Necdet Topçuoğlu beyden derslik bir makale, Üzeyir Garih ile ilgili bölüm daha da ilginç.
Necdet Topçuoğlu beyden derslik bir makale, Üzeyir Garih ile ilgili bölüm dahada ilginç.
1999 yılında Tarım ve Köy İşleri Bakanlığında müsteşar yardımcısı olarak görev yaptığım dönemdi. Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi (DEİK) toplantılarının birincisi Ankara Hilton Otelinde yapılmıştı. Bakanlığı temsilen ben katılmış ve “Türkiye’de Tarım” konulu ingilizce bir sunum yapmıştım.
Aynı yıl DEİK toplantısının ikincisi ABD’de Washıngton d.c, Grand Hayat Otelde yapılacaktı. O dönem DEİK eş Başkanı rahmetli Mustafa Koç idi. Bakanlığımıza DEİK eş Naşkanı sayın Mustafa Koç tarafından bir yazı gönderilerek, bakanlığınız müsteşar yardımcısı Necdet Topçuoğlu tarafından birinci DEİK toplantısında yapılan sunumun ABD de yapılacak ikinci toplantıda da yapılması istenmektedir. Her türlü masrafı DEİK tarafından karşılanmak üzere adı geçen müsteşar yardımcısının görevlendirilmesi talep edilmektedir deniliyordu.
Dönemin Tarım ve Köy İşleri Bakanı sayın Mahmut Erdir beni makamına çağırdı. Yazıyı bana verdi ve incele de görüşelim dedi. Tamam sayın bakanım dedim ve ayrıldım. Bir süre sonra icelediğim yazı ile birlikte, takrar sayın bakanın odasına gittim. Ne yaptın dedi. Efendim davet özel sktörden geliyor. Masrafların DEİK tarafından karşılanmasını kabul etmemiz doğru olmaz. Ancak, Personel Genel Müdürüne sordum bütçenin ilk yarı yurt dışı ödeneğinde paramız kalmamış. Bu nedenle o toplantıya katılma imkanımız görünmüyor dedim. Sayın Bakan, olmaz öyle şey dedi, bu gün Cuma sen gidecekmiş gibi hazırlıklarını yap, ben Dışişleri Bakanı sayın İsmail Cem bey ile görüşür sorunu çözerim dedi. Cumartesi öğleden sonra evin bahçesinde kendi arabamızı yıkıyordum ki sayın Bakan aradı. Ne yapıyorsun dedi. Efendim arabayı yıkıyorum dedim. Müsteşar arabamı yıkar, bırak yıkasınlar dedi. Efendim biz alışmışız öyle de gidiyor dedim. Şimdi ben sayın İsmail Cem bey ile görüştüm. Ödenek sorununu hallettim. Sen Pazartesi Bakanlığa uğramadan doğru hava alanına gidiyorsun, seni orada Dış İşleri görevlileri karşılayacak ve yardımcı olacaklar dedi. Baş üstüne efendim dedim ve vedalaştık.
ABD Washıngton d.c Grand Hayat Otele gittim ve Bakanlığımız adına sunumu tekrar yaptım. Rahmetli Mustafa Koç ve yeni tanıştığım sayın Cüneyt Zapsu kürsüden inince ilk tebrik edenler oldu. Kalabalık bir Türk heyeti vardı. Birçok farklı konularda sunumlar yapılıyordu. O dönemde ABD Kansas’dan Ranagra firması hayvancılık yapmak üzere, Türkiye’den arazi kiralamak ve özellikle de Tigem’in Iğdır’da bulunan Kazımkarabekir İşletmesini istiyordu. O işletmemiz Ermenistan, İran, Nahçivan sınırında ve güvenlik açısından stratejik bir işletmedir. Heyetler arası görüşmelerde Türk tarafına ben başkanlık ediyordum. O işletmeyi kiralayabilmek için ABD’nin Ankara Büyükelçisi Marc Parris bile devredeydi. Ben de onlara, medem hayvancılık yapacaksınız size sınırdan uzak olan Muş Alpaslan İşletmesini verelim diyordum. Yok amacınız hayvancılık dışında başka konuları kapsıyorsa, o zaman bu görüşmelere Genel Kurmay, MİT Müsteşarlığı ve İçişleri Bakanlığı’nı da dahil etmek zorundayız. Sınır güvenliğimiz önemlidir ve bakanlık kararını aşar. Devlet meselesi haline gelir. Bu görüşmeler sırasında ne sayın Bakandan, nede Hükumetten bir müdahale görmüyorduk. Bize, milli menfaatlerimiz neyi gerektiriyorsa o konuya odaklanın deniliyordu.
İşte o Ranagra firmasının temsilcisi beni Washinton’da buldu. Bu toplantılar çerçevesinde düzenlenen “Altın Kahvaltı” var. Bende bir adet fazla davetiye var. Sizi oraya davet ediyorum dedi. Bende sizin bizim Bakanlığımızla iş yapmak için talebiniz var. Bu kahvaltı nedir bilmiyorum. Ayrıca ben davetli değilim. Bu konuda Dışişeri Bakanlığımıza ve büyükelçimize danışmam lazım dedim. O dönem sayın Baki İlkin bey Washıngton Büyükelçimiz idi. Hemen yakınımızdaydı sordum, gerekli bilgiyi aldım ve katılamayacağımı bildirdim. Sonra Dışişleri Bakanlığı Müsteşar yardımcısı bir davetiye getirdi. Sayın Müsteşarım bizim davetlimizsiniz dedi ve beni katımaya ikna etti. “Altın Kahvaltı” 1000 dolar. Kendi paramla katılma imkanım hiç yok.
İçeriye girdik, gösterilen yere oturdum. İlk defa böyle bir kahvaltıya katılmanın şaşkınlığı var. Oturum başkanı ABD Dışişleri Bakanı James Baker’in eşi bayan senatör Kezıban Baker idi. Etrafıma bir baktım. Tanıyabildiklerimden Erkut Yücaoğlu, Selçuk Yaşar’ın kızı Feyhan Kalpaklıoğlu, Cüneyt Zapsu, Üzeyir Garih, Ulaştırma Müsteşarı Süreyya Yücel Özden ve dışişleri mensupları var.
Usül gereği oturumun konuk konuşmacısı emekli bir ABD generaliydi. Başkan generali kürsüye davet etti. General konuşmasında balkanlar ve ortadoğu gelişmelerini ele alıyordu. Konuşmasının bir yerinde Yugoslavya’nın parçalanmasını ele aldı. Konuyu Bosna Hersek noktasına taşıdı. Hemen oradan Türkiye’nin güneydoğu sorununa değinip, “Bosna Hersek sorunu ile kürt sorunu tam olarak birbirinin benzeridir” diye cümleyi bağladı. Bu gerekçe ile Türkiye’de bir federasyona gidilmesinin zorunlu olduğunu vurguladı.
Etrafa bir baktım Türk zevatdan çıt yok. Benim sağ tarafımda rahmetli Üzeyir Garih oturuyordu ve sarı bir zarfın üzerine çeşitli karalamalar ve notlar yazıp çiziyordu. Beyeefendi bakarmısınız adam küfür gibi laflar ediyor, kimseden ses çıkmıyor dedim. Evet duydum çok rahatsız oldum dedi. Ben Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Müsteşar yardımcısıyım. Bu kahvaltıya sonradan özel davet edildim. Burada bana söz düşmez dedim. Rahmetli dediki, ne söylemek gerekir sayın müsteşarım, bana söyleyin, söz alıp ben söyleyeyim, benim söz hakkım var dedi. Efendim “esas benzerlik, Bosna Hersek sorunu ile sözde kürt sorunu arasında değil, Miloseviç ile Abdullah Öcalan arsında var, çünkü her ikisi de kandan besleniyorlar” demek lazım dedim. Rahmetli hemen zarfın üstüne not aldı. Konuşmacı generalin sunumu bitip yerine oturmasından sonra elini kaldırıp, senatör söz istiyorum dedi. Senatör Keziban Baker, yerinizden mi, kürsüden mi konuşmak istersiniz diye sordu. Yerimden senatör dedi.
Senatör, ben yahudi kökenli Türk vatandaşıyım. Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanıyım. 80 yldır biz Türkiye’de ticaret ile meşgulüz. Kazanıyoruz, vergimizi veriyoruz. Hiç bir sorunumuz yok. Hukuk önünde hür ve eşit Türk vatandaşlarıyız dedi.
Konuşmasına, benim ülkemde herhangi bir etnik ayrım, inanç ayrımı söz konusu değildir. Kürt yurttaşlarımızdan Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı, ordu komutanı, zengin iş adamları çıkmıştır. Her yurttaş yeteneği ölçüsünde fırsat eşitliğine sahiptir. Bu nedenle senatör, sayın generalin “Yugoslavya’nın Bosna Hersek sorunu ile Türkiye’nin sözde kürt sorunu arasında bir benzerlik var” ifadesinin gerçeği yansıtmadığını belirtmek istiyorum. Ancak senatör, general bir benzerlik arıyorsa ben kendisine adres vermek istiyorum. Esas benzerlik, “Miloseviç ile Abdullah Öcalan arasıda var, çünkü ikisi de kandan besleniyorlar” dedi. Salon buz kesti. Ölüm sessizliği var. Teşekkür ederim senatör dedi. Otururken ben ayağa kalktım ve tebrik ettim.
Bir de baktık ki o general söz almadan koşar adım kürsüye gidiyor. Kürsüye varır varmaz, rahmetli Üzeyir Garih’e parmak sallayarak “ısrar ediyorum ki, Bosna Hersek sorunu ile kürt sorunu arasında bir benzerlik var” dedi. Yerine döndü. Rahmetli Üzeyir Garih ayağa kalkarak, senatör, ben generale cevap vermedim, salondaki saygıdeğer heyet yanlış bilgilenmesin diye doğruları açıkladım, mesele budur. Teşekkür ederim senatör dedi. Bana göre çok değerli bir milli görevi yerine getirmiş oldu.
Bu toplantıdan sonra rahmetli Mustafa Koç başta olmak üzere, Türk heyetinden birçok kişi rahmetli Üzeyir Garih’i tebrik ettiler. Rahmetli ile bizim aramızda da bir dostluk köprüsü kuruldu. Karşılıklı yazışmalar, tebrikleşmeler, İstanbul’a gittiğimde ziyaretler oluyordu. Bir defasında beni Piyer Loti’ye kahve içmeye götürdü. Hayat hikayesini ve İshak Alaton ile iş ortaklığından söz etti. Eyüp Sultanda Küçük Hüseyin Efendi’nin türbesinin bakımı ile yakından ilgilendiğini anlattı.
Aklımdan geçti ama, efendim siz ki bu kadar ünlü, tanınan bir iş adamısınız. Neden korumasız sade vatandaş gibi geziyorsunuz diyemedim. Sanıyorum bir yıl sonra Eyüp mezarlığında Küçük Hüseyin Efendinin türbesi yakınıda çarşı izinine çıkan bir asker tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Katil ifadesinde para istedim vermedi onun için öldürdüm dedi ama bu hiç inandırıcı bulunmadı. Anladım ki, gizli örgütler işbirliği yaparak bir suikasti planlarsa bundan kurtulma şansı sıfırdır. Bu tür suikastlerde tetiği çeken veya bıçağı saplayanların neden bu işi yaptıklarını bilmediklerini düşünürüm. Bu cinayetlerin arkası çok derindir. Zaten merak edeler de o derinlikte kaybolup giderler. Üzeyir Garih cinayeti de nice planlı cinayetler gibi sırları ve gizemleri ile birlikte tarihteki yerini almıştır. Ancak halen benim içimde kanayan bir yara olarak tazeliğini korumaktadır.
Üzeyir Garih beyefendiyi tanıdıktan sonra, milliyetçi olmak ve milli görevleri yerine getirmek için, mutlak anlamda Türk kökenli olmak gerekmediğini, aidiyet duygusunun çok daha önemli olduğunu kavradım. Bu vesile ile kendisini rahmetle anıyor, kendi dini inançları çerçevesinde, Allah ameli ile muamele eylesin diyorum. Bu arada yazıda isimlerini yazdıklarımın çoğu bu anıyı okuyacaklardır. İzin almadığım için haklarını helal etmelerini diler, okuyucularıma saygılar sunarım.
Leave a comment
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.