Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım… Şikayet edeceğine sen de alternatifini oluştur.

8Oca/120

SERDENGEÇTİ MÜSLÜMANLIĞI ADETÂ BİR KAHRAMANLIK… / Hasan TÜLKAY

image002 SERDENGEÇTİ
Kendi çizgisinde eğilmeyen, bükülmeyen; unutulmaz bir günde (10 Kasım 1983) vefat ettiği halde unuttuğumuz büyük dâva adamı Osman Yüksel SERDENGEÇTİ'yi hatırla(t)mak babından eski bir yazımı okuyucularla paylaşıyorum. Ruhu şad, mekânı Cennet olsun...

SERDENGEÇTİ MÜSLÜMANLIĞI ADETÂ BİR KAHRAMANLIK…

“Türk Müslümanlığı”, “Arap İslâmı”, “Avrupa Müslümanlığı” gibi tarihî, kavmî, örfî ve coğrafî faktörlerle din izahı yapan sosyolojik yaklaşımlardan –Müslümanlık adına- endişe edenler az değildir. Başlığa bakıp; İslâmiyetin, mesajı kadar, ibadet, taat ve muamelât esaslarının da evrensel bir karakter taşıdığı gerekçesiyle; ülkelere, ırklara, toplumlara göre Müslümanlık ihdas etmenin yanlışlığına dikkat çekenlere inat; bir de zata mahsus Müslümanlık izahına girişmeyin diyenler çıkabilir. Bu yazıyı “Osman Yüksel Serdengeçti ve Müslümanlık” konusunda seminer hazırlayan SDÜ İlâhiyat Fakültesi talebesi Muhammet Bener’le yaptığımız telefon mülâkatına bir katkı olarak hazırladım. Bir ilmî araştırma da değildir. Sadece rahmetli “Osman abi”nin yakınında bulunmuş, yaşayan tanıklardan birisi sıfatıyla; “Osman Yüksel Serdengeçti Müslümanlığı nasıl yaşıyor, nasıl idrak ediyordu?” anlatmaya çalışacağım…

Peşin söyleyelim; Serdengeçti Müslümanlığı sıradan bir dindarlık değil; kahramanlık mesabesinde bir duruş, tavır alış, hatta sorgulayıştır. Açmaya çalışalım:

“OKUMA ŞU GÂVUR KİTAPLARINI!...”

Doğum yılı 1917… Osmanlı İmparatorluğunun külleri üzerinde, yeni Türk devletinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin inşâsını, kurtuluş ve kuruluş mücadelesini, peşi sıra yeni devletin rejim ve sistem değişikliği mücadelesini, ruhunda derin aksülâmeller hissederek yaşayan bir çocuk.. Aralıksız galiba tam 67 yıl Akseki müftülüğü yapmış, alim, fâzıl bir zatın, Salim Efendi’nin oğlu… Meşhur alim Ahmet Hamdi Akseki hocanın akrabası… Doğumundan itibaren, dinî ve millî hassasiyetin en kesif şekilde hissedildiği mutenâ bir aile muhitinde yaşıyor. Dolayısıyla amelde Hanefî, itikatta Maturidî geleneksel Anadolu Müslümanlığının damıtılmış misâli aile büyüklerinden ilk dinî telkin ve terbiyeyi almıştır. Kitap okuma hastası, adeta okumaktan yazmaya vakit bulamayan Müftü Salim Efendi, Şark-İslâm klâsikleri ile oğlu Osman Zeki’yi çocukluğunda tanıştırır. Fakat daha çocuk yaşta kabına sığmayan cevval bir zekâ ve tecessüs ile Yunan ve Rus klâsiklerini de okuyan Osman Zeki’nin okuduğu romanlardan etkilenerek, kâbus gibi rüyâlar görmesi, sayıklayarak uyanmaları babasını kızdırır, üzer… Dostoyevski’nin “Cürüm ve Ceza” kahramanından o kadar etkilenmiştir ki; günlerce uyuyamaz, rüyasında Raskolnikov’un müdafiliğine soyunur. Babası azarlar: “Okuma diyorum oğlum şu gâvur kitaplarını!.. Kafayı bozacaksın!..” Bu roman ve klâsiklerden etkilenme meselesini; Osman abinin his ve hayâl dünyasındaki coşkuya, derinliğe, zenginliğe dikkat çekmek açısından çok önemli gördüğüm için anlattım. Malûmdur ki; din de akıldan ziyâde kalp dünyamızla alâkalı bir hayat cephesidir.

