Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım…

18Ara/200

PROF.DR. SÜLEYMAN YALÇIN: TÜRK – İSLAM SENTEZİ’NİN AYDINLAR OCAĞI

20091111151644

PROF.DR. SÜLEYMAN YALÇIN: TÜRK - İSLAM SENTEZİ'NİN AYDINLAR OCAĞI

18 Aralık 2016 tarihinde ebediyete uğurladığımız Prof.Dr. Süleyman Yalçın hocama Allah rahmet eylesin.. Güzel insandı. Her zaman sıcak ve samimi yakınlığını gördük.

Süleyman Yalçın, 1926 senesinde Büyükanafartalar Köyünde dünyaya geldi. Anne tarafı Karesi Türklerindendir. Dedesi Hamit Sabri, Osmanlı ordusunda görevli, Balkanlar ve Çanakkale gibi birçok yerde görev yapmış bir askerdir.

İlk ve ortaokul eğitimini Çanakkale’de tamamlayan Yalçın, 1944 senesinde Kabataş Lisesi’nden, 1950 senesinde de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi’nde asistanlık ve doçentliğini tamamlayan Yalçın 1973 ve 1988 seneleri arasında profesör olarak öğretim üyeliği görevini sürdürdü.

Düşünce, sanat, edebiyat, kültür ve medeniyet merkezli birçok faaliyetin içinde yer alan Yalçın, yazar olarak Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla tanındı. Aydınlar Ocağı Genel Başkanı olarak yazdığı yazılar ve yaptığı konuşmalarla dikkati çeken Yalçın, yazılarını Büyük Doğu (1956-59, 1972), Yeni İstiklal (1962-63), Kök (1981-82) ve Boğaziçi (1984-86) dergileri ile Orta Doğu (1974) ve Tercüman (1976-88) gazetelerinde yayımladı.

Yalçın bir süre yurt dışında görev aldı.

Süleyman Yalçın, Aydınlar Kulübü’nün başkanlığını yapmıştır.

Prof. Dr. Süleyman Yalçın, Aydınlar Ocağı kurucular kurulunda bulunmuştur. 1988 senesine kadar Aydınlar Ocağı Başkanlığı yaptı. O dönem Aydınlar Ocağı’nın “Türk – İslam Sentezi” tezini ortaya attığı dönemdir. Türk -İslam Sentezi Türk düşünce ve fikir hayatında adeta bir dönüm noktası olmuştur.

Prof. Dr. Süleyman Yalçın, 18 Aralık 2016 tarihinde vefat etti.

Aydınlar Ocağı eski başkanı Süleyman Yalçın

Süleyman Yalçın, milli değerlere son derece bağlı bir ailede dünyaya gelir. Anne tarafı  Karesi Türklerindendir. Annesinin babası Hamit Sabri, Osmanlı ordusunda görevli, Çanakkale, Balkanlar gibi birçok yerde görev yapmış bir askerdir.

Baba tarafıysa Kırcaali’nin Mestanlı köyündendir. Babasının dedesi 1860’lı yıllarda Rus mezaliminden kaçarak iki arkadaşıyla birlikte Büyükanafartalar köyüne yerleşmiştir. Ayrıca babasının anne tarafı da Çerkez kökenlidir. Bunca insanı, farklı coğrafyalardan kopup gelseler de, bir arada tutan tutkal dindir, İslam’dır.

"Kasım"dan cevval ve asabi "Süleyman"a

Süleyman Yalçın bir Kasım ayında dünyaya geldiği için ailesi adını ‘Kasım’ koymaya karar verir. Belli ki adaklarını unutmuş gibidirler:

Evliliklerinin ilk üç yılında çocukları olmadığı için annesi, Bolayır’da medfun bulunan ve oralarda evliya telakki edilen Gazi Süleyman Paşa’nın türbesine giderek dua eder. Bu duadan yaklaşık bir yıl sonra genç kadının bir oğlu dünyaya gelir. Çocuğa doğduğu ay dolayısıyla Kasım adını verecekken Büyükanafartalar köyünden büyük bir zat, adaklarına uymalarını, çocuğun adını Süleyman koymalarını söyler. Ancak bir uyarı yapmaktan da geri durmaz: Haberiniz olsun, Gazi Süleyman Paşa’ya adanan ve adını ondan alan çocuklar biraz asabi olur.

Süleyman Yalçın’ın hayatı  yedi yaşına kadar Büyükanafartalar köyünde geçer. Bu dönemde dedesi hayatında güçlü bir figür olarak yer alır. Dede Ethem Bey özü sözü bir, doğruları söylemekten çekinmeyen, biraz sert bir adamdır. Hafızdır ve dinine son derece bağlıdır. İki katlı köy evinde Kelam-ı Kadim’in ayrı bir yeri vardır. Müstesna bir köşede duran Kur’an-ı Kerim sık sık açılmakta ve okunmaktadır.

“Artık hoca, mürit, şeyh… Hiçbiri yok!”

1933 yılında Süleyman Yalçın ilkokula başlar. Köylerinde okul olmadığı için o zamanlar yaklaşık on bin nüfuslu bir kasaba olan Çanakkale’de okuyacaktır. O yıl aynı zamanda Cumhuriyet’in onuncu yılıdır ve tüm ülkede olduğu gibi Çanakkale’de de “coşkuyla” kutlanmaktadır. Daha okulun ilk günlerinde kafası karışmaya başlar. Öğretmenlerine göre padişahlar kötü insanlardır, sadece kendilerini düşünen, makam mevki düşkünü kişilerdir. Dedesine göreyse her padişahta manevi olarak yedi evliya gücü vardır. Bu zıtlık o yaştaki bir çocuk için açıklanamaz bir şeydir. Yine de dedesine daha çok güvenmektedir...

Bir gün tüm okullar 1915 yılındaki Çanakkale Savaşı’nın geçtiği yerleri gözlemlemek için geziye götürülür. Süleyman Yalçın hem gözlüklü  olması hem de biraz hareketli olması nedeniyle Çanakkale Valisi’nin gözüne çarpar. Vali “Sen kimlerdensin bakayım?” deyince “Hafız Ethem’in torunuyum” diye cevap verir. Az önce yüzünde gülücükler açan vali hemen ciddileşir. “Artık Hafız, hoca, şeyh... Bunların hiçbiri yok, bunlar geçmişte kaldı!” der ve oradan hemen uzaklaşır. Bu, küçük Süleyman için tam bir şoktur. Sanki bir kabahat işlemiş gibi böyle paylanması onu çok üzmüştür.

Dedesini herkes bu adla bilir ve severken hem başka ne diyebilirdi ki...

Geçmişimizi yerlerdeki çöp gibi süpürtüp attırdılar

Bir başka anısı daha var ki o günlere ait, bugün bile hatırladıkça gözleri dolar:

“Öğretmenimiz bize sürekli Arap Alfabesi’nin ne kadar kötü, ne kadar öğrenilmesi zor olduğunu söyleyip duruyordu. Bunu zihnimize iyice yerleştirmek adına bir müsamere düzenledi. Biz öğrencilerin sahnelediği oyuna herkesin anne babası davetliydi. Tabii ki bizimkiler de gelmişlerdi. Oyun şuydu: Yerlere atılmış Arap Alfabesi harflerini (Kur’an harflerini) elimize tutuşturulmuş birer süpürge ile süpürüyor, sahnenin dışına atıyorduk. Böylece geçmiş denen “canavar”ın kollarından biri olan alfabeyi hayatımızdan söküp attığımızın mesajını vermiş oluyorduk. Elimde süpürge bana verilmiş görevi yaparken bir ara annemle göz göze geldim. Annemin gözünden oluk oluk yaşlar akıyordu. O an elimdeki süpürgeyi fırlatıp atmak, koşarak sahneden inmek istedim. Ancak öğretmenimizin denetleyici bakışları üstümüzdeydi. İçim kan ağlayarak devam ettim.”

Okumaya başlayanınca duramadı!

Süleyman Yalçın ilkokul ve ortaokul yıllarında, okuldan arta kalan zamanlarında, Çanakkale’de kırtasiyecilik yapan babasına yardım eder. Dükkânlarına yeni çıkan kitaplar kolilerle gelmekte, yine günlük gazete ve bazı dergiler onlar tarafından satılmaktadır. Her gelen koli onun için büyük bir nimettir. Bu dönemde Mahmut Esat Bozkurt, Reşat Nuri, Kerime Nadir, Nihal Atsız, Jules Verne, Victor Hugo gibi yazarların kitaplarından kendine yeni bir dünya kurar. Kitapların dünyası tek kelimeyle onu cezbetmiş, okumak aşkı bünyesini tamamen sarmıştır. Bu yüzden o dönemde iyi bir tahsil sayılan “ortaokul mezunluğu” onu kesmeyecek, lise okuması için babasından kendisini Çanakkale dışına göndermesini isteyecektir. Zira Çanakkale’de o yıllarda lise yoktur. Okumanın yolu gurbetten geçmektedir.

Babası “Gerçekten okumak, büyük adam olmak istiyorsan git” der. O zaten kararını  vermiştir...

İstanbul yılları

Babasının da izin vermesi ile lise tahsili için İstanbul Kabataş Lisesi’ne gelir.

İstanbul’a daha önce sadece akraba ziyaretleri için gelmiştir. Burada yaşayacak olmak ilk başlarda kendisine biraz zor gelir. Birincisi; İstanbul çok kalabalıktır, büyük bir şehirdir, burada bu karmaşanın içinde kaybolmaktan korkar. İkincisi; aksanında sorunlar vardır. Çanakkale ağzıyla konuşmakta, bazı kelimeleri yanlış telaffuz etmektedir. Üçüncü olarak da sınıfta Halk Parti önde gelenleri ve İstanbul paşazadelerinden birçok kimsenin çocukları vardır. Bu çocuklar arasında kendini gösterememekten, arka planda kalmaktan korkar. Neyse ki gerek çalışması gerekse de gözü pekliği ve zekâsıyla bütün bunların üstesinden gelecektir. Konuşmasını çok kitap okuyarak, konuşma alıştırmaları yaparak, birçok ortama girip çıkarak düzeltir. Derslerine her zaman iyi çalışır, bütün ödevlerini eksiksiz yapar. Her dönem hocalarının gözdesi olur.

Kabataş Lisesi’nde iken Nihat Sami Banarlı ile tanışır. Banarlı dersine girmese de aralarının iyi olduğu bir hocadır. Önceleri hoca öğrenci ilişkisi olarak başlayan tanışıklıkları daha sonra dostluğa dönüşür. Bu dostluk uzun yıllar sonra doktor hasta ilişkisi halini alacak ve hocanın vefatı ile son bulacaktır.

Yine bu dönemde Faruk Nafiz Çamlıbel ile tanışır ve onun sohbetlerinde bulunur. Bu tür edebi ve ilmi sohbetlerde bulunmak, birçok ünlü insanla tanışmak, onlardan istifade etmek ona büyük bir haz verir. Okumak, araştırmak, bilgi sahibi olmak onda tam bir tutku haline gelmiştir.

Kabataş Lisesi’ndeki son üç ayında hiç arzulamadığı bir olay başına gelir. Baştan beri fikirleri uyuşmayan bir hocası ona tam anlamıyla takmıştır. Aralarında sürekli bir tartışma hali vardır. Okul müdürü Cafer Bey bakar ki çok sevdiği öğrencisi mezun olamayacak, hemen anne ve babasıyla temasa geçer ve “Süleyman’ı Boğaziçi Lisesi’ne geçirelim, son üç ayı orada okusun” der.

