bir yansıması. Toplumun her kademesinde sadakat, liyakatın önüne geçmiş durumda. Yolsuzluk ve adam kayırmacılık ülkeyi bir kanser gibi kemiriyor. Okullardan ekranlara, piyasalardan mahkemelere, bu çürümenin uğramadığı tek bir alan yok. Toplumsal kutuplaşma öyle yoğunlaşmış halde ki milletçe ne sevinci, ne kederi paylaşabilir haldeyiz.

İktidar ise ülkesinin sorunlarıyla kendisi baş edecek yetkinlikten; kendisi baş edemediği yerde, bu sorunları anlayan ve çözmeye muktedir kimselerin aklına danışacak sağduyudan; ve hoşuna gitmeyen gerçeklerle yüzleşecek cesaretten yoksun. Elde kalan inkar, iftira ve kibir. Devlet idaresine bir fütursuzluk kültürü hakim: hiç bir sorun yok; varsa da kabahat hep başkalarının. Mesele şu ki yalnızca siz öyle istiyorsunuz diye hakikat ortadan kaybolmuyor. Ankara, Türkiye’nin sorunlarının kabahatini onun düşmanlarına kesmek haklı. Fakat bu sırada önemli bir detayı gözden kaçırıyor: Bizim, bizden büyük düşmanımız yok.

Hala hiçbir şey için çok geç değil. Tek ihtiyacımız olan hakikate dönmek: delice değil, delile dayan politikalar izlemek; hoşa giden yalanlarla değil, ne kadar acı da olsa gerçeklerle davranmak; işi ehline bırakmak; onlara işini yapacak imkanı sağlamak; ve işlerini yaparken onların arkasında durmak. Bunların hiçbiri zor değil. Hiçbiri sır değil. Bunları tesis etmek için Türkiye’nin iyiliğini istemek kafi. Ankara bunu istiyor mu? İşte orası pek belli değil.

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.