O KALIPLAŞMIŞ RUHSUZ DİNDARLARDAN DEĞİLDİ…

Osman abi, beş vakti zapt ü rapt altına alınmış disiplinli bir Müslüman değildir. Hatta rutinleşen kalıplaşmış, ruhsuz bir alışkanlığa dönmüş, amelîyle övünen softa Müslümanlığına soğuktur. Buna dair birkaç hatıramı nakledeyim:

Eşi İsmet hanım, dindar bir Anadolu kadınıdır. Abdestsiz yere basmaz. Ezan okunur okunmaz da seccadesinin başında hazırdır. Eskiden radyolarda “Arkası Yarın” radyo tiyatrosu programları yayınlanırdı. Yenge radyoyu secdeye yakın bir noktaya koyar, kendinin duyabileceği kısık sese ayarlar, hem “Arkası Yarın”ı, hem de tam vaktinde öğle namazını kaçırmamış olurdu.

Osman abinin tepkisi:

“Şimdi bu da namaz kılmış oluyor!..”

Yenge bazen de mühim bir sohbete ya da düğüne yetişmek gibi mazeretle namazı biraz hızlı kılardı. Serdengeçti, namazı çabucak tamamlayan İsmet hanımı işaret ederek; “Bu kadınlar namazı ne kadar pratikleştirmişler. Tavuğun yerden yem topladığı gibi secde ediyorlar.” der, müstehzî bir ifadeyle gülerdi bazen.. Bazen de “Yahu Allah’ın huzuruna çıkıyorsun be kadın… Yangından mal kaçırır gibi namaz mı kılınır?..” diye yengeye sitem ederdi.

SOHBETİN KAZASI OLMAZ

1978 Mayısında Bucak Ülkü Ocaklarında misafirimiz… Gençlerle sohbet ediyor… Sohbetin katmerleşip tatlandığı bir anda ikindi ezanı okundu. Bir grup arkadaşımız gitmeye davranınca sordu:

“Gençler nereye gidiyorsunuz?..”

“Abi ikindi ezanı okundu da!...”

“Okunduysa okundu.. Oturun şuraya… Namazın kazası olur, sohbetin kazası olmaz. Serdengeçti Bucak’a bir daha ya gelir, ya gelmez..”

ABDEST OLMASA NE VAR NAMAZ KILMAYA

Kendisinden işitmedim amma; Ankara’nın soğuğunda buz gibi suyla abdest almaktan korkar; “Şu abdest meselesi olmasa, ne var namaz kılmaya?!..” dermiş…

ATOMLARI DİNLEYEN KAİNATIN EFENDİSİ

Osman abi; Peygamber Efendimizin, maddenin ve kainatın özünü, esasını teşkil eden atomların varlığını hissettiğine dair, nebevî bir tabloyu sık sık anlatırdı:

Peygamber Efendimiz, bir gün yerden bir avuç kum almış. Bir avucundan diğerine boşaltırken Hazreti Ali’ye sormuş:

“Ya Ali, duyuyor musun?..”

“Neyi ya Resûlüllah?..”

“Ben bu kum taneciğinde, kainatın sesini duyuyorum…”

Sahabeden, Aşere-i mübeşşereden bile kum taneciklerindeki derin esrarı duyanların çıkmadığını, bütün zamanların ve eşyanın sırlarına vakıf olmakla da Hz. Muhammed (A.S.)’ın risaletinin tescil, tebcil ve tebşir edildiğini heyecanla anlatırdı. Osman abiye göre Peygamber Efendimizin hissedebildiği o ses, atomik hareketlerin, nötronların, protonların sesiydi…

Siyer kitaplarında böyle bir vak’a zikrediliyor mu, bilmiyorum… Rahmetli babasından dinlediği ve çok etkilendiği nebevî hakikatlerden birisi de buydu:

“<I>Hazreti Muhammed; canlı cansız, zerrelerden kürelere bütün mevcudatın sesini duyuyor, şikâyetlerini dinliyordu.”

KOMPLEKSSİZ MÜSLÜMAN

Avrupa’dan gelen her şeyin baş tacı edildiği, Batıcı-pozitivist bir zihniyetin hakim olduğu bir çağda ünlü İngiliz düşünür ve denemeci Thomas Carlyle’nin Peygamberimiz hakkında yazdıklarını “PEYGAMBER KAHRAMAN MUHAMMED” başlığıyla küçük bir kitapçıkta toplamıştır. Peygamberimizin büyüklüğünü İslâmî kaynaklarla değil de, Batılı ağızlardan takdir ve tasdik ettirmekle; “lâik-pozitivist-modern Türkiye”nin çocuklarına daha etkili olacağını düşünmüş olmalıydı. Yoksa kendisinin Batı karşısında, inançlarını, fikirlerini garplı mütefekkirlere onaylatmak gibi bir aşağılık kompleksi yoktu.

Yalnız bir veya iki yerde, galiba Serdengeçti mecmuasının ilk sayısında hadisleri “Hz. Muhammed’in Vecizelerinden” başlığı altında neşretmiştir ki; hadis yerine “vecize”yi kullanması beynimi kurcalayan sorulardandır…

Acaba tek parti sansüründen kurtulma, kaçma gayreti midir?.. (Sene 1947’de matbuat üzerindeki sıkı sansür az da olsa gevşemişti diye düşünüyorum..)

Yoksa “vecize” olarak takdim edilirse, okuyucu nezdinde daha çok mu itibar göreceğini düşünmüştü?..(Serdengeçti’nin okuyucu profiline baktığımız zaman, böyle bir ihtimâl de zayıf görünüyor..)

Yoksa felsefe tahsil ettiği için, bir sürçü lisan mı olmuştu?..

(Hadis de bir çeşit vecize sayılmaz mı?.. Hadis dese ne fark eder, vecize dense ne olur diye düşünmeyin.. Kelimeler ve kavramlar arasındaki nüans çok önemlidir. Burada imanî bir hassasiyet söz-konusu bence… Yoksa Peygamber efendimize ismine hürmeten bir “Hazret”i bile çok görüp, O’nu eski Yunan filozofları ile aynı terazide tartan Cemil Meriç’in düştüğü hataya düşeriz. İman ve edep ölçülerine sahip bir müslümana ters gelir)

KİMSENİN ADAMI DEĞİLDİ

HERKES ONU SEVERDİ

Osman abi, hiçbir tarikatın, hiçbir cemaatin adamı değildi. Buna rağmen Türkiye’de millî ve İslâmî damgalı her grup, cemaat, parti, dernek, vakıf… herkes O’nu sever sayardı. Tek parti devrinin Müslümanları ezdiğine, üzdüğüne inanıyordu. İnkılâplarla başı dertteydi. Şapka giyenlerin “gâvur” addedildiği bir devirde dünyaya gelmişti. Atatürkten fazla Atatürkçü, kraldan fazla kralcı, despot idarecilerin kılık kıyafet ve dini hayat üzerindeki zulme varan baskılarına karşı, Anadolu halkının yanında duruyordu. Osman abi yazılamayanları yazdığı, söylenemeyenleri söylediği için Serdengeçti olmuştur. Jandarma dipçikleriyle, karakol zulümleriyle, hapislerle korkutulan, ürkütülen ve sindirilen Müslüman Anadolu, dindarlar; SERDENGEÇTİ’de kendi seslerini, isyan çığlıklarını duydular. Ben bu sebeple “SERDENGEÇTİ MÜSLÜMANLIĞI KAHRAMANLIKTIR!” diyorum.

HAKSIZLIĞA KARŞI HEM ELİYLE HEM DİLİYLE MÜCADELE ETTİ

“Osman abi, irtica damgası yemiş her hareketin müdafii olmuştur” desem mübalâğa sayılmaz. Çoğunun yanlışlarını, eksik ve kusurlarını bile bile, bilhassa tek parti döneminde “bu adamlar haksızlığa uğruyorlar.. Asıl hedefleri Türk’ün imanını, vicdanını yok etmek” diyerek; Nurcu, Süleymancı, Ticanî, Kadirî, Nakşî… tarikat ve cemaat kıpırtılarını hararetle savunmuştur.

Meselâ halen Nurcuların bayrak gibi dolaştırdıkları “Said Nursî ve Talebeleri” yazısı Osman abinin en romantik, heyecanlı yazılarından birisidir. Fakat hususî sohbetlerinde Said Nursî için; “Yahu adamda Türkçe yok her şeyden evvel… Ne Türkçe, ne Kürtçe, ne Arapça, ne de Osmanlıca.. Bozuk, berbat, ağdalı bir dil.. Bu üslupla Müslümanlık mı anlatılır?.. Adam gibi güzel Türkçeyle yeniden yazmak lâzım risaleleri..” dediğine şahidim.

“Peki abi, neden bu kadar hararetle, coşkun bir üslupla övdün Kürt Said’i?..” dediğimde de cevabı netti:

<I>“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır!..”

Bu hadis Serdengeçti’nin hayat ve mücadele parolası olmuştur.

Haksızlığa uğradıkları gerekçesiyle, mazlumun yanında durmayı kendine şiar edindiği için; Müslüman Türk’ün can damarı gibi gördüğü her söze, her şahsa, her cemiyete sahip çıkmıştır.

MEVLÂNA ÂŞIĞI…

Mevlâna ve Mesnevî aşığıydı.. Mesnevî’yi ve Rübaîlerini defalarca okumuştur. Ona göre Mesnevî Kur’an’a nazire olarak yazılmıştır. Üslûp ve tahkiye tarzı Kur’an gibidir. Ahir ömründe kendisi de Mevlâna tarzında, üslûbunda mektuplar, mensure denemeleri yazmıştır. Bunlardan birkaçını vefatından evvel Kabaklı hocanın çıkardığı Türk Edebiyatı dergisinde neşrettirmiştim ve okuyucuların epey ilgisini çekmişti…

Mevlâna ile Şems arasındaki muhabbeti anlamayan nadanların, tasavvuf erbâbının hallerine yabancı oldukları için lûtîlik gibi çok çirkin bir iddia ve isnadda bulunduklarına dikkat çekerdi. (Doğrusu şahsen ben bile bu mevzuda Osman abi kadar rahat ve emin düşünemiyorum.)

SAFAHAT HAFIZI… ÂKİF HAYRANI…

Aynı zamanda Safahat hafızıydı. Mehmet Âkif; sıradan bir hilâl ve İstiklâl şairi değil, nümûne bir ahlâk kahramanı, bir cemiyet ve cemaat adamıydı. Dağılan bir imparatorluğun, yoksul mahallelerin, dulların, öksüzlerin, yetimlerin, harp malûllerinin, ot yiyerek yaşamaya çalışan aç ve sefillerin feryatları; cehalete, haksızlığa karşı duyulan isyan, 20.asrın başında Osmanlı-Türk cemiyetinin geçirdiği bütün SAFAHAT, Âkif tarafından gerçekçi ve şairâne bir biçimde anlatılmıştı. Anlatılmakla kalmamış, düzeltilmesi için mücadelesi de verilmişti. Osman abi bu bakımdan Mehmet Âkif merhuma hususî bir muhabbet ve hürmet besler.

Ancak çok sevdiği Şairin imanına hayran olmakla beraber; Cemaleddin Efganî, Muhammed Abduh gibi “Reformcu Müslümanlık” taraftarı olmasına karşı çıkardı. Mağlûp bir medeniyetin çocukları olarak, kendimize itimadımızı kaybettiğimizi, o devirde herkesin Avrupaî anlayışlardan medet umduğuna dikkat çekerdi. Yani Âkif de bir ortak yanlışı paylaşanlardandı.

“HAC BİR ÂŞIKLAR MAHŞERİDİR!..”

Osman abiye göre ibadetler “aslına dönmenin, Rabbine kavuşmanın” provalarıdır.

“Hac, bir âşıklar mahşeridir!..”

“MUKADDESAT VERGİSİ Mİ TARH EDİYORUZ?..”

“Hakkın, halkın, hakikatin dini Müslümanlık” bugün kimler tarafından, nasıl temsil ediliyor?.. Bilhassa 1965’ten sonra siyaset ve ticaret sarmalında din istismarının yaygınlaşması Osman ağabeyi çok üzer, kızdırır. Geçmişte lâikliği dine tahakküm gibi uygulayan tek parti idaresine duyduğu öfkeyi “din ve siyaset bezirgânlarından da esirgemez. Mücahit, mücahide gazeteci unvanıyla şöhret yapan halen günümüzün bile meşhur isimlerine en ağır kelimelerle ders verir.

O serâpa bir iman ve hareket adamıydı. İstismardan, hele dinî duyguların, kutsal değerlerin istismarından nefret ederdi. Cennet-cehennem komisyoncularını yerden yere vururdu.

Bir gün Üstad Necip Fazıl, Osman abiden para ister. “Yok” deyince; “Git zengin Müslüman Aksekililerden iste” diyerek talebinde ısrar eder.. Osman abinin cevabı:

“Yahu Üstad ne diye isteyeceğim… Mukaddesat vergisi tarh-ediyoruz mu diyeceğim?!...”

MEVLÜT ve HATİM TÜCCARLARINDAN BÎZAR İDİ…

Osman abinin Nurettin Topçu’dan da hem üslûp, hem de hissiyat yönünden çok etkilendiğini biliyoruz. Varoluşçuluk ve Hareket (Egzistansiyalizm ve Aksiyon) felsefelerinden yola çıkarak, kendine mahsus bir Türk-İslâm sentezi fikriyatına ulaşan Nurettin Topçu Sorbon’da felsefe tahsil etmiş, yazılarında çok sık Hz.İsa peygambere ve havarilerine, hristiyan mistiklere göndermeler yapan önemli bir isimdir. Osman abiye; “Ben hristiyan müslümanıyım Osman” dermiş. Topçu’nun hoparlörle ezan, gazinoda tegannîye kaçan mevlütçülük ve üfürükçülük, muskacılık yapan din simsarlarına karşı cesur ve hiddetli yazılarını severek okur, okuturdu. Yüksek sesle adetâ ilân edilen hatim programlarından, ilâhî ve kaside okumalarından bunalır, hatta nefret ederdi. O da Topçu gibi sanatkârane, işlenmiş bir Müslümanlık özleyenlerdendi.

“BU SES İNSANI DİNDEN ÇIKARIR!...”

Hiç unutmam; bir gün Hacıbayram’daki “milliyeçi-mukaddesatçı” kitabevlerinin önünden geçiyoruz. 1976 veya 77 Bahar mevsimi.. O günlerde Timurtaş Uçar hocanın vaaz kasetleri çok meşhur ve makbul.. Kitapçılarda peynir ekmek gibi Timurtaş hocanın kasetleri satılıyor. Her kitapçı kasetçi dükkanının kapısındaki küçük ses cihazlarından Timurtaş hocanın, ciyak ciyak hırıltılı bir sesle “Vallahi de tallahi de hepiniz nar-ı cehennemde yanacaksınız” diye bağırdığını duyuyorsunuz. İçerde dinleyenler ya ağlıyor, ya da tehevvüre kapılarak kâfirlere küfrediyor, lânet okuyorlar. Osman abi bu böğürtülü hitabın hem de bir camiden, minberden, kürsüden nasıl yapılabildiğine hayret eden bir edayla; adeta kusacak gibi oldu. “Cemaat nasıl tahammül ediyor bu adama?.. Bu sesi duyan Müslümansa, Müslümanlıktan kaçar” dedi. “Müslüman değilse de zaten bu sesin olduğu yere yanaşmaz” diye ilâve etti.. Biz de kaçar adımlarla bu “Müslüman” kitabevlerinin bulunduğu mübarek mevkiyi, Hacıbayram’ı terk ettik..

YUNUS EMRE’Yİ EN GÜZEL ANLAYAN VE ANLATAN ADAM

Osman abi şüphesiz “ehli sünnet vel cemâ’at” bir geleneksel Müslüman Anadolu “Türk”üydü. Kökleri, ruhu ve hayatı toprağa bağlı, elleri toprak kokan bozkır insanları gibi sade ve samimî bir dindarlıktan yanaydı. Bu anlamda Yunus Emre geleneksel avamî Müslümanlığımızın sembol ismi gibiydi. Yunus Emre’yi halkın diliyle en güzel anlatan yazılardan birini Osman abi yazmıştır.

“HOCA ALLAH’I TRAŞ EDİYOR!..”

İtikatta ve amelde “ehli sünnet vel cemâ’at” çizgisinde bulunmasına rağmen; Osman abinin Mevlevî ve Melâmimeşrep bir tarafı da vardı. Dostları arasında bulunan Arif Nihat Asya ve Fethi Gemuhluoğlu’nun Mevlevî ve Melâmimeşrepçe “cilve”lerini gülerek anlatırdı. Tasavvuf kültüründen bîhaber sofu Müslümanların doğrudan tekfir edecekleri cinsten “cilve-naz” nükteleri Osman abi müsamaha ile karşılardı…

Televizyonlarda kandil Mevldi programlarından sonra tulûatçılık yapar gibi dua eden hocalara da takılırdı. Hoca “Ey arzı ve semavatı, bilcümle kâinatı yoktan var eden, bize çeşit çeşit rızıklar ihsan eden, ol deyince olduran…Yüce Rabbimiz!..” mislü sözlerle duaya girerken; “Hoca başladı yine Allah’ı traş etmeye!... Bu hocalar da amma yağcı oluyorlar ha!..” derdi. Bu nükteler de mizacındaki melâmimeşrep Bektaşî temayülün tezahürleri olsa gerek.

