Necef’te Bir Gece – Prof.Dr. Hacı DURAN
Necef’te Bir Gece – Prof.Dr. Hacı DURAN
Necef Irak’ın dördüncü büyük kentidir. Doğu İslam medeniyetinin kurucu örnek kentlerinin başında bulunan Kufe’nin asrımızdaki kentidir. Günümüzde birçok dini eğitim kurumunu yaşatmakla bu özelliğini kısmen de olsa sürdürüyor. Şii mezhebinin en önemli dini otoriteleri ve makamları burada bulunuyor. Çok sayıda Ayetullah ve dini otorite burada faaliyetlerine devam etmektedir. Şii alimler çoğunlukla Necef’i İran’ın Kum kentinden daha üstün bir kutsal mekan olarak görürler. Buradaki dini mercilerin fetvaları daha bağlayıcı olarak görülür.
Kufe Üniversitesine bağlı olarak kurulan, “Merkezu’d-Dirasati’t-Tahassusiye” adlı kuruluşun yetkilileri bizi Kufe Üniversitesinin daruziyafe adlı ikametgahında misafir ettiler. Merkez adına hem bir medreseli hem bir üniversiteli olan Dr. Halid Yunus Numani, hava alanından otele kadar, Kufe’nin kutsal türbelerini, Osmanlılar’ın bu türbelere verdikleri emekleri anlattı. Türkiye ile daha çok ilmi, iktisadi ve kültürel işbirliği yapmak istediklerini söyledi.
Hz. Zehra’nın Lokması
İlk ziyaretim Necef’te Hz. Fatma’nın vefatı münasebetiyle evlerde düzenlenen davetlerden birisine katılmak oldu. Hz. Fatma’nın vefatı anısına şehirde hali vakti iyi olan hayır ehli aileler, evlerinin bahçesinde herkese açık sofralar düzenliyor. Bu sofralar Türkiye’de müteveffa yakınlarımız hatırasına ailelerin yaptıkları tatlı ve yemek ikramlarına benziyor. Hz. Fatıma’yı Zehra bütün müminlerin annelerinden birisidir. Bundan dolayı Onun anısına düzenlenen lokma törenleri sürekli tekrarlanıyor.
O kadar çok ikram düzenleniyor ki, şehrin meskun mahallerinin sokaklarını yemek kokuları sarıyor. Çok sayıda yoksul ailenin olduğu kentte bugün birçok aile gıda ihtiyacını bu sofralarda karşılıyormuş. İzarlarına sarılmış kadınlar, erkekler ve çocuklar sokaklarda kocaman yemek tepsilerini taşıyarak sağa sola koşturuyor.
Yemek ikramı yapılan evlerden birisine konuk oldum. Kapılar herkese açık. Gelen herkese kıyma dedikleri bir yemek ikram ediyorlar.
Kıyma; kıyılmış et, mercimek, nohut unu ve birçok baharatın karışımından meydana gelen et ve pirinçten ibaret bir yemektir. Büyük bakır kazanlarda kaynatılan pilavlar, kazanın başına oturmuş tıknaz adamlar tarafından avuçlanarak metal servis tabaklarına tıka basa dolduruluyor. Bulamaç kıvamına getirilen ve koyu kahverengi bir görünümü olan kıyılmış et, nohut unu ve çeşitli baharatlardan mürekkep yemek ise bir kepçe ile pilavın üstüne aktarılıyor. Yemek servisi yapanlar izdihamda zor hareket ediyorlar. Evin ve bahçenin her tarafına rastgele bir şekilde dağılmış olan bu insanlar, yemek tabaklarını servisçilerden alıyorlar. Kimi parmak uçları, kimi avuçları kimi de kaşıkla bu kalabalık ortamda yemeğini yemekte. Yemek esnasında birbirlerine teşekkür ediyorlar, selamlaşıyorlar.
Bu yemeklere katılmak bir çeşit bayramlaşma işlevi görüyormuş. Davetin sahibi Müslim Humeyyid Abu Akil, yemeklerin dağıtıldığı mekanın köşelerinde bir sandalyede oturuyor. Gelen misafirleri selamlıyor. İnsanların yemek götürmesinden ve yemesinden zevk alırcasına mutlu ve huzurlu bir şekilde oturmuş vaziyette manzarayı izliyor. Arada bir misafirleriyle ilgilenmesi için teşrifatçılara, çocuklarına ve torunlarına emirler veriyor.
Virane Necef’in Yaşam Savaşı
İkinci ziyareti ise, Ayetullah Beşir Necefi’ye yaptık. Eski Necef’in daracık, karmaşık, orijinal yapıları bozulmuş sokaklarının birisinin başında oturuyor. Eski Necef aslında olmayan bir kent. Eskiye ait binalar viraneye dönüşmüş olmakla birlikte, yeni bir ikametgahın arabesk biçimlerini canlanmıyor. Eski Necef sadece konum veya muhtemel coğrafik bir alan olarak mevcuttur. Çünkü eskiye ait özgün ne bir cami? ne bir türbe? ne bir ev? ne de bir sokak var.
Burda mimari dokular sürekli yıkılıyor. Yeni malzeme ile konumun müsaade ettiği biçimiyle eklemeler yapılarak tekrar inşa ediliyor. Eskiden Necef, surları olan nizami bir kent imiş. Duyduğum kadarıyla 1930’lu yıllardan itibaren surlar tahrip edilmeye başlanmış. Şimdi onlardan çok az bir iz kalmış. Eski Necef dediğimiz alan ile yeni Necef’i birbirinden ayıran şey, çoğrafik konum ve eski Necef’in daha pejmürde ve salaş bir mekana dönüşmüş biçimleridir.
Necef’in bu bölgesi; eskiyle yeninin bozulmuş biçimlerinden meydana gelen karmaşık, düzensiz bir arabesk manzara sunmaktadır. Çöl tozları, yarısı yıkık durumda olan evlerin tuğlalarından sökülen parçalar topraklaşmış biçimleriyle burada birbirine karışıyor. Bu karışım beslenme ve benzeri tüketim malzemesi atıklarıyla birleşince karmaşık bir kirli manzara ile yüzleşiyorsunuz.
Genelde bir iki katlı evler, bu evlerin üst katlarını tek mekana dönüştüren kaba malzemeden yapılmış odalardan mürekkep bir yerleşim alanıdır bu bölge. Telefon ve elektrik kabloları, bozulmuş mimari dokunun üstüne atılmış elektronik malzeme yığını gibi bir görüntü vermektedir. Sokaklarda çöpler, kirli sular birbirine karışmış vaziyette duruyor. Çocuklar bu kirli ve izbe görünümlü alanları oyunlarıyla şenlendiriyor. Mahalle sakinleri sokaklarda birbirlerine bağırarak konuşuyorlar, dertleşiyorlar.
Rehberimizin aktardığına göre, bu evlerde çok sayıda şeyh, medrese tarzı bir dini eğitim veriyormuş. Yer yer ilahi sesleri, Kura’nı kerim tilaveti, sert ve haşin üsluplu vaazlar ve marş sesleri sokak gürültülerine karışmaktadır. Kura’nı kerimden duyduğum ayetler, mekanın ve karmaşık kasvetli sosyal ortamın ilginç ve korkutucu havasını değiştirmekte, manevi bir umuda dönüştürmektedir.
Ayetullah Beşir Necefi’nin Dergahı’nda Ateizm Tartışmaları
Bu sokaklara girmek için ciddi bir kontrolden geçmek zorunda kaldık. Kontrol genel bir teamül mü? Yoksa Ayetullah Necefi’nin dergahının güvenliği için mi yapılıyor? Kendi güvenliğimi düşünerek sormadım. Ama Necefi’nin mekanına girerken içerde iki kere daha kabaca kontrol edildik. Özellikle fotoğraf çekmenin yasak olduğu tembih edildi.
Necefi bize söylenene göre Irak’ta bulunan dört büyük Ayetullah’tan biