Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım… Şikayet edeceğine sen de alternatifini oluştur.

27Mar/160

Prof.Dr. Hasan ONAT “İslam, hiçbir mezhebin tekelinde değildir”

IMG_3444

Sakarya Aydınlar Ocağı nin düzenlemiş olduğu “Dini Hayat ve Maturidilik” konulu konferans Orhangazi Kültür Merkezinde  Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Mezhepleri Tarihi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Hasan ONAT’ın sunumuyla gerçekleşti.

TÜKETENLER BİRBİRLERİNİ ÖLDÜRÜRLER

Müslümanların birbirini öldürmesinin nedeni : İşsizlik

AKLINI KULLANMAYANLAR PİSLİK İÇİNDE  KALIRLAR CEMAATLARDA  BİREY YOKTUR

İSLAM DÜNYASI  KÜLTÜR VE  SANATTAN YOKSUN

Prof.Dr. Hasan ONAT”Türkiye ve İslam dünyasındaki yaygın şiddetin ana sebebinin cehalettir.”
Yeni bir şey öğrenmenin, bilmenin, anlamanın en büyük mutluluk kaynağı olduğunu kavrayamayanlar hiçbir zaman gerçek anlamda mutlu olamazlar
Şiddet ve terör, öncelikle onu yaşam biçimine dönüştürenleri yok eder. Haysiyetsiz zalimler, masumların bir damlacık kanında boğulabilirler.
Küreselleşen şiddet ve teröre köklü çözüm, ancak yüksek güven kültürü yaratılarak bulunabilir. Bu ise, sadece yüksek ilkelerle gerçekleşir.
Mezhep, tarikat ve cemaatın beşeri oluşumlar olduğunu anladığımız gün, Müslümanları tekfir etmenin İslam’a en büyük ihanet olduğunu da anlarız.
Mezhep, tarikat, cemaat İslam dünyasının bir gerçeğidir; ancak Müslüman olmak için bunlara bağlı olmak diye bir zorunluluk yoktur.
Türkiye’nin içinde geçtiği en zorlu süreç haysiyet mücadelesidir; haysiyetle yücelenler, milletin geleceğini inşa etme hakkı kazanabilirler.
Kur’an, Kur’an’ın dışındaki hiçbir bilgiye, Kur’an’la eşdeğerde muamele yapılmasına izin vermez. Bunu anlayamayanlar hadisleri hiç anlayamaz.
İslam ortak paydası bilinci geliştiği zaman, farklılıklar zenginlik olarak anlaşılabilir. İslam, hiçbir mezhebin tekelinde değildir.
Mezhepler, din anlayışındaki farklılaşmaların kurumsallaşması sonucu ortaya çıkan beşeri oluşumlardır. Bu gerçek anlaşılmadan çatışma önlenemez
“Kalp mühürlenmesi”, insanın duyarsızlaşması ve çelişkileri görememesidir. Hayal ve hakikat arasındaki farkı fark edememek bir felakettir.
Medeniyeti ancak özgürlük bilinci yüksek, bilginin gücüne sahip, değer üretebilen ve adaleti içselleştirebilen toplumlar yaratabilmektedir.
Yeni medeniyetin dini, felsefe, bilimsel ve ahlaki kök ilkelerini Maturidi, Farabi-İbn Sina, Biruni ve Ahmed Yesevi’de bulmak mümkündür.
İslam, hayatı ve barışı esas alır. ‘Bir tek insanın haksız yere öldürülmesi, tüm insanlığın öldürülmesi gibidir’
Mevcut sorunlara “geçmiş”te çözüm arayanlar, sorunları kendilerinin çözmek zorunda olduklarını asla göremezler.
Geçmişi doğru anlamadan, bugüne ulaşan her şeyi doğru kabul edenler, geçmişi kutsallaştırarak onun ağırlığı altında ezilirler.
“Tarih”, geçmişten intikal eden bilgi, belge ve bulgulara göre gerçekleştirilen bir inşadır.Tarih, her daim yeniden inşa edilir.
“İnsan şunu da bilir ki kendisine düşünmemeyi telkin eden his şeytani vesveseden başka bir şey değildir; çünkü böyle bir davranış ancak şeytanın işi olabilir, amacı da kişiyi aklının ürününü toplamaktan alıkoymak, fırsatları değerlendirmesine ve arzusuna ulaşmasına vesile olan bu ilahi emaneti kullanmak konusunda onu korkutmaktır.”

