KURBAN ve ALLAH’A YAKLAŞMAK – Prof. Dr. Murat SÜLÜN
KURBAN ve ALLAH’A YAKLAŞMAK - Prof. Dr. Murat SÜLÜN
1
İnsanlar, tarih boyunca sebebini anlayamadıkları tabiat olaylarından, tabiatüstü olduğuna inandıkları varlıkların hışmından korunmak, onlara şükranlarını iletmek ya da günahlarının keffareti saymak gibi amaçlarla canlı cansız şeyleri onlara feda etmişler; boğa, sığır, kuzu, balık, tavuk, güvercin, kumru, at, hatta köpek ve domuz gibi canlıları ‘kurban’ ettikleri gibi çeşitli yiyecek içecek ve giyecekler de ‘takdim’ etmişlerdir. Kaynaklarda, bizzat insan kurban eden ‘medeniyetlerden de bahsedilir… Hazret-i İbrahim’le birlikte bu geleneğin yok edilmesi yolunda büyük bir adım atılmışsa da Abdülmuttalib’in, sevgili oğlu -Hazret-i Peygamber’in babası- Abdullah’ı kurban etme teşebbüsü ve Hazret-i Ömer devrinde hâla Nil nehrine insan kurban edildiği çerçevesindeki rivayetlere bakılırsa, bu uygulamanın yer yer devam ettiği anlaşılmaktadır. İslâmiyet de ‘kurban’ ibadetinin ifa edildiği bir iklimde doğmuştur. Ancak bu ibadet tahrif edilmiş bulunuyordu… Allah adına değil, taş, ahşap, maden vs. heykellerle sembolize edilen varlık/şahıslar adına kesiliyor ve insanlara bir faydası dokunmuyordu (Dikilitaşlar üzerine serilen kurbanların zamanla ağırlaşan et, yağ ve kan kokusundan başka)! Nitekim Allah adına kesilen hayvanların etlerinden yenmemesi Kur’ān’da kınanmış; ne gibi bir gerekçe ile bu yola başvurulduğu sorgulanmıştır. Mekke ortamında inzal edilen Kevser Sûresi’nde Hazret-i Peygamber’e kurban kesmesi emredilirken, aslında kurban ibtidaen emrediliyor değildi, yani yeni bir ibadet ihdas ediliyor değildi. Aksine, amacından sapan mevcut ‘ibadet’i rayına oturtmanın ilk adımı atılıyor; kurbanın ‘tamamen Allah için’ kesilmesi emrediliyordu. Aynı husus, yine Mekkî olan bir başka ayette şöyle vurgulandı: “De ki: Şüphesiz, benim namazım, kurban ettiğim hayvanlar, hayatım ve ölümüm Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir. Hiçbir ortağı olmaksızın… Müslümanların ilki olarak ben bununla memurum.”(Kur’an, 6/162-163) Hazret-i Peygamber bu emre şüphesiz Mekke’de de imtisal etmiş olmakla birlikte, asıl, Hicrî 2’den itibaren kurban bayramlarında kurban kesmeye başladı ve bu uygulamayı hiç terk etmedi.
2
Kurban kelimesi ‘hizmeti sayesinde krala yakın olan kişi’ anlamındaki kurbânu’l-melik ifadesinden gelir. Kurban, ‘sayesinde Allah’a yaklaşılan şey’ anlamına gelmekle birlikte, ‘malum ibadet amacı ile hayvan kesmek ya da kesilen hayvan’ anlamıyla terimleşmiştir. Kurban, ‘sevdiği’ yüce varlık için ‘sevdiği’ni feda etmek, kanını akıtmaktır. Fıkıh nokta-i nazarından; kan akıtma ya da cana kıyma / kan akıtma unsurunun bulunmadığı bir ibadete kurban değil, sadaka, i‘âne vs. denir. Yani, cana kıyma eyleminin bulunmadığı fedakârlıklar da birer yakınlık vesilesidir, ancak Kur’ān bunlar için ‘kurbân’ kelimesini değil kurbe kelimesini kullanmıştır. Kurbe ‘kişiyi Allah’a yaklaştıran her tür tutum, davranış ve eylem’i içerir. Kurban Bayramı dışında da kurban yükümlülüğü doğabilir; bu mükellefiyeti doğuran farklı sebeplere bağlı olarak kurbanın adak, akîka, tatavvû, şükür, kabir, ceza ve keffaret kurbanı gibi çeşitleri varsa da ‘kurban’ denince, ergen ve mukîm Müslümanların, Kurban Bayramı günlerinde belli bir zenginlik (85 gr altın) içerisinde bulunmak şartıyla Allah rızası için kestikleri kurban anlaşılır.
Kurban, salt cana kıyma anlamı ile dinin temel ibadetleri arasında yer almaz; hatta ‘gerekliliği de tartışmalıdır. Ancak İslâmiyet’in öngördüğü kurban; iman, tevhit, ittikā / takva, ihsân, birr ve tezkiye/zekât gibi dinin en önemli ilkelerini bünyesinde barındırmaktadır:
(i-iii) Kurban her şeyden önce iman, tevhit ve takvadır. Çünkü kişi varlığına, birliğine inandığı Rabbi adına kesmekte; yegâne tanrı olarak tanıyıp benimsediği ‘Allah’a yaklaşmak ve O’nun azap ve gazabından kendini kurtarmak istemektedir (ittikā). Kurbanlar kesilirken, Hazret-i İbrahim’in müşriklerle ilişkisini keserken (teberrî) söylediği “Ben, samimi bir muvahhit olarak, varlığımı gökleri ve yeri Yaratan’a yönelttim. Müşriklerden de değilim!” (Kur’an, 6/79) beyanı tekrarlanmaktadır ki, iman ve tevhidin en açık ifadesidir. “Biz her ümmete bir kurban meşru kıldık; o halde, kendilerine Allah’ın nasip ettiği hayvanları malum günlerde keserken (sadece) O’nun adını ansınlar. Sizin tanrınız bir tek tanrıdır; o halde, sadece O’na teslim olun. (Resûlüm!) Sen de mütevazı olanları müjdele.” (Kur’an, 22/34) ve “(Başkası adına değil) Allah adına kesilen hayvanlardan yiyin, şayet O’nun ayetlerine iman etmişseniz!” (Kur’an, 6/118) ayetlerinde de kurban bağlamında asıl tevhit ve iman vurgulanmaktadır. Kurbandan Allah’a ulaşan yegâne şey, kurban kesen kişinin takvasıdır; Allah’ın ne ete ne de kana ihtiyacı vardır; Allah sadece takva sahiplerinin amelini kabul eder. Kurban keserken gösterilmesi gereken bu dikkat ve özen, kurbanlığın Allah’ın sembollerinden biri olarak görülmesi ile de alâkalıdır: “Her kim Allah’ın simgelerine saygı gösterirse, bu, şüphesiz kalplerin takvasından ileri gelmiştir (…) Bu iri cüsseli kurbanlıkları da sizin için Allah’ın simgelerinden kıldık.” (Kur’an, 22/35-36)
(iv-v) Yine bu bağlamda kurban eylemi bir şükür ve tekbîrdir yani Allah’ı en büyük varlık olarak tanıyıp O’nun verdiği nimetlere minnettar kalabilmenin ifadesidir.
(vi) Kurban salât ile de derinden ilişkili bir ibadettir. İnsanın Allah’a en yakın olduğu zaman secde hâli olup namazın ‘müminin miracı’ sayılması bu ibadetin insanı Allah’a ruhen/manen yaklaştırması hasebiyledir. Ayrıca, kurban kesilirken de Allah’a dua edilmekte, tıpkı namazda olduğu gibi bir araya gelinerek sosyal ve siyasî dertlere derman aranmaktadır.
(vii) Kurban ile aynı zamanda nefislerin tezkiye edilmesi hedeflenmektedir. Hazret-i Peygamber, “Kestiğiniz kurbanlarla nefsinizi arındırın.” buyurmuştur. Kurbanda hedef Allah’a yaklaşmaktır. Allah’a yakın olabilmek, O’nun sevgi ve rızasına erebilmek sadece kurbanın değil, ibadetlerin tamamının ortak gayesidir. Elbette, bu ibadetlerin zahirî/dış yönü değil, ifa edilirken taşınan halis niyet, arınma ve yaklaşma arzusu… Kasabın da yaptığı hayvan kesme işlemini kurbana çeviren, işbu niyet olduğundan, sırf şahsî protein ihtiyacını gidermek, kavurma yapıp ara sıra yemek vb. amaçlarla karışık niyetler kurbanın ruhuna uymaz.
(viii) Kurban kesen, yani Allah’a yaklaşmak için O’nun meşru kıldığı bir cana kıyan kişi, hem arzu ve ihtiraslarını hem de tutkuyla bağlandığı şeyleri O’na feda edebilmektedir. Yine, kesilen hayvanın gerekli şartları taşıması, birtakım eksik ve kusurlardan uzak olması gerekir. Çünkü insanlar ‘iyi’liğe (bir) ancak sevdiklerinden feda edebildikleri takdirde ulaşabilmektedir. Özünde iyi olanların bu ‘iyi’liklerini başkalarına da tattırmaları (ihsân) anlamına gelen kurbanda, insanlar; “… onlardan hem kendiniz yiyin hem de, kanaat edip istemeyene de, hâlini arz edip isteyene de yedirin.” buyruğuna uyarak kestikleri kurbanın etinden hem kendileri yararlanmakta hem de başkalarına tasadduk etmektedirler ki bu yönüyle kurban ‘başkasını kendine tercih edebilmek’ demektir (îsâr). Kur’an’ın 3. suresinin 183. âyetindeki “ateşin yiyeceği / yakacağı bir kurban” ifadesi, İslâmiyet’ten önce Tanrı’ya sunulan kurbanlardan insanların yararlan-a-madığını îhâm ediyor. Oysa İslâm’da kurbanın hiçbir şeyi satılmaz; ihtiyaç sahiplerine, akraba-i taallukata ve konu komşuya meccanen dağıtılır… Aslında, Allah’a da böyle yaklaşılmaktadır; Hakk’ın rızası halkın rızasında gizlidir. Allah’ın ihsan sahiplerini sevdiği ve O’nun rahmetinin, ihsan sahiplerine yakın olduğu bildirilmiştir; böyleleri Allah’ın inayet ve riâyeti altındadır. Yaptığı işi ‘Allah bilinci’ ile en güzel, en kaliteli bir şekilde yapan kişi, Allah tarafından sevilmekle kalmaz, insanlar tarafından da sevilir. Bu çerçevede kurbana ve çevreye de iyi davranılması gerekmektedir. Yani, hayvanı, rahatlıkla can verebilmesini sağlayarak kesmek ve kestikten sonra etrafı temizlemek…
(ix) Kurban-hac ilişkisi aşikârdır. Bu iki ibadet aynı günlerde ifa edilmekte; Zilhicce’nin 10’unda, hac menâsikinin ziyaret tavafı ile birlikte bitmesini müteakip kurbanlar kesilmektedir. Bilindiği gibi, aynı hac döneminde önce umre yapıp daha sonra hac için tekrar ihrama girerek hac merasimini ifa eden ya da ihrama girerken hac ve umreye birlikte niyet eden kişiler kurban kestiği gibi, hac gereklerinden birini yerine getirmeyen veya ihram yasaklarından birini çiğneyen kişiler de ceza olarak kurban kesmek durumunda kalmaktadırlar.
