Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım…

30May/150

Din ve Mezhep Arasında Ne Fark Var? – Prof. Dr. Hasan ONAT

hasan onat profDin ve Mezhep Arasında Ne Fark Var? – Prof. Dr. Hasan ONAT

Din ve mezhep arasındaki en temel farkı hemen belirtelim: Dinde esas belirleyici Allah, mezhepte ise insandır. Bu tespitimizi biraz daha anlaşılabilir hale getirmeye çalışalım: İslam, bir din olarak Kur’an’daki temel kurucu ilkeler (Tevhid, ahiret, nübüvvet) etrafında oluşmuştur. Belirleyici bilgi kaynağı sadece Kur’an-ı Kerim’dir. Hz. Muhammed bir peygamber olarak ne yeni bir inanç esası, ne de yeni bir ibadet getirebilir. Onun esas görevi Allah’tan almış olduğu vahyi insanlara ulaştırmak ve “yüce ahlak”ı ile insanlara “örnek” olmaktır. Onun diğer insanlardan tek farkı, Allah’tan vahiy alıyor olmasıdır. Peygamber’in vahiy konusunda hata yapması peygamberliğe aykırıdır.

Hz. Muhammed’in sağlığında herhangi bir mezhebin olduğunu hiç kimse iddia edemez. Kur’an da ne herhangi bir mezhepten, ne de herhangi bir tarikattan söz eder. Durum böyle olunca, din ve mezhep arasındaki temel fark, mezheplerin beşeri oluşumlar olmasında ortaya çıkmaktadır.

Şimdi mezhebin kuşatıcı bir tanımını yapabiliriz: Mezhepler, Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan, din anlayışındaki farklılaşmaların toplumsal hayatta iz bırakacak şekilde belirleyici olmaya başlaması ve kurumsallaşması ile varlığını hissettiren beşeri oluşumlardır.

Türkçe’de mezhep, hem siyasi ve itikadi oluşumları, hem de fıkhi oluşumları ifade etmektedir. Kurumsallaşan görüş farklılıkları ağırlıklı olarak inanç alanı ile ilgiliyse, siyasi ve itikadi mezhepler söz konusudur. Mesela, Müslümanlar arasında ilk ortaya çıkan mezhep, Sıffin Savaşı sonrasında Hz. Ali’nin saflarından ayrılarak Harura’ya çekilen insanların çekirdeğini oluşturdukları Haricilik’tir. Hariciler “amel ve iman”ı bir bütün olarak algıladıkları, örneği namaz kılmayan insanı Müslüman kabul etmedikleri için Müslümanların çoğunluğundan ayrılmışlardır. Onlar kendilerini tek Müslüman topluluk olarak görmüşler, kendileri gibi düşünmeyenleri İslam dairesi dışında mütalaa etmişlerdir. Daha da kötüsü Harici olmayanların canlarını ve mallarını helal saymışlardır. Diğer Müslümanlar da onların kendilerinden farklı olduklarını kabul etmişlerdir. Böylece ortaya daha sonra pek çok kola ayrılan Haricilik çıkmıştır.

Şimdi de fıkhi mezhepler arasında en erken teşekkül eden Hanefilikten örnek verelim. İmam Azam Ebu Hanife, “en büyük imam” sıfatını fikir ve davranışları ile hak eden büyük bir alimdir. Etrafında öğrencileri vardır. Kur’an’dan, Hz. Peygamber’in söz ve fiillerinden, diğer Müslümanların tecrübelerinden yararlanarak insanlara İslam’ı anlatmaktadır. Ebu Hanife kendisine vahiy gelmediğinin farkındadır. Bu yüzden, görüşlerini tartışmaktan asla geri durmaz. Hatta zaman zaman öğrencileri Ebu Yusuf’un ve İmam Muhammed’in itirazları ile karşılaşır. Onlara sadece “delillerini”  ve nasıl düşündüklerini sorar. Bazen, öğrencilerinin görüşü kendi görüşünden daha isabetli ise, onların görüşlerini kabul etmekten asla çekinmez. Ebu Hanife’nin insanlara sunduğu verilere dayalı din anlayışı, bir süre sonra toplum tarafından da paylaşılır. Onun vefatından sonra Hanefilik dediğimiz bir mezhep ortaya çıkar.

Hanefilik, fıkıh alanında ortaya çıkan yüzlerce mezhepten sadece birisidir. Gelenekte “Dört Hak Mezhep”ten birisi olarak kabul edilir.

Yeri gelmişken hemen “Hak mezhep”, “batıl mezhep” kavramlarına kısaca değinmekte fayda vardır. Dikkat edilecek olursa, Hanefiliğin en erken Hz. Peygamber’in vefatından 150 sene sonra oluşmaya başladığı görülecektir. Malikilik, Hanbelilik ve Şafiilik daha sonra ortaya çıkmıştır. Bunlar, yaşama şansı bulan, taraftarı en fazla olan mezheplerdir. İslam’da iman ve sorumluluk bireysel olduğu için, bir mezhebin bütünüyle hak ya da batıl olduğunu söylemek mümkün değildir. Her mezhebin doğruları ve yanlışları vardır. Ebu Hanife, Şafii gibi alimler, hayatta iken birtakım görüşlerini değiştirmişlerdir. Bu durum, onların kendi görüşlerini din gibi algılamadıklarının kanıtıdır. Fıkıh adı üstünde “anlayış” demektir.

Gerek siyasi ve itikadi, gerekse fıkhi/ ameli mezhepler, esas itibariyle yorum farklılıkları üzerine kurulmuşlardır. Büyük alimlerin hiçbirisi, kendi görüşlerini İslam ile özdeşleştirmemiştir. Adı ne olursa olsun, bütün mezhepler beşeri oluşumlardır. Bir insanın Müslüman olması için herhangi bir mezhebe bağlı olması gerekmez.  Kur’an’da belirtilen temel kurucu ilkelere inanan kimse Müslümandır İslam dairesi içindedir.

Kur’an, ısrarla, “hepiniz birden Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılmayın” (3/103) diyerek birlik beraberliğe davet eder. “Dinde ayrılığı düşmeyin” (42/13); “Dinlerini paramparça eden, her grubun kendi sahip olduğu ile övündüğü kimseler gibi olmayın” (30/32) buyurarak, din konusunda bilinçli ve duyarlı olmaya çağırır. Hz. Peygamber de, mü’minleri bir vücudun organlarına benzeterek, kardeşliği pekiştirmeye çalışmıştır. Bütün bunlara rağmen, Müslümanlar yüzlerce mezhebe, cemaate, tarikate bölünmüştür ve bölünmeye de devam etmektedir. İşin ilginç yanı, Kur’an’ın uyarısına rağmen her grup kendisini “kurtuluşa eren fırka” olarak görmekte, sahip olduğu ile övünmekten geri durmamaktadır. Mezhepler ve diğer dinsel oluşumlarla ilgili temel sorun da, galiba burada, İslam’ı tekeline alma, sadece kendisini kurtuluşa eren fırka olarak görme hastalığında yatmaktadır.

İslam hiçbir mezhebin, cemaatin, tarikatın tekelinde değildir. Dileyen inanır, dileyen inkar eder…

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.