Prof.Dr. Hasan ONAT “Yıkmak, yakmak, yok etmek ve öldürmek. Bana göre bugünkü İslam dünyasının kısaca özeti budur.”

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Mezhepleri Tarihi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Hasan ONAT”Müslümanlar, 14 asrı aşan tarihlerinde ilk defa, küresel boyut taşıyan bir mezhep çatışması riski ile karşı karşıyadırlar. İslam dünyasında özellikle son iki asırdır yaşananlar, Müslümanları ciddi bir kimlik krizinin içine itmiştir. Bu kriz, etnik ve dinsel aidiyetler üzerinden çatışmaya dönüşmektedir.  Arap dünyasında yaşananların temelinde kimlik arayışının yattığını söylemek pek yanlış olmasa gerektir. Son iki asra damgasını vuran sömürge ortamı, İslam’ın bir tür kurtuluş ideolojisine indirgenmesine ve dinin anlam ve özgürlük üzerinden değil, siyasi egemenlik üzerinden okunmasına yol açmıştır.”

Mezhep, cemaat, tarikat vb. dini oluşumlar dinin yerine ikame edilmektedir

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Mezhepleri Tarihi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Hasan ONAT ”Müslümanlar, 14 asrı aşan tarihlerinde ilk defa, küresel boyut taşıyan bir mezhep çatışması riski ile karşı karşıyadırlar. İslam dünyasında özellikle son iki asırdır yaşananlar, Müslümanları ciddi bir kimlik krizinin içine itmiştir. Bu kriz, etnik ve dinsel aidiyetler üzerinden çatışmaya dönüşmektedir. Arap dünyasında yaşananların temelinde kimlik arayışının yattığını söylemek pek yanlış olmasa gerektir. Son iki asra damgasını vuran sömürge ortamı, İslam’ın bir tür kurtuluş ideolojisine indirgenmesine ve dinin anlam ve özgürlük üzerinden değil, siyasi egemenlik üzerinden okunmasına yol açmıştır. Müslümanların önemli bir kısmı, her şeyin siyasi egemenlik olduğunu, din ve siyasetin birbirinden ayrılmayacağını düşünmektedirler. Siyaset doğası gereği ayrıştırır. Din dili, siyasetin ayrıştırıcı dili ile bütünleşince, Müslümanlar İslam ortak paydasından iyice uzaklaşmaya başlamışlardır. Böylece özünde birleştirici olan din, ayrıştırmaya ve ayrılıkçı duruşlara meşruiyet kazandırır hale gelmiştir. Bu süreçte, belki de Müslümanların tarihinde ilk defa, yaşanan olumsuzluklar Şiilik, ya da Sünnilik üzerinden okunmaya ve akan kan, Sünnilik ya da Şiilik adına kutsanmaya, meşrulaştırılmaya başlanmıştır. İşin en kötü yanı, sorunun en temelde özgürlük sorunu olduğu, cehaletin ve hamakatin özeleştiriyi engellediği: çözümün öncelikle din konusunda özgürce düşünebilecek kadar doğru bilgi ve birey bilincinde yattığı maalesef pek görülmek istenmemektedir. Müslamanların İslam’a bakışları, büyük ölçüde görme özürlülerin fil tanımına benzemektedir. Mezhep, cemaat, tarikat vb. dini oluşumlar dinin yerine ikame edilmektedir.”

Hz. Muhammed’in sağlığında ne mezhep, ne cemaat, ne de tarikat vardır

İslam dünyasının içine sürüklendiği mezhep çatışmasını doğru anlayabilmek ve sağlıklı çözüm önerileri üretebilmek için, stratejik açıdan önemli gördüğümüz bazı hususları şöyle sıralamak mümkündür:

Mezhepler, adı ne olursa olsun, din anlayışındaki farklılaşmaların kurumsallaşması sonucu ortaya çıkan beşeri oluşumlardır. Hz. Muhammed’in sağlığında ne mezhep, ne cemaat, ne de tarikat vardır. Bu tür beşeri oluşumlar hiç bir şekilde dinle özdeşleştirilemez. Kısaca mezhep beşeridir, din ise İlahidir.