3
Tıpkı salât ve zekât gibi, kurban da gayesi esas alınarak adlandırılmış bir ibadettir. Ancak bu gayeyi ifade eden ‘Allah’a yaklaşma’ tabiri mecazîdir. Bir ismi de el-Karîb (Yakın) olan Yüce Allah, insana her hâlükârda şahdamarından daha yakındır. O halde, kurban vb. ibadetlerde daha özel bir yaklaşmadan söz edildiği açıktır:
Allah’ın insana yakınlığı mekânla ilgili olmayıp, insanı sevmesi, ona lütfedip ihsanlarda bulunması, ona adeta akıtması demektir. Kulun Allah’a yakın olması da öncelikle O’nu sevmeyi gerektirir; Allah’ı sevmek ise O’na itaat ederek kendi iradesini O’nun iradesine tâbi kılmak demektir. Allah’a yakın bir kul, Allah’ın ilim, hikmet, merhamet, izzet, güç kuvvet vb. sıfatlarının çoğuna sahip olan kişidir; bu da cehalet, gazap, hafifmeşreplik, bedenî ihtiyaçlar gibi kirleri beşerî takat ölçüsünde izale etmekle gerçekleşir; bedenî değil, ruhanî bir yakınlıktır. İnsan, Rabbinin ahlâkı ile ahlâklanıp O’nun güzel ism-i şeriflerini kendi varlığında ne kadar tahakkuk ettirebiliyorsa, O’na o kadar yakınlaşabiliyor demektir. “Kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir adım yaklaşırım…” kutsî hadisinde, işbu anlama dikkat çekilmiştir. İnsan bu ruhanî hâle erdiğinde Kur’ān’ın mukarreb dediği kişilerin arasına girer. Bu kelime Türkçeye ‘gözde’ ya da ‘has’ olarak çevrilebilir. Şüphesiz bu, nâma tapulu daimi bir hâl değildir; söz konusu yakınlık, birtakım yanlışlar yüzünden kaybedilme riski ile karşı karşıyadır. İmam Mâtüridî’nin de belirttiği gibi, Kur’ān’ın müjde ve tehditleri, o hâl kişide devam ettiği sürece geçerlidir; bir kez müjdeye nail olan ebediyen kurtulmuş olmayacağı gibi, ilahî ikaza/tehdide muhatap olan da ebediyen lânetlenmiş olmaz; tevbe ederek durumunu düzeltebilir.
Kurban en yüksek hâlinin, ‘Allah’tan başkası ile alâkanın kesilip gönlün tamamen sevdiği’ [c.c.] ile dolu bulunması’ olduğu söylenmekle birlikte, daha ziyade sufilerce öngörülen bu rütbeye ulaşmak hem imkânsız denecek kadar zordur hem -aslına bakılırsa- gerekli değildir. İslâm bir ruhbaniyet olmayıp müntesiplerinden dinî-dünyevî her şeye hakkını vermelerini ister; tıpkı Hazret-i Peygamber gibi… Yine, Allah’a yaklaşma adına dinin makāsıdı değil, teferruâtı, yani nafileler, daha fazla öne çıkarılmakta ise de bir kutsî hadiste “Kulum, Benim kendisine farz kıldıklarımdan daha sevimli hiçbir şey ile Bana yaklaşamaz” buyrulmuştur. Ancak bu vurgulandıktan sonradır ki, nafilelerin insanı Allah’a yaklaştırdığına dikkat çekilmiştir. Şunu da belirtelim ki; Allah’a yakınlık kavramı, Allah’ın emir-yasak ve tavsiyelerine aykırı tutum ve davranışlardan uzaklaşmayı gerektirir. Her ‘iman’ nasıl aynı zamanda bir ‘ret ve inkâr’ ise her yakınlaşma da bir uzaklaşmadır. Bir şeyler reddedilmedikçe imana erilemediği gibi, bir şeylerden uzaklaşılmadıkça da O’na yaklaşılamamaktadır.