Bu nakil Süleyman Yalçın’ın çok önemli bir kişiyle, özellikle de daha önce okuyup çok beğendiği ‘Çanakkale’ye Yürüyüş’ ve ‘Dalkavuklar Gecesi’ kitaplarının müellifi Nihal Atsız ile tanışmasına vesile olur. Nihat Sami Banarlı’da olduğu gibi bu tanışıklık da hoca öğrenci ilişkisini aşacak ve iyi bir dostluğa dönüşecektir.

Süleyman Yalçın’a göre Atsız dine biraz mesafeli de olsa onu en azından kültürel olarak reddetmeyen bir insandır. Atsız özü sözü doğru bir adamdır. Hatalarında ısrar etmeyen, yanlış yapmışsa özür dileyebilen bir şahsiyettir.

Görmek istediğin İslam ise görürsün!

Atsız’ın hayattaki son yıllarında bir gün, Süleyman Yalçın ve Nihal Atsız Karaköy taraflarında bir yürüyüşe çıkarlar. Vakit gurub vaktidir. Güneş tüm azametiyle batarken, gökyüzündeki muhteşem renk cümbüşü  karşılarındaki camilerin kubbe ve minareleri ile müthiş bir manzara oluşturmaktadır. Süleyman Yalçın elini kaldırıp karşı tepeleri gösterir ve sorar:

“Ne görüyorsun üstad? İslam’ı mı görüyorsun yoksa Türk’ü mü?”

“Ne yalan söyleyeyim, İslam’ı…”

“İşte üstad, İslam’a sahip çıkan, onun bayrağını yükseklere çıkaran Türk’ün marifetidir bu.”

Hem Atsız hem de Banarlı  Süleyman Yalçın’ın başkanlığını ve yönetim kurulu üyeliğini yaptığı Aydınlar Kulübü ve Aydınlar Ocağı’nda seminerler verecek, Yalçın’ın lise yıllarında başlayan dostlukları bu usta yazar ve fikir adamlarının ölümüne değin sürecektir.

Takunyalı akademisyenler

Süleyman Yalçın liseden sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girer. O yıl ailesi de Çanakkale’deki dükkânlarını satarak İstanbul’a yerleşir. Artık yurtta kalma dönemi bitmiştir. Akşamları dersten geldikten sonra annesinin sıcak çorbasını içebilecek, çamaşır-bulaşık derdi olmadan okula gidebilecektir.

Yalçın, 1950 yılında mezun olduktan hemen sonra askere gider. Kısa dönem askerliğinin ardından da Patoloji ihtisasına başlar. 1954–1957 yılları arasında İç Hastalıkları ihtisası yapar. Bu dönemde fakültede manevi değerlere bağlı, namazını kılan insan sayısı azdır ve bu bir avuç insan da kötü niyetli kişilerce “takunyalılar” olarak adlandırılmaktadır. Bu ‘takunyalılar’ın arasında Ayhan Songar, Ali Kemal Belviranlı gibi isimler de vardır.

1956 yılında Ekrem Şerif (Egeli) Hoca ile bilimsel bir Avrupa seyahatine çıkarlar. Uzun bir vapur yolculuğunun ardından vardıkları Marsilya’da Belediye bir ziyafet verir. Ekrem Hoca burada Süleyman Yalçın’a şampanya içmesini söyler. O ise, “Hocam” der “şimdiye kadar ağzıma koymadım, bundan sonra da koymayı düşünmüyorum.”

“Tamam, buna saygı duyuyorum” der Ekrem Hoca ve şaka yollu ekler: “Ama burada içmeyip başka bir yerde içtiğini görür veya duyarsam canına okurum!”

Aydınlar Kulübü’nden Aydınlar Ocağı’na

Muhafazakâr ve aydın insanların bir araya gelerek kurdukları Aydınlar Kulübü 1962 yılında işte böyle kötü bir iklimde faaliyetlerine başlar. Oluşumun isim babası Necip Fazıldır. Beyazıt Karaağaç İş Hanı’nda herkesin kapısından kimlik göstererek girdiği kulübün kurucular kurulundaki isimlerden bazıları şunlardır:

Süleyman Yalçın, Asım Taşer, Ayhan Songar, Kemalettin Erbakan, M.Şevket Eygi, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç, Tarık Buğra, Mehmed Kaplan, Ferruh Bozbeyli, Ahmet Kabaklı, Erol Güngör, Asaf Ataseven, Ekrem Hakkı Ayverdi, Cevat Ayhan, Sabahattin Zaim, Emin Işık, Fethi Gemuhluoğlu, Turgut Özal, Nevzat Yalçıntaş, Cevat Babuna.

Kulüpte her cuma ve cumartesi akşamları seminerler düzenlenir. Nurettin Topçu, Nihat Sami Banarlı, Ali Fuat Başgil, Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel Serdengeçti, Arif Nihat Asya, İsmail Hami Danişment gibi isimler burada konuşmalar yapar. Toplantılara Anadolu’nun birçok yerinden akademisyenler ve bilim adamları da katılır. Kulübün kuruluş gayesi yıllar sonra Süleyman Yalçın tarafından şu şekilde dile getirilecektir:

"Amacımız, üniversite muhitine yakın, gençlerin rahat gelebileceği, aynı zamanda memleket meselelerini, milli kültür ve ilim bazında konuşup tartışabileceği bir mekân ve imkân oluşturmaktı."

MTTB'nin gelişimi

Kulüpteki seminerlere aralıksız devam eden ve o yıllarda üniversite öğrencisi olan Rasim Cinisli, İsmail Kahraman gibi isimler buradan aldıkları ilhamla çeşitli dernek ve vakıfları “ele geçirme” yoluna giderler. 1965 yılına gelindiğinde Milli Türk Talebe Birliği sol görüşlü öğrencilerin elinden çıkıp Rasim Cinisli’nin başkanlığındaki muhafazakâr öğrencilerin eline geçer.

Süleyman Yalçın 1964 yılında “doçent” ve “karaciğer uzmanı” sıfatıyla bu alandaki gelişmeleri yakından takip etmek amacıyla Amerika’ya gider. Aydınlar Kulübü’ndeki başkanlığını da o tarihte doçent olan Prof. Dr. Sabahattin Zaim’e devreder.

Başkan Yalçın’ın yurt dışına gitmesi ve kulüp üzerinde yoğunlaşan baskıların neticesinde 1965’den itibaren Aydınlar Kulübü eski işlevini kaybeder.

Kulüp 14 Mayıs 1970 yılında, Demokrat Parti’nin iktidara gelişinin yirminci yıl dönümünde, bu sefer “Aydınlar Ocağı” adı altında tekrar kurulur.

Aydınlar Ocağı o yıllarda Karaağaç İşhanı’ndaki yerinden çıkıp Cağaloğlu’ndaki Yeşilay Cemiyeti’nin binasına taşınmıştır. Ocak yıllar içerisinde İbnü’l-Emin Han’a, oradan Laleli’ye gidecek ve en son Fatih’te şimdiki yerinde faaliyette bulunacaktır.

Aydınlar Ocağı’nın ilk başkanlığını İbrahim Kafesoğlu üstlenir. Yönetim kurulunda da Süleyman Yalçın ile birlikte Metin Eriş, Muharrem Ergin, Necmettin Hacıeminoğlu, Altan Deliorman gibi isimler vardır.

Aydınlar Ocağı ilk ziyaretlerinden birini Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a yapar. Sunay görüşmede heyettekilere şunları söyler: "Ben hoca çocuğuyum ama cumaya gitmeye çekiniyorum. Gerçekten üniversitelerde sizin gibi hocalar var mı? Vardı da bu zamana kadar neredeydiniz?”

Süleyman Yalçın 1970 yılında tekrar Amerika’ya gider. Üniversite kendisini ne zaman isterse yurt dışına göndermekte, ona her türlü kolaylığı sağlamaktadır. Bu gidişinde üç yıl kalır...

1973 yılında Aydınlar Ocağı’ndaki farklı eğilimdeki insanlar arasındaki anlaşmazlık gün yüzüne çıkar. Zira Aydınlar Ocağı sadece dindar insanlardan oluşmamaktadır. Aralarında dine mesafeli duran ve sadece Türkçülüğü önceleyen kişiler de vardır. Bu anlaşmazlığın artık durulma imkânının kalmadığını gören Başkan Kafesoğlu, Süleyman Yalçın’a iki mektup yollayarak ondan Türkiye’ye dönmesini ve duruma el koymasını ister. Çağrıya uyan Yalçın, dönüşünde Aydınlar Ocağı başkanı seçilir. Anlaşmazlıkları sona erdirmek, “önce Müslüman mıyız, yoksa Türk müyüz?” türünden tuhaflıkları nihayete erdirmek amacıyla Türk’ün tarifini yapar: “Türk, Türkçe konuşan Müslüman’dır.”

Süleyman Yalçın zamanında Aydınlar Ocağı Türk İslam sentezini resmi görüş olarak benimser. Artık böyle beyhude tartışmaları rafa kaldırarak tekrar ana gayesine odaklanır... Yeniden seminerlere başlanır. Necmeddin Erbakan, Alparslan Türkeş, Süleyman Demirel gibi liderler ocağın genel merkezinde seri konferanslar verirler. Bu dönemde ülkedeki sağ partilerin bir türlü birleşip koalisyon kuramaması üzerine Aydınlar Ocağı siyaset üstü bir rol üstlenir. Birleşmeyi sağlamak adına ne gerekiyorsa yapar. Aralarında Süleyman Yalçın, Ayhan Songar, Metin Eriş ve Muharrem Ergin’in de olduğu 12 profesör bir araya gelir, bir beyanname yayınlar. Bu 12 kişilik kadro birçok defa Ankara’ya giderek liderlerle konuşur ve bu ayrılığa bir son verilmesini isterler. Milliyetçi Cephe hükümetleri Aydınlar Ocağı’nın bu yoğun çabaları neticesinde kurulur.

Prof. Dr. Süleyman Yalçın 1988 yılına kadar Aydınlar Ocağı’nı yönetmeye devam eder. 1974’den 1988’e kadar geçen bu 14 yıllık sürede Aydınlar Ocağı kuruluş amacına uygun bir biçimde çalışır.

Süleyman Yalçın; durmayan, her daim atan bir münevver yürek

Prof. Dr. Süleyman Yalçın’ın üniversite hocalığı 1993 yılında kanuni emeklilikle son bulsa da bu tarihten itibaren yaklaşık on yıl daha özel hastalarını çeşitli mekânlarda muayene etmeye devam eder. 2003 yılında ise görevi tamamen bırakır. Şu anda 84 yaşında olan ve bu uzun hayat serüveni boyunca Necip Fazıl, Muhammed Hamidullah, Osman Yüksel Serdengeçti, Nihal Atsız, Musa Carullah, İsa Yusuf Alptekin, Zeki Velidi Togan, Alparslan Türkeş, İsmail Hami Danişmend, Osman Turan, Arif Nihat Asya, Faruk Nafiz Çamlıbel, Nihat Sami Banarlı, Reşat Nuri Güntekin, Münevver Ayaşlı, Samiha Ayverdi, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Tarık Buğra, Ziyad Ebüzziya, Aydın Bolak, Hasan Basri Çantay, Ömer Nasuhi Bilmen gibi birçok isimle tanışan Yalçın, hala çeşitli dernek ve vakıflarda konferanslar vermekte; tecrübelerini yeni nesillerle paylaşmaktadır… 

Yukarıda yer alan kaspamlı tanıtım  yazısı https://www.dunyabizim.com/portre/efsanevi-suleyman-yalcin-h3004.html sayfasından alınmıştır.

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.