Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım…

15Eyl/180

“EYLÜL’ÜN KIRDIĞI GÜLLER” – İlyas KARABIYIK

41487150_10211952822607616_1502401168121266176_n“EYLÜL’ÜN KIRDIĞI GÜLLER” - İlyas KARABIYIK
Bu yazı “12”den vuran “Eylül”ün “Onlar”ın ruhunda ve bedeninde açtığı onulmaz yaralara, yüreklere düşürdüğü derin acılara ve bugünkü hâl-i pür melalin tedai ettirdiği hüzünlü duygulara dâir bir derkenardır.
                  * * *
        "Onlar”, ‘mazlum ve mahzun bir nesil’di...
        “Onlar”, ‘mağdur iken mahpus olan’ boynu bükük birer karanfildi...
        “Onlar”; başı dik, alnı ak, sevdası Hak olan güzel insanlardı...
        “Onlar”; “Kevser akan, ‘Gül’ kokan” kahramanlardı...
        “Onlar”, Türk’ün yürek sesiydi...
        “Onlar”, Türkiye’nin beşik kertmesiydi...
        “Onlar”, idealizmin son efsanesiydi...
        “Onlar”, Anadolu’nun alın teriydi...
        “Onlar”, “Bu Ülke”nin “yerli”leriydi...
        “Onlar”, “Türk Dünyası”na sevdalı gönüllerdi...
        “Onlar”, “Eylül’ün Kırdığı Gül”lerdi...
        “Onlar”; bize “Eylül”den değil, “Ocak”tan yadigârdı... “Onlar”,‘BizimÇocuklar’dı
    

                             .       * * *                                     

Hüzün dolu bir hazan mevsimi geldi yine..
        Hayat; umudun, heyecanın, ıstırabın, hüsranın, sabrın ve şükrün iç içe girdiği bir zaman dilimidir...
        Hayat; hasreti, gurbeti, sevinci, mutluluğu, hicranı ve vuslatı çileyle dokur...
        Hayat, karmakarışık bir rüya gibi, farklı duyguları birlikte yaşatır insanlara...
        Hayattan eksilen yıllar; yüreklerimizdeki bahar hasretiyle şekillenen bir kardelen olur kimi zaman...
        Kimi zaman, maziye yaslanan hüzzam nağmeleriyle, hasretin efkârı yakıp kavurur sineleri...
        Kimi zaman, hissiyatın doruğa çıktığı dönemlerde bir türlü aklın elinden tutamaz; duygu ve düşüncelerinizi doğru dürüst ifade edemezsiniz...

Kimi zaman, gençlik yıllarındaki unutulmayan anların, duygularımızı tutuşturan heyecanların, içimizi ısıtan “Ocak” adlı mekânların, “Eylül”de verilen imtihanların, baharda yaşanan hazanların, Taş Medreselerin çilesiyle hemhâl olan ve sabrın doruklarında kemal bulan insanların ve akıncılar çağından bu güne gelip gönlümüze taht kuran isimsiz kahramanların hüzünlü hatıraları bir yangın yerine çevirir yüreğimizi…   

Ve kimi zaman, hüzne dair ne söylense az gelir...

Hazan mevsiminde düşen sarı yapraklar, herkesin içindeki hüzün duygusunu harekete geçirse de hayatlarını “din ü devlet, mülk ü millet” yoluna adayan, Turan sevdasıyla için için yanan, “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya” olan ve yetmişli yılların toz duman ortamını soluklarken baharlarına kan damlayan “kayıp bir nesil” için, “12”den vuran  “Eylül”ü hatırlatan her sonbahar mevsimi anlatılmaz bir elemin yaşandığı kahır dolu günlerdir...  İşkencehanelerde her türlü zulme maruz kalan, gençliklerini yaşamadan yaşlanan, çektikleri acıları en yakınlarından bile saklayan, sessiz çığlıklarını yüreklerine saplayan ve aşina oldukları  “melal”in asaletini yaşayan “Eylül’ün Kırdığı Güller” için, her hazan mevsimi tarifi imkânsız simsiyah bir hüzündür...
          Çünkü “Onlar”, “mukaddes bir dava”nın etrafında bir araya gelmiş; 1980 öncesinde tezgâhlanan kirli senaryoların tam ortasında kalmış; Soğuk Savaş Dönemi’nin hükümran olduğu yıllarda gençliğini, okulunu, istikbalini, hayatını ve arkadaşlarını kaybetmişlerdi...
        Çünkü “Onlar”, “tarafsızlık adına denge politikalarına malzeme yapıldıkları oduncu kantarına benzeyen 12 Eylül adaletinin (!)” getirdiği haksızlığın, zulmün ve mahkûmiyetin her çeşidini bizatihi yaşamışlar; mağduriyetin, mahzuniyetin ve mazlumiyetin her türlü hüznünü yüreklerinin bütün hücrelerinde duymuşlardı...
        Çünkü “Onlar”; vezinsiz bir dünyada yaşayan, fakat hayatın “Gül” kokulu bir kafiyesi olmak isteyen, İ’lây-ı Kelimetullah davasına olan sadakat fermanını kanlarıyla yazıp canlarıyla mühürleyen, “Bu düzen batmaz ise bu vatan batacaktır.” diyen, “gölgesiz ve lekesiz bir adalet nizamı” kurmak için canını ve kanını sebil eden 20. yüzyıldaki gazi-dervişlerdi...
        “Onlar” ki; bir 12 Eylül’de “Vurguncu Düzen’in işbirlikçileri” tarafından yüreklerinden vurulan, “vatanı ve milleti çok sevmenin hesabı” akıl almaz işkencelerle sorulan, Mamak’taki C-5’lerde çarmıha gerilen, yargılanmadan haklarında idam kararları verilen, hüzünleri semavi sevdaların huzur ikliminde durulan, hâlâ gözbebeklerinde “Ay-Yıldızlı bir sevda”nın coşkusu ve heyecanı bütün renkleriyle görülen vefakâr ve cefakâr insanlardı… Ve “Onlar”; kimsesizliğin, çaresizliğin ve yapayalnızlığın her çeşidini yaşamışlar; ezanın, cefanın ve çilenin her türlüsünü yudumlamışlar; fakat hepsinden daha çok, “vatandaki gurbet”ten ıstırap duymuşlardı…
        “Onlar”ı yâd ettiğimiz zaman, içimizi sızlatan bir hicranın feryadını duyarız kalbimizde... Fırtınalı yıllardan geriye kalan ve bedeli çok ağır ödenen bir hareketin geçmişini ve bugününü çok farklı duygular içinde hatırlarız... Gönlümüzü şad eden nice hatıralarla coşarken; yüreğimize dokunan hadiselerin efkârında için için yanarız...
        “Onlar”ı yâd ettiğimiz zaman, çıkarsız dostlukları, karşılıksız sevgileri, çekilen acıları, verilen şehitleri, yüreğimizin en mutena köşesine oturttuğumuz eskimeyen hatıraları, bazen ah ederek, bazen tarifsiz bir heyecan duyarak ve bazen de gönlümüze çöken koyu bir hüznün gölgesinde gözlerimiz bulutlanarak anarız...
        "Onlar"ı andığımızda; öğrencilik yıllarımız, “Ocak”larda geçen acı-tatlı günlerimiz, uykusuz gecelerimiz, fikir çilemiz, kutsi ideallerimiz ve gençlik hayallerimiz resm-i geçit yapar gözlerimizin önünden...   
        “Onlar”ı yâd ettiğimiz zaman; 12 Eylül öncesi verilen mücadeleler, mukaddes bir dava için ödenen bedeller, karda-kışta omuzlanan şehitler, delikanlı çağında sırtlanan mesuliyetler, bir “Kara Eylül”le zirve yapan işkenceler, Mamak’taki mahkemeler, Taş Medreseler, izbe zindanlar, karanlık ve soğuk hücreler, rutubetli koğuşlar, gergin voltalar, tezgâhlara açık maltalar ve şafak vaktinde infaz edilen idamlar bir bir canlanır hayalimizde... Yaşıtları, kendi gelecekleri için tozpembe hayaller kurup “oyunda, oynaşta” günlerini gün ederken “Bu Ülke” uğruna çile çekenler, en güzel yıllarını hapishanelerde geçirenler, cezaevi dışında madden ve manen perişan olan aileler; her hafta bin bir sıkıntıya, zorluğa ve tahdide rağmen Mamak’taki yakınlarını ziyarete gelmekten yorulmayan vefalı insanlar, biçare babalar, gözü yaşlı analar, çilekeş kardeşler ve nişanlısı idama mahkûm edilen bahtı kara yavuklular hüzünle düşer yâdımıza... Bütün bunlar hayalimizde canlanırken kalemin kırıldığı, darağacının kurulduğu, sükûtun yorulduğu, konuşmanın beyhude olduğu zamanlarda duyduğumuz ve kelimelerle asla tarif edilemeyen bir hâlet-i ruhiyeyi yeniden yaşarız...   
        Tilavet ettiği son hatmin duasını, idam edilmeden önce bizzat kendisi yapan, celladından bile helallik isteyecek kadar kâmil bir mümin olan, yüreğinde Hubeybî bir iman taşıyan ve;       
        “Sevgili’ye giden yolu
        Darağacında bulan"   
Mustafa Pehlivanoğlu’nun, Ali Bülent Orkan’ın, Selçuk Duracık’ın, Halil Esendağ’ın, Fikri Arıkan’ın, Cevdet Karakaş’ın, Ahmet Kerse’nin, Cengiz Baktemur’un ve İsmet Şahin’in metanet, fazilet ve cesaretle Hakk’a yürüyüşlerini hatırladığımız zaman terlemeye başlar gözlerimiz...
      “Onlar”ı her yâd ettiğimizde; “urganlı şafaklardan nurlu basamaklara” yol bulan “Yusuf Yüzlü Dokuz Yiğit”in acısı kavurur yüreklerimizi...  “Bir ekmeği bölüşen; bir battaniyeyi, bir endişeyi, bir ümidi paylaşan; ölümle hayat arasındaki ince çizgide hayatla ve ölümle cilveleşen...” alperenlerin hatıraları yakar içimizi...  Ve koyu bir “hüzn-ü tahattur”, otuz yıl öncesine alıp götürür bizi...
        Müşterek bir geçmişin aziz hatıralarını ihtiramla yâd edenler için “ülküdaşlık”; aynı ana-babadan sudûr eden kardeşliğin bir önceki hâli, ahiret kardeşliğinin bir sonraki mertebesidir ve “dava arkadaşlığı” da “kardeşlik hukuku”ndan bir cüzdür...  Bu anlayışın müntesipleri, “Onlar”ı kalplerinin en müstesna yerinde misafir etmişler ve hiçbir şartta “dünya ve ahiret kardeşliklerine” gölge düşürmemişlerdir... Her kim, “Eylül’ün Kırdığı Güller” hakkında “kardeşlik hukuku”nu inciten; edebe, ahlaka ve insanlığa sığmayan bir laf ederse, unutmaması gerekir ki, “üslubu beyan aynıyla insandır” ve “kem söz sahibine aittir”... “Onlar” ki , “dava arkadaşlığı”ndan bihaber olanlara “Edeb Ya Hu” derler ve maziye dayanan dostluğa verdikleri ehemmiyet sebebiyle de daha başka bir söz söylemezler...  Çünkü “Onlar”, “Bir Güzel Ülkü” için bir ömür hasreden; kalemi, kelamı ve selamı Kıble’ye dönük olan; “Ülkücülük” denince duyguları şaha kalkan, bütün “ülküdaş”larını rozetiyle değil yüreğiyle kucaklayan ve çizgilerinde kırıklık bulunmayan “Delikanlı Ülkücüler”dir... 
        “Seksen Öncesi”nin bu idealist gençliğinin gönülleri genç olsa da; “Onlar” saçlarından giymeye başladıkları beyaz kefenleriyle her geçen gün biraz daha gün batımına yaklaşıyor ve “asude bahar ülkesi”ne vasıl olanlar artarken, “dünya gurbeti”ni mesken tutanların sayısı “Kıbrıs Gazileri” misali bir bir azalıyor...
        Yahya Kemal, “1918” adlı şiirinde,
        “Ölenler öldü, kalanlarla muzdarip kaldık,
        Vatanda hor görülen bir cemâatiz artık”
diye duygularını dizelere dökerken sanki doksan yıl öncesinden “Onlar”ı tarif ediyordu… Zira “Onlar”, dün olduğu gibi bugün de yine hor görüldükleri, yalnız kaldıkları ve akıl almaz töhmetler altında bırakıldıkları için, yine mazlum, yine mahzun ve yine mağdur; belki de kendi ülkelerinde hep öksüz, hep yetim ve hep sahipsiz oldukları için dünkünden çok daha gönlü kırık, daha muğber ve çok daha muzdaripler…     
          “Onlar”; terörist artığı liberaller, ateist kalıntısı eski tüfekler, sentetik sosyalistler, rüzgârgülü idealistler, devşirme dava adamları, fason demokratlar ve etnik fitneye çanak tutan, ama Türk milliyetçiliğini tekfir eden nev-zuhur muhafazakârlar gibi “değişim fırtınası”na kapılmadıkları gibi; inançlarını, ölçülerini ve ideallerini de berhava etmediler ve ettirmediler...     
            "Onlar”, vasıtaları gaye yerine koymadıkları ve araçları amaç edinmedikleri için ne şahısları, ne de nefislerini putlaştırdılar...               
"Onlar”, Allah (c.c.) hatırından daha üstün bir hatır, vatan ve millet menfaatinden daha yüksek bir menfaat tanımadıkları için, bazıları gibi ne millî davalarından ne de Besmeleli sevdalarından vazgeçtiler... “Onlar”; “Din, dil, tarih ve millet” konularına Türk-İslam Medeniyeti Penceresi’nden baktıkları için, batıcı-pozitivist zihniyetin günümüzdeki temsilcilerinden olup, şimdiki vazifeleri millî (?) münafıklık olan “ulusalcılar”la da asla kol kola girmediler ve hiçbir zaman müşterek hareket etmediler... Çünkü “Onlar”; inançlarından, ideallerinden, milliyetlerinden ve şahsiyetlerinden katiyen taviz vermediler…       
        “Onlar”, ne ibadetlerini ticaret metaı yapan politika tüccarı, ne “sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasi”nin omurgasız elemanı, ne de menfaat dağıtan iktidarların bozuk parası oldular…       
        “Onlar”, ilkeleri olmayan köşesiz siyaset adamlığına ya da köşe dönmeciliğe teşne bir vatanperverliğe veya dünyevi arzulara peşkeş çekilen bir maneviyatçılığa değil, hükümet menzilli siyasi hedeflerin ötesindeki kültür ve medeniyet mihverli bir idealizme, inanç ve ahlak nizamını kuvveden fiile geçiren ecdat yadigârı bir fazilete, şahsi sevdaları hiçe sayan ve gelecek nesilleri kucaklayan millî mefkûrelere talip oldular… Çünkü “Onlar”, her zaman ve her şartta “ülkücü” olarak kaldılar ve bu sıfatı taşımayı en büyük şeref bildiler…       
        “Onlar”, korkunun dağları sardığı “kenan tufanı”nın en şedit günlerde bile ülkülerini yüksek sesle dile getirdiler...  “Onlar”; en vahşi işkencelere uğradılar, çok ağır bedeller ödediler; idam sehpalarının altından vakarla geçtiler ve hiçbir zaman zalimlere boyun eğmediler... 
        “Onlar”; zindan karanlığında kaldılar, fakat gönül mimarlarının rahlesinden yüreklerine semavi ışıklar taşıyıp, gözlerine rahmet bulutları indirerek seyyiatlarını gözyaşlarıyla yıkadılar ve nefs-i emareden nefs-i kâmiline giden yolda mesafe kat ettiler...   
        “Onlar”; “Erdem” şahikası bir mustarip olan 20. yüzyılın Şeyh “Galip”inden hem feyz aldılar, hem de gönderdiği “Mektup”lar sayesinde “garip” kalmanın ıstırabını hafiflettiler... Zaten “Onlar”, bu fâni dünyada “garip” olarak yaşadılar ve “Emrine şükür” duasını dillerinden hiç düşürmediler… “Onlar”; garip geldiler, garip kaldılar, garip öldüler; ama ne Altı Köşeli Yıldız’ın, ne de İstavroz’un gölgesinde zevkten dört köşe oldular…
        “Onlar”; inandıkları yolda dosdoğru yürümeyi ve dimdik olmayı şiar edindikleri, darıdünyada bırakın namerde, merde bile muhtaç olmayı kabul etmedikleri için kırılmayı göze aldılar, fakat hiç bir zaman eğilmediler ve bükülmediler       
        Çünkü  “Onlar”
        Daha bıyıkları bile terlemeden; “Ülkü denen nazlı gelin”e vurulmuşlar ve “Ay-Yıldızlı sevdaları”yla destan olmuşlardı dillere
        Çünkü  “Onlar”;
“Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz!” diyerek gözlerini daldan budaktan sakınmadan bu kutlu mücadeleye atılmışlar ve gönüllü olarak çıkmışlardı bu meşakkatli yollara...
        Çünkü  “Onlar”;
“Yürü, hâlâ ne diye oyunda oynaştasın?
Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın…” 
ikazına uymuşlar ve “Yeni Bir Türk Asrı”nın inşası için gönül seferberliğini başlatmışlardı Turan denen illere...
        “Onlar”;
“Gül-i ruhsârına meftûn olanlar şüphesiz Sensiz;
Ne mülk ü mâl u câh ister, ne de zevk ü safâ ister."
diyerek  “Gül” aşkıyla meftun olmuşlardı, “Gülzâr-ı Nebi”de açılan katmer güllere…
        “Onlar”; emdiği sütün, içtiği suyun, yediği ekmeğin, bastığı toprağın ve astığı bayrağın hakkını ödemek için varlıklarıyla bu vatana yıllar yılı kan verdiler, can verdiler, akla hayale gelmez insanlık dışı muamelelere uğradılar; fakat buna rağmen mübarek ecdadımızdan tevarüs ettikleri bir asaletle hareket ettiler, “kan kustular”, fakat dosta düşmana karşı “kızılcık şerbeti içtik” dediler; belki de “bile bile aldandılar, kaybettiklerine değil aldatıldıklarına yandılar ve “Üstü kalsın!” deyip acı acı gülümseyerek hesabı imzaladılar”...
        “Onlar”; “devletlü”ler tarafından insanlık dışı zulme ve haksızlığa uğratılsalar da,
        “Ben kırk kere İsmail
        Babam İbrahim değil”
deseler de, devlete kırgın ve muğber olsalar da, kendilerine bunca işkenceyi reva gören cuntacılara ateş püskürseler de, vatandaşlıktan çıkartılıp sürgünde yaşamaya mecbur bırakılsalar da “Her şeye rağmen bu devlet bizim devletimizdir” demişler, ne Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne, ne de Uluslararası Adalet Divanı’na Türkiye’yi şikâyet etmişlerdir. Bunu zül kabul etmişler; bırakın bu işe teşebbüsü, bu düşünceyi hatırlarından bile geçirmemişlerdir
        Çünkü “Hilkat, ‘Onlar’ın kumaşını bayrakların kumaşıyla birlikte dokumuş, hamurlarını Allah’a adanan kınalı kurbanlık koçların hamuruyla yoğurmuş, sütlerini haysiyet ve feragatin imbiğinden gerçmişti...
        Çünkü “Onlar”;
        Sarsılmayan imanları,
        Bitmeyen heyecanları,
        İnanılmaz kahramanlıkları
        Dünyayı hiçe sayan yanları,
        Haram değmemiş kazançları
        Değişime uğramayan inançları,
        İçten dışa doğru kucakladıkları “Millet-ümmet-beşeriyet” eksenli idealleri,
        Hudutlarla asla sınırlanmayan ve şimdiki zamana mahpus kalmayan hayalleri,
        Menfaat tornasından ve harami sofrasından geçmeyen tavizsiz hâlleriyle; "Ay-Yıldızlı bir bayrak”, “İpeğe sarılmış çelik”, “İstikamet sahibi bir güzel insan”... olarak vasfedildiler ve gerçek birer “dava adamı” diye tesmiye olundular... “Onlar”; hiçbir zaman ve hiç bir şartta ne “adam”lıklarına halel getirdiler ne de “dava”larına gölge düşürdüler... Bu sebeple siyasi muarızları tarafından bile “Adam gibi adam” olarak nitelendirildiler…
        Hasılıkelam, her türlü toplum mühendisliğinin sergilendiği “siyah-beyaz bir cinayet filmi” olan 12 Eylül 1980’le, ‘akl-ı selimin şirazesinden çıktığı bir siyaset filmi’ olan 12 Eylül 2010 arasında geçen şu 30 yılda; “temel referanslar”, “fikrî müşterekler” ve “siyasi tercihler” başta olmak üzere pek çok şey değişse de, “değişim” (?!) modası, herkesi ve her şeyi perde-pûş eylese de, “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” kelamı herkesin dilinden düşmeyen bir söz hâline gelse de, “Onlar”; ‘değişimin, dünyanın değişmez bir kuralı olduğuna, ama bazı değer yargılarının değişmemesinin de hayatın bir başka değişmez kaidesini oluşturduğuna’ yürekten inandılar… “Onlar” ‘Ülkücülüğü, sıradan bir siyasi hareket değil; bir medeniyet iddiasına sahip olan, kalbi Türkiye için çarpan, gönlü Türk-İslam Dünyası’nı kucaklayan idealist insanların savunduğu bir dava ve millî-İslami-insani hasletlere sahip ahlaki bir duruş’ olarak gördüler... “Onlar”; dinî ve millî referanslarını hiç değiştirmediler, asla devşirilmediler, şahsi menfaatlerin ve dünyevi sevdaların peşinden gitmediler, kişilik ve kimlik zaafiyeti göstermediler...  Ve “Onlar”dan dünya misafirliğini tamamlamayanların büyük çoğunluğu, zihinlerinde ülkenin geleceğine ve Türk Dünyası’nın istikbaline dair büyük projeler bulunmasına, birikim ve kabiliyetleriyle çok daha üst seviyede bir hayata ve makama layık olmalarına rağmen; inançlarından ve ülkülerinden hiçbir zaman taviz vermedikleri, harama el uzatmadıkları ve dünyevi mevkiler için eğilip bükülmedikleri için, sade bir hayat sürdüler ve sıradan bir insan olarak aramızda yaşamaya devam ettiler…   
        Kim bilir;
        Belki bir caddede yorgun adımlarla yürürken gördüğünüz,
        Belki bir belediye otobüsünde sırt sırta verdiğiniz,
        Belki bir hastane koridorunda yan yana durduğunuz,
        Belki bir şehirde güven veren duruşundan cesaret alıp adres sorduğunuz,
        Belki vakur tavırlarına ve babacan hâllerine kanınız kaynayıp yanına vardığınız,       
      Belki aynı mahallede komşuluk yaptığınız, samimiyetiniz çok fazla olmasa da bir haksızlığa uğradığınızda hemen yanı başınızda bulduğunuz ve sıkıntılı günlerinizde yardım almak için başvurduğunuz, 
          Belki, sert bakışlı, sarkık bıyıklı ve saçları dökülmüş bir devlet memuru diye vasfederek odasına girdiğiniz,
          Belki; emekli olup, elinden tuttuğu torununu parkta gezdirirken bir anda dostluk kurduğunu,   
      Belki, omuzlarına binmiş olan hayatın yükünü taşıma telaşı içinde çırpınırken, bir vesileyle sohbet etme saadetine erdiğiniz,
        Belki televizyondaki bir tartışma programında ya da bir panelde dinlediğiniz; duruşundaki vakara, hitabındaki asalete, düşüncelerindeki berraklığa ve konuşmalarındaki mantık silsilesine hayran olup “Sağlığın, vatanın ve devletin kıymeti kaybedilince anlaşılır.” diye biten bir cümlesinden nice hikmet çiçekleri derdiğiniz,     
        Belki; dünkü celadet ve cevvaliyetine taş çıkartan bir sükûnet ve teslimiyetle bir mürşidin rahlesine diz çöküp nefsini dize getirmeye çalışırken bir dergâhta buluştuğunuz ve bir hatmeye birlikte oturduğunuz,     
        Belki, neden millî, İslami ve insani problemleri bu kadar dert edindiğine, neden Türk-İslam Dünyası’nın her meselesine hassasiyetle sahip çıktığına, neden hadiselere mübarek ecdadımız gibi “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” zaviyesinden baktığına ve niçin yıllar yılı “yatağına kırgın” aktığına ya da akıtıldığına akıl yorduğunuz...               
        Bir kimseye rastlarsanız, bu kişi belki de “Onlar”dan birisidir...     
            Artık, ömrü ikindiye çoktan merhaba demiş, yaşı elliyi devirip altmışına merdiven dayamış, tavırları olgunlaşırken millî hassasiyetleri hiç azalmamış, haksızlık karşındaki tepkileri sessiz perdelerde kalmamış bir kişiyle karşılaşırsanız, bu kişi de büyük ihtimalle “Onlar”dan birisidir...       
        “Türkiye” deyince bakışları çakmak çakmak olan, “İstiklâl Marşı” okunurken gözleri dolan, “Mamak” denilince yürekten bir “ah” çekip derin bir elemin içine dalan,  “Yemen Türküsü”nü dinlerken en koyu hüzünler gözbebeklerinde dalgalanan ve “Çırpınırdın Karadeniz” marşını hançeresini yırtarcasına haykıran birisini görürseniz, bu kişi de mutlaka “Onlar”dan birisidir...
        Bir gün “Sonsuzluğun Sahibi”ni tefekkür ederken aşka gelen, bir gün minarelerden “Şehbâl açan rûh-ı revân-ı Muhammedî”yi dinlerken, dudaklarından;     
        “Bu ezanlar ki şehâdetleri dînin temeli
        Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli”
dizeleri dökülen; bir gün elindeki tespihini ritmik hareketlerle çekerken Türk Milleti’nin “Gül” aşkını büyük bir coşkuyla dile getiren; “İ’lay-ı Kelimetullah için Nizam-ı Âlem Ülküsü”nden bahseden ve külhani tavırlarına Medrese-i Yusufiye’de dervişhan muhabbetler ekleyen birisine rastlarsanız, biliniz ki bu kişi de mutlaka “Onlar”dan birisidir… 
        “Onlar” ki, Seksen Öncesi’nden söz açılınca boğazlarına bir yumruk tıkanır, şehit olan “can gardaşları”nı hatırlar ve sükûtun çığlıklarındaki derin düşüncelere dalıp giderler…      “Onlar” ki; kan ve barut kokulu can pazarında ülküdaşlarıyla omuz omuza verdiği günleri, şafaklarına kan damlamış geceleri ve meşakkatin her çeşidinin paylaşıldığı o çileli zaman dilimindeki candan arkadaşlıkları anıp eski hatıralarını yaşlı gözlerle yâd ederler…     
        “Onlar”dan sadece bir kişiyi bile tanımışsanız, diğerlerini de çok kolay tanırsınız… Bakışlarındaki inanç, tavırlarındaki vakar, düşüncelerindeki idealizm, duruşlarındaki asalet, karakterlerindeki mertlik, tokalaşıp kucaklaşmalarındaki sertlik ve bu sert görüntünün arkasında saklı olan engin merhamet, hudutsuz bir samimiyet ve vatan sevgisindeki o büyük kesafet, bu “kayıp neslin” değişmez özellikleridir… 
          Fazla söze ne hacet; “Onlar”ı tanımak için sadece gözlerine bakmanız yeterlidir… Çünkü hangi yaşta olurlarsa olsunlar, onların gözlerine “Ay-Yıldızlı bir sevda ışığı”nın demir attığını görür ve bakışlarıyla terennüm ettikleri; 
        “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
        Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır…”
anlayışındaki bir inancın tezahürlerinin, “kâl” değil, “hâl” olduğuna gösterdikleri millî reflekslerle tanık olursunuz..     
        Ve “Onlar”ın düşüncelerinde;
        “Alperenler; bir aşılmaz dağdılar,
Aydınlığa gönül verip, yıldızları sağdılar…
Nurlanıp, nur üstü nurdan,
Tekbirlerle doğdular…
Tek başına destandılar,
Tek başına çağdılar…”
anlayışına müdrik bir idealizmin kıyam ettiğine ve sinelerinde, rozetlerinden çok daha büyük bir yürek taşıdıklarına şahit olursunuz vesselam..
        Bu vesileyle “Eylül’ün Kırdığı Güller”den ahirete göçenleri hayır dualarla yâd ediyor; Cenab-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret diliyor, Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’dan şefkat ve şefaat niyaz ederken, “Güzel atlara binip giden o güzel insanlar”a Yahya Kemal’in Veda Gazeli’nden bir beyitle sesleniyorum:
        “Tekrar mülâkî oluruz bezm-i ezelde;
        Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler…”
        Ve “Onlar” diye tesmiye ettiğimiz “Bu güzel insanlar”dan hayatta olanlara; hayırlı bir ömür, sağlık, afiyet ve saadetler diliyorum...
        "12 Eylül”ün yıldönümü dolayısıyla kaleme aldığımız bu yazı vesilesiyle, kendisini “Onlar”dan birisi olarak gören herkese en kalbî muhabbetlerimi ve baki selamlarımı arz ediyorum.”
Benim manevi abilerim,işte böyle yiğit insanlardı.Ben okurken gözyaşlarıma hakim olamadım. Bu yazı vesilesiyle Eylül’ün kırdığı güllerden, ahirete göçenleri hayır dualarla yâd ediyor, Cenabı Haktan rahmet ve mağfiret diliyorum, bu güzel insanlardan hayatta olanlara ise hayırlı bir ömür sağlık afiyet ve saadetler diliyorum. lütfen yazıyı okuduktan sonra kahramanlara bir fatiha yollayınız saygılarımla,

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.