İnsanı Allah’a yaklaştıran, ne malıdır ne de evlâdıdır; evlâtta iman ve amel-i salih bulunursa; mal da iman ve salâh uğrunda harcanırsa ne âlâ. Bir peygamberin neslinden gelmek, falan hoca efendinin, filân şeyhin ya da müftünün akrabası olmak insanı Allah’a yaklaştırmamaktadır. Allah’a toplum ya da millet olarak değil, ferdî olarak yaklaşılır; bu tür aidiyetler Allah katında geçerli değildir. Hiç kimse “Ben falanca ümmettenim, elbette Allah’a yakınım!” diyemez; dese de bu, kuruntudan öte gitmez. Sürekli vahye muhatap olan Yahudiler bile, atalarının peygamber olmasından da hareketle, ‘Allah’ın sevgili kulları’ hatta -mecazen- ‘oğulları’ olduklarını iddia ettiklerinde, Kur’ān’da kendilerine şu cevap verilmiştir: “Günahlarınız yüzünden size ne diye azap ediyor öyleyse?!” (Kur’an, 5/15), “Madem O’nun diğer insanlardan farklı özel velîlerisiniz, haydi ölmek istesenize!” (Kur’an, 62/6)
Allah katında güç-kuvvet, mal mülk, güzellik/yakışıklılık, makam mevkî, servet ü sâman gibi insanlarca değerli görülen şeyler değil, güvenlik, barış, salâh, hak, adalet, hoşgörü, insan sevgisi, vazife, sorumluluk, özveri gibi şeyler geçerlidir. “Abdin Hakk’a takarrubu halk ile sulh olduğu miktardır.” Hakka hukuka riayet etmeyen, çevresi ile uyumsuz, insan sevgisinden yoksun, eşiyle dostuyla kavgalı, insanlarca sevilmeyen bir insanın Allah’a yakınlığından bahsetmek zordur. Hele, elinden, dilinden ve belinden insanların sâlim olmadığı, çevresindekileri can, mal, namus, akıl ve inanç emniyetlerini ihlâl eden bir kişinin bırakın Allah’a yakınlığını, mümin ve Müslüman olduğu dahi söylenemez. Şüphesiz, bunu söyleyenler vardır, ama söyledikleri, ‘siyasî mülâhazalarla birtakım çevrelere atraksiyon yapmak’tan öte gitmemektedir. -Tevbe hakkı elbette bakidir.-
5
İslâmiyet ‘kurban’ ibadetine aşina bir iklimde doğmuşsa da bu ibadet tahrif edilmiş bulunuyordu. Kevser sûresinde Hazret-i Peygamber’e kurban kesmesi emredilirken, aslında kurban ibtidaen emredilmemişti, yani yeni bir ibadet ihdas ediliyor değildi. Aksine, amacından sapan mevcut ‘ibadet’i rayına oturtmanın ilk adımı atılıyor; kurbanın ‘tamamen Allah için’ kesilmesi emrediliyordu.
Kurban; ‘sevdiği’ yüce varlık için ‘sevdiği’ni feda etmek, kanını akıtmaktır. Fıkıh açısından, kan akıtma ya da cana kıyma / kan akıtma unsurunun bulunmadığı bir ibadete kurban denmez.
Kurbanda hedef Allah’a yaklaşmaktır; ama Allah’a yakın olabilmek sadece kurbanın değil, ibadetlerin tamamının ortak gayesidir. Tıpkı salât ve zekât gibi, kurban da gayesi esas alınarak adlandırılmıştır. Yüce Allah insana her hâl ü kârda yakın olduğuna göre, kurban vb. ibadetlerde daha farklı bir yaklaşmadan söz edildiği açıktır. İnsan, Rabb’inin ahlâkı ile ahlâklanıp O’nun güzel isimlerini kendi varlığında ne kadar gerçekleştirebiliyorsa, O’na o kadar yaklaşabiliyor demektir.
Şüphesiz bu, daimi bir hâl değildir; söz konusu yakınlık, birtakım yanlışlar yüzünden kaybedilme riski ile karşı karşıyadır. Kur’ān’ın müjde ve uyarıları, o hâl kişide devam ettiği sürece geçerlidir; bir kez müjdeye nail olan ebediyen kurtulmuş olmayacağı gibi, ilahî ikaza/tehdide muhatap olan da ebediyen lânetlenmiş olmaz. Allah’a yakınlık kavramı, Allah’ın emir-yasak ve tavsiyelerine aykırı tutum ve davranışlardan uzaklaşmayı da gerektirir. Her ‘iman’ nasıl aynı zamanda bir ‘ret ve inkâr’ ise her yakınlaşma da bir uzaklaşmadır. Bir şeyler reddedilmedikçe imana ulaşılamadığı gibi, bir şeylerden uzaklaşılmadıkça da O’na yaklaşılamamaktadır.