Din bütünleştirirken, mezhepler ayrıştırır. Aynı dine mensup insanlar, mezhep söz konusu olduğunda, dinin kuşatıcılığını mezhebe transfer ederek, dine mensubiyeti mezhep üzerinden okumaya ve değerlendirmeye başlarlar.

Mezheplerin teşekkül sürecinde ve varlıklarını idame ettirmesinde siyasi egemenlik meselesi birinci derecede belirleyici olmuştur. Egemen güçler, etkinliklerini sürdürebilmek için yapıp ettiklerini meşrulaştırmak isterler. Bu süreçte dinin meşrulaştırıcı boyutu, mezhepler üzerinden daha etkin kullanılabilir. Aynı şekilde, egemen olmak için fırsat kollayan muhalif güçler de, seslerini duyurabilmek, otoriteyi yıpratabilmek ve iktidara giden yolu açabilmek için mezheplerin desteğini yanlarından bulmak isterler. Dinin vermek istemediği destek, mezhepler üzerinden daha kolay elde edilebilir. Bireysel çıkar çatışmalarında meşruiyetle ilgili sağduyuya aykırı duruşlar, herhangi bir mezheple ilgili düşünce kalıpları içinde kolayca görünmez hale getirilebilir.

Mezhep, cemaat ve tarikat yapılanması, İslam’ın geçit vermediği bazı bireysel ve toplumsal taleplerin, geleneğin içine yerleşerek bir tür sahte de olsa meşruiyet kazanmasına imkan sağlayabilir. Mesela, İslam, amaç ne kadar yüksek olursa olsun, haram yollarla o amaca ulaşılmasına izin vermez.

Mezheplerin stratejik boyutu, beşeri oluşumdan başka bir şey değilken, her mezhebin sadece kendisini “fırkayı Naciye” olarak görmesinden, mezheplerin kendi görüşlerini bilerek ya da bilmeyerek dinle özdeşleştirmesinden ve mezhep farklılıkları yüzünden insanların birbirlerini öldürmekten çekinmemesinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca, insanlar dini mezhepler üzerinden öğrendikleri için, mezheplerin beşeri oluşumlar olduğu pek fark edilmemektedir. Mezhepler ve diğer dini oluşumlar, ayrılıkçı duruşların meşrulaştırılmasını kolaylaştırmaktadır. Mezhep çatışmaları, Müslümanların İslam ortak paydasını görmelerini engellemektedir.

Akan kan, hasımlar arasındaki duvarı iyice kalınlaştırır; kin ve öfkeyi besler

Müslümanların ondört asrı aşan tarihlerinde yüzlerce mezhep çatışması yaşanmıştır. Bu çatışmalar, sadece Şiilerle Sünniler arasında değil, Hanefilerle Şafiiler arasında da geçmiştir. Ancak, bu tür olumsuzluklar, hep mahalli kalmış; yaşanan acılar seçilmiş travmaya dönüşerek Müslümanların geleceğini karartmamıştır. Bugün İslam dünyası, domino tesiri ile kolayca yayılabilecek bir mezhep çatışması riski ile karşı karşıyadır. Suriye’de, Irak’ta, Bahreyn’de, Pakistan’da, Hindistan’da ve Afganistan’da mezhep çatışması fiilen devam etmektedir. Yüzlerce insan, sırf farklı mezheplerden oldukları için, hunharca öldürülmektedir. Bir grup adına, bir şekilde kan aktığı zaman, gerçekten de artık araya kan davası girmiş demektir. Akan kan, hasımlar arasındaki duvarı iyice kalınlaştırır; kin ve öfkeyi besler. Daha ileri bir aşamada, acıların seçilmiş travmaya dönüşmesine sebep olur.

“Ben Müslümanım” diyen bir kimseye, hiç kimsenin “sen ne biçim Müslümansın?” diye soru sorma hakkı yoktur.

İslam dünyasında, mezhep çatışmasının önüne geçebilmek için, mezhep farklılıklarından dolayı hiç kimsenin tekfir edilemeyeceğinin, adı ne olursa olsun hiçbir bir mezhebin İslam’la özdeşleştirilemeyeceğinin; imanın ve sorumluluğun bireysel olduğunun ve cennete veya cehenneme toplu resevasyon yapılamayacağının bilinmesi ve İslam ortak paydası bilincinin geliştirilmesi gerekmektedir. Bir kimsenin Müslüman olması için Kur’an’da belirtilen temel iman esaslarına (Tevhid, Ahiret, Nübüvvet) inanması yeterlidir. “Ben Müslümanım” diyen bir kimseye, hiç kimsenin “sen ne biçim Müslümansın?” diye soru sorma hakkı yoktur. İslam, hiçbir kimsenin, hiçbir mezhebin, cemaatin ya da tarikatın tekelinde değildir. Ayrıca, Cenab-ı Hakk’ın lutfettiği yaratıcı yetileri etkin kullanarak anlam ve değer üretemeyenlerin, İslam’ın hayatı ve barışı esas alan, adaleti kurucu ilke kabul eden bir din olduğunu kavramalarının çok zor olacağının, bu tip kimselerin ezilmişliğin de etkisiyle hem kendilerini, hem de diğer insanları bir “nesne” gibi göreceklerinin unutulmaması lazımdır. Evrensel Yaratma sürecine “salih amel”le katılamayanlar, ancak yakar, yıkar ve öldürürler.

Türkiye’de Din Anlayışı

Türkiye, tarihinden, Batı ile ve Batı Medeniyeti ile sıcak diyalogundan, “Yeni Dünya Düzeni” arayışına giren dünyanın içine sürüklendiği “değişim”den ve yeniden yapılanmadan, jeopolitik konumundan, kültüründen ve değerlerinden kaynaklanan çok ciddi bir değişim ve dönüşüm sürecinin içine girmiştir. Bu süreçte, bir yandan Osmanlı’dan kalan mirasın kapanmamış defterleri açılırken, diğer yandan da, modernite ve gelenekle şiddetli bir hesaplaşma yaşanmaktadır. Sancılar, bunalımlar, tahmin edilenden daha ileri seviyededir. Toplumun bütün kesimleri, bundan kendine düşen payı almaktadır. Türkiye, insanlığın geleceğinden, kendine yaraşan onurlu bir yer edinmek, insanlığın kaderinde etkin olmak istiyorsa, toplumun önüne “yeni bir uygarlık yaratmak” hedefini bilinçli olarak koymayı başarmalı ve en kısa zamanda, bütün sorunların doğru teşhisi ve onlara yönelik doğru çözüm arayışlarını ciddi olarak etkileyen “din” , demokrasi ve laiklik sorunlarını sağlıklı bir şekilde çözüme kavuşturmalıdır. Bu mümkün olan bir çözümdür.

Bunun için:

Türkiye’de, bütün insanımızın İslâm dini hakkında doğru bilgi sahibi olmasını sağlayacak çok yönlü bir bilgilendirme seferberliği başlatılmalıdır. Böylece dindar insanın, dinden çıkma korkusuyla, ya da bilinçsizce cenneti garantileme sevdasıyla fanatik eğilimlere, şiddete açık hale gelmesi, temiz dinî duyguların istismarı önlenmiş olur. Aynı şekilde, din karşıtı olmayı, modernlik, çağdaşlık, ilericilik olarak algılayanlar da, neye karşı olduklarını bilmiş olurlar. Doğru bilgiden korkmak, hiç kimseye, hiçbir yarar sağlamaz. Şiddetin kaynağını, ancak, sevgi ve bilgi kurutabilir.

Din ve dindar insan, hiçbir şekilde potansiyel suçlu olarak görülmemelidir.

Din alanında ortaya çıkan, bilgisizlikten, cehaletten kaynaklanan olumsuzluklar fırsat bilinerek “din düşmanlığına” meydan verilmemelidir.

Demokrasi, laiklik, din hiçbir şekilde tabulaştırılmadan tartışılmalı, doğru bilgiden korkmamalıdır. Toplumu derinden etkileyen değerlerin, istismarı, kesinlikle önlenmelidir.

Batı standartlarının daha ilerisinde bir demokrasi ve laikliğin gerçekleştirilebileceği bir hedef olarak Türk insanın önüne konulmalıdır. İslâm’ın bu konuda bir engel değil, tam tersine, yapıcı bir rol oynayacağı unutulmamalıdır.

Dinin en azından “sosyal bir realite” olduğu bilinmeli, dini dışlayarak, ya da görmezlikten gelerek hiçbir şey yapmanın mümkün olmayacağı kabul edilmelidir.

Demokrasi ve laiklikle ilgili, Türk tarihinde mevcut olan birtakım temeller gözler önüne serilmelidir. Demokrasinin oturması, sağlıklı bir Demokrasi kültürü oluşturmaya bağlıdır. Bu ise, Demokrasinin üzerine oturacağı sosyo-kültürel zeminin sağlam olması ile mümkündür. Asırlara dayanan devlet geleneğinin kucağında saklı olan tecrübenin bize söyleyeceği çok şeyler olmalıdır.

Bizler, bireysel eğilimlerimiz ve tercihlerimiz nasıl olursa olsun, bir arada yaşamak zorundayız. Türkiye’de, nüfus cüzdanından “İslâm” ibaresini sildirecek derecede dürüst, saygın ateist sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Öyleyse, insanımızın yüzde 98’inin Müslüman olduğu hususu üzerinde yeniden düşünmek gerekecektir. Türkiye’de, açıkça İslâm’a karşı olduğunu söyleyen mevcut değilse, yapay şeriat tartışmaları, yapay dindar-laik gerilimi, “irtica”ın arttığı yönündeki kaygılar nereye oturtulacak, hangi zeminde tartışılacaktır? Ortada, gizlenmesi mümkün olmayan bir sorun vardır: Bir kısım Müslümanlarla, diğer bir kısım Müslümanlar arasında, dine, demokrasiye, laikliğe, Batı Medeniyetine bakış açısındaki farklılıklardan kaynaklanan, donanım eksikliğinden dolayı, doğru dürüst tartışılamayan, üstelik, bazı güç odaklarının acımasızca kullandıkları bir sorun. Bu sorunun kaynağında, din konusundaki bilgi boşluğu ve demokrasi kültürünün oluşturulamayışı yatmaktadır.

İnsanoğlunun ürettiği bütün medeniyetlerin ekseninde “din” olgusu vardır. Din, 21.asra girerken, yine yükselen değer olmuştur. Öyleyse, gönlü Türkiye sevgisi ile dolu olan -inanan, inanmayan- herkesin, birazcık “din” olgusu üzerinde düşünmesinde fayda vardır. Din olgusunu dışlayarak, ya da görmezlikten gelerek bir yere varılamayacağını, tarih göstermiştir. Din, çift yönlü kesen bir kılıç gibidir; doğru anlaşılmadığı zaman, insanları olumsuz yönde etkileyebilir. Doğru din anlayışı ise, ilerleme, gelişme, hatta uygarlık yaratma yolunda motor görevi görür. Çözülme ve yeniden yapılanmaların hızla birbirini takip ettiği “değişim” sürecinde, toplum olarak din anlayışımızı yeniden gözden geçirmemiz, adeta kaçınılmaz hale gelmiştir. Din alanında da, doğru bilgi temeline dayalı yeniden yapılanmaya ihtiyaç vardır. Bunu başarmak, yeni bir uygarlık yaratma yolunda önemli bir mesafe katetmek anlamına gelir. İslam dini, Hz. Muhammed’e Allah katından gelen vahyin etrafında şekillenmiştir. İslam’ın iki temel kaynağı vardır: Vahiy ve akıl. Bunlar, birbirinin alternatifi olan kavramlar değildir; akıl ve vahiy, birbirini tamamlamak durumundadır. Vahyi anlayacak olan akıldır. Vahyin dışındaki her türlü dinî nitelikli oluşum, -adı mezhep,tarikât ne olursa olsun- dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili tezahür olup, her türlü tenkit ve tahlile sonuna kadar açıktır. Akıl etkin olduğu zaman, çelişkiler yavaş yavaş yavaş azalır. Yeni bir uygarlık yaratmak, öncelikle aklın, hayatın bütün alanlarında etkin olmasına bağlıdır. Aklın etkin olmasını, ya yaratıcılıktan yoksun bir kafa, ya çıkarlar, ya da insanı yönlendiren dinleştirilmiş gelenek engelleyebilir. Bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket, aklın çelişkileri kolayca fark edebilme yeteneğini yitirmiş olmasıdır. Kur’ân’da geçen, “kalplerin mühürlenmesi”ni, insan aklının çelişkileri görememesi ve vicdanın körelmesi olarak anlamak mümkündür. Duyarlığını yitiren her insanın “kalbi mühürlenmiş” demektir. Aklın etkin olması, metodik şüpheyle ve eleştirel yaklaşımla mümkün olabilir. Bir şey aklımıza yatmıyorsa, kimden gelirse gelsin, nerede olursa olsun, oraya bir soru işareti koymalıyız. Yüce Allah, İsra suresinin 36. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu ,kulak, göz ve yürek, işte bunların hepsi ondan sorguya çekilir”. Bu âyet de göstermektedir ki, düşünmek, akletmek, aklı etkin kılmak Allah’ın bir emridir.

Türkiye,halkının %98′i Müslüman olan bir ülkedir. Türkiye’de var olan Müslümanlık, ağırlıklı olarak kulaktan dolma bilgilerle, yani şifahî kültürle şekillenmiştir. Öncelikle, bu anlayış biçimini, Alevisiyle- Sünnisiyle tartışmaya açmak, vahye ve akla ters düşen batıl inançlardan,hurafelerden kurtulmak gerekmektedir. Bilgi Çağı’na girerken, yanlışların, hataların, hamallığını yapmak, hiç bir Müslümana yakışmaz. Bizden önceki atalarımız, hatalarıyla, sevaplarıyla dini anlamaya çalışmışlar; yaşamışlar, bize bir miras bırakmışlardır. Bu miras, adı ne olursa olsun, dinle özdeşleştirilemez. Ne var ki, bunalımlı dönemler, insanların yönünü maziye doğru çevirmektedir. Yaratıcılık yeteneklerini yitirmiş birey ve toplumlar, mazi ile övünmeyi ve avunmayı meziyet zannederler. Böylece farkında olmadan, kendi geleceklerini geçmişe ipotek ettirirler. Sonuçta, gelenek din haline gelir; bireyin nefes almasını bile engellemeye başlar.

Türkiye’nin din alanında bir yeniden yapılanmaya şiddetle ihtiyacı vardır. Türkiye, bunu başarabilecek bütün imkanlara sahiptir. Türkiye’deki tartışmaların din noktasında odaklanması, Türkiye’nin önünün, ancak dini problem olmaktan çıkartmakla açılacağının fark edildiğini göstermektedir. Bunun, dini, hayatın dışına iterek sağlanmasının mümkün olmayacağını içinde bulunduğumuz asır bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir. Bütün dünyada din yeniden yükselen değer haline gelmiştir. Türkiye’nin son bir asırda yaşadıklarından çıkarılabilecek pek çok dersler vardır.

Türkiye, yavaş yavaş, fikir üretebilen dindar aydını yetiştirmeye başlamıştır. Toplumdaki, dindarlaikçi gibi sürtüşmelere, suni gerilimlere yol açan odaklar kurutulduğu, ya da toplumda terör havasa estirme gücü yok edildiği zaman, Türkiye, sorunlarını medenî bir çerçevede tartışabilen, çözüm üretebilen insanların barış içinde yaşadıkları bir ülke olacaktır.

Türkiye, İslâm’ın yardımıyla, İslâm ile birlikte çağdaşlaşmayı başarmak zorundadır. Son bir asırda yaşadıklarımız, içine sürüklendiğimiz suni gerilimler, bunun bir zorunluluk olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bunun için de, bazı kesimlerin “dini devletleştirme”, ya da “İslâm devleti” yanılgısından; diğer bazı kesimlerin de “İslâm’ı dışlayarak çağdaşlaşma” gibi insan fıtratıyla ve Türkiye’nin gerçekleri ile hiç bağdaşmayan bir dayatmadan vazgeçmesi gerekmektedir. Türkiye’nin kaybedecek hiç zamanı yoktur.

İçine sürüklendiğimiz değişim süreci, Türk insanının önüne, yeniden, yeni bir medeniyet yaratma fırsatı koymuştur. Bu, aynı zamanda sonu varlık, ya da yokluk olan bir mücadelenin adıdır. Aslında, tarih, değişim süreci, mevcut koşullar, bizi buna zorlamaktadır. Tarihimizi eleştirel bir yaklaşımla yeniden okuduğumuz zaman, hem onun olumsuz etkilerinden kurtuluruz, hem de ondan daha sağlıklı bir gelecek için, yeni medeniyet için yararlanma imkanı bulabiliriz. Çağı iyi okuduğumuz zaman, değişimin frekansını yakalama ve değişirken değiştirme şansı bulabiliriz. Allah’ın bir armağanı olan yaratıcılık yeteneğimizin farkına vardığımız zaman da, birbirimizle uğraşarak kaybettiğimiz bunca zaman için üzülmeye başlarız. Yüreğimiz, yeni bir uygarlık yaratmanın heyecanıyla çarpmaya başladığı zaman, farklılıkların bir zenginlik olduğunu daha kolay anlayacağız. Büyük düşünemeyen, yaratıcılığın tadına varamamış insanlar, ayrıntılarda boğulmaya mahkûm olurlar.

Sakarya Aydınlar Ocağı Başkanı ve Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal CERRAHOĞLU ”Milli kültür ve şuuru geliştirmek suretiyle Türk Milliyetçiliği fıkrini yaymak, millî bünyemizi sarsan fıkir buhranı ve mefhumlar anarşisi ile mücadele ederek millî varlığımızı meydana getiren unsurları yaşatıp kuvvetlendirmektir.AYDINLAR OCAĞI  Partiler üstü ve merkezi dışarıda olmayan, dolayısıyla dışarıya bağlı olarak faaliyet göstermeyen yerli, milli bir sivil toplum kuruluşudur.Gayesi bizi biz yapan değerleri korumak ve geliştirmektir. Milli meselelerde unvanlı unvansız hassas aydınların meydana getirdiği bir menfaat birliği değil bir gönül birliğidir. Ocağımız halka tepeden bakmayan Türk milletiyle bütünleşmiş kendi milli kimliği konusunda kendisini özürlü hissetmeyen aydınların ocağıdır. Milli tarihimize bir bütün olarak bakar. Her türlü taassubu reddeder. Ülkemizde milli mutabakatların geliştirilmesini şart koşar. Küresel rüzgarlarla beraber önü açılan milli devletlerin ufalanmak istendiğinin farkındadır. Soğuk harbin ortadan kalkmasından bu güne; asıl mücadelenin önü açılan milli devletlerle küresel güç ve bloklar arasında olduğuna inanır. Ocağımız Türkiye’nin önüne çıkarılan tuzakların farkındadır. Büyük Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” şeklindeki veciz ifadesine yürekten inanır. Türk düşmanlığının ve Milli kimlik aleyhtarlığının İslam da karşı oluş anlamı taşıdığını kabul eder.”

IMG_2642Prof.Dr. Hasan Onat

IMG_2643Yrd.Doç.Dr. Turker Fedai Çavuş, Yrd.Doç.Dr. Yüksel Korkmaz, Abdullah Köktürk, Ali Kahraman

IMG_2645

IMG_2649Prof.Dr. Hasan Onat ve toplantıya katılanlar

IMG_2650Coşkun Karakadılar, Dr. Oktay Taşolar, Recep Alp, Ahsen Okyar

IMG_2654Musa Ordu, Ali Kahraman, Recep Alp, Abdullah Köktürk, Ahsen Okyar

IMG_2653Hasan Uzunhasanoğlu, Coşkun Karakadılar, Dr. Oktaş Taşolar, Recep Alp, Ahsen Okyar, Yrd.Doç.Dr. Emin Sezer

IMG_2662Trabzonlular Derneği Lokalinde

IMG_3431Prof.Dr. Hasan Onat

IMG_2666

IMG_3433Prof.Dr. Hasan Onat

IMG_3444Prof.Dr. Hasan Onat, Yrd.Doç.Dr. Selçuk Ural

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.