EŞEKÇİ ŞEYH HİKAYESİ

Tekkelerin bozularak tembellik, fuhuş ve asker kaçaklarının yuvası haline gelmesini, hocaların, şeyhlerin halkı nasıl uyuttukları ve uyuşturduklarını da ibretlik olaylarla anlatırdı. Ne yazık ki samimi sohbet meclislerinde anlattığı, dinde ve tarikatlarda yozlaşma hikayelerine dair yazılar yazmamıştır. Belki de zamanın siyasî baskıları altında, kurunun yanında yaş da yanar misâli ezilen, horlanan mazlumların gönül dünyalarını incitirim endişesiyle, bu mevzularda kalem oynatmadı…

Defaten anlattığı bir eşekçi şeyh hikayesi:

Balkan Harbi yıllarında Edirne’de yaşanmış gerçek bir hadise diye anlatırdı. İsim ve teferruatı unuttum..

Bir Pazar günü, pazara gelen köylülerin merkeplerini bağladığı mahalden geçen Şeyh efendi, dinç ve bakımlı bir dişi eşeği görünce dayanamamış. Zaten dergâhta gizli olarak eşeklerle münasebet yaşarmış. Bu sapık isteğini bastıramayınca, çarşının ortasında, herkesin gözü önünde eşeğe yanaşmış.. Halk şaşkınlık ve hayret içinde, “Koskoca Şeyh, bir mübarek adam, bu fiili nasıl işleyebilir?!..” diye sorarken, anında bir söylenti yayılıvermiş ve Şeyhin keramet ve şöhretine dair rivayetler daha çok artmış. Güyâ Şeyh efendiye malûm olmuş da, Rodos adası açıklarında su alan bir Türk gemisini batmaktan kurtarmış. Şeyh aslında geminin su alan deliğini kapatıyormuş… Nefsini ayaklar altına alma pahasına o deliği kapamasa, üç-yüzden fazla Müslüman da batan gemiyle birlikte boğulup gidecekmiş…

“KONYA HAPİSANESİNDE UÇACAĞIM SANDIM”

Gençliğinde ibadetlerini daha itinalı yaparmış. Hapisanede filân namaz konusunda gayet titizmiş.Bir gün Konya hapisanesinde (Galiba 1947 senesi) ranzasının üstünde namaz kılarken, kendini bir boşluk ve hoşluk içinde hisseder. Secdeye varınca adeta başı dolanır, secdeden kalkmak istemez. Selâmı verip, namazı bitirip ellerini havaya açar, dua etmeye başlar:

“Yarabbî haksızlığa uğradım biliyorum. Mazlumların yanındasın biliyorum. Senin her şeye gücün yeter, her şeye muktedirsin, biliyorum. Herhalde beni bu çileden kurtamaya, buradan uçurmaya, kaçırmaya merhamet elini uzatıyorsun. Fakat ben kendimi de biliyorum Yarabbî.. Ben o yüce mertebelere lâyık bir kulun değilim… Hikmetinden suâl olunmaz amma, ben kendimi tanıyorum, ben kendimi biliyorum… Sana sığınıyorum Yarabbim!..”

“Güç belâ namazımı, tesbihatımı bitirip aşağı indim ki; bir de ne göreyim: Benim ranzanın altında esrar çekiyorlar, ben de dumanaltı olmuş, kafayı bulmuşum.. O ilâhî sermest oluşlar maalesef dumanın tesirindenmiş…”

“Yaa.. böyle oldu işte Hasan kardeşim” diye gülümseyerek anlatmıştı…

“BEN KENDİMİ TUTAMIYORUM….”

Parkinson hastalığı sebebiyle ibadetlerini yapamaz olmuştu. Bir gün ham sofilerden biri “Ağabey, orucunu tutabiliyor musun bari?” diye sormuş. “Yok demiş; tutamıyorum, oruç beni tutuyor!..” Anlatırken de ilâve etmişti:

“Yahu adamın sorduğu soruya bak… Ben kendimi tutamıyorum.. Adam bana oruç tutuyor musun diye soruyor?..”

Böyle münker Nekir suratlı dindarlardan da çok sıkılırdı…

“ÖTE DÜNYADAN DAVET VAR…”

Aslında O, Parkinson etkisiyle titreyen elinin ve ayağının yere her vuruşunda, her titreyişinde, öte dünya ile haberleştiğinin farkında olan bir müslümandı. “Bu da bizim Mors alfabemiz.. Öte dünyadan davet var” derdi. Ölüme de adetâ gülerdi. Bazen “Rabbim emanetini alsa da, şu dünya denen mezelletten kurtuluversek” der, arkasından ilâve ederdi:

“Behey sersem kafa.. Sana orda da huzur yok.. Münker Nekir yolunu gözleyip durur. Bu kafayla bir yanlış cevap verdin mi, yandın gitti…”

Osman abinin ifadesiyle; “Hac bir âşıklar mahşeridir.” Ne yazık ki Osman abiye bu mahşeri yaşamak nasip olmadı.

İBRAHİM MAKAMINDA İKİ REKAT NAMAZ…

“Serdengeçti Müslümanlığı”na dair daha yazlacak, söylenecek çok şey bulunabilir. Ben sadece bir suale cevaben, gözlemlerimi nakletmeye çalıştım. Antalya Türkocağı’nın bir Serdengeçti anma programında naklettiğim şu cümleler de dikkate değer zannederim:

Osman Yüksel Serdengeçti ve eserleri hakkında çok şeyler anlatılabilir, söylenebilir. Ama O, hayatı ve şahsiyeti eserlerinden önce gelen örnek bir dava adamı, yılmayan bir mücadelecidir. Kalemini ve kabiliyetini en küçük dünya menfaati için kullanmamış; inancını, savunduğu değerleri koltuk ve makam uğruna alet etmemiş, satmamış, satılmamıştır. Din tüccarlarından, milliyetçiliği hususî menfaatlerin vasıtası olarak görenlerden nefret ederdi. Bir eli yağda, bir eli balda, ibadetinde hurilerle yaşayacağı Cennet saltanatının hayalini kuran ham sofular, bazı mücahit taslakları “Namazsız Müslüman kardeşimiz!” diye Osman ağabeyi küçümsemişlerdir. Burada, hemşehrisi Prof.Dr. Cemal Kurnaz’dan naklen dinlediğim, yine rahmetle anacağımız Mehmet Akif İnan’ın şu hatırasını mealen tekrarlamış olayım:

“Osman abi, Serdengeçti’yi çıkarırken Anadolu’yu adım adım dolaşır, abonelerini tek tek ziyaret ederdi. Ben lisede talebeyken Urfa’ya da geldi. Halil İbrahim türbesinde iki rekat namaz kıldık. Osman abi o makamda kıyamda durmanın, secdeye varmanın haşyetiyle öylesine tir tir titriyordu ki… Cereyana tutulmuş gibi müthiş bir sarsıntı, müthiş bir cezbe… Neredeyse adam ölecek sandım. Ancak gözyaşları ile selamını verdikten sonra fırtına dindi, yüzüne tatlı bir sükûnet hakim oldu. Hüsnü kalple şahadet ederim ki; Osman abi ömrü hayatında hiç namaz kılmamış dahi olsa, İbrahim Peygamberin huzurunda kıldığı o iki rekat namaz Cennet kapısını açmaya yetecektir.”

NİCE BAŞBUĞLAR, NİCE SERDENGEÇTİLER

GELİP GEÇTİ BU DÜNYADAN

Bazı gençlerimiz; “Atatürk ölmez!..”, “Başbuğlar Ölmez!..” , “Muhsinler Ölmez!..” diye slogan atıyor, türküler, marşlar söylüyor. Bu ölmezlik edebiyatını bırakalım. Müslümanca ölüme hazırlanalım. Osman abi bile vefat edeli 26 sene oluvermiş…

ALLAH sevdiklerimizle Cennette buluşmayı nasip etsin!..

Hasan TÜLKAY 2 Haziran 2009 Salı-ANTALYA

babaturk@mynet.com hasantulkay@hotmail.com http://hasanhoca.azbuz.com http://hasanhocam.skyrock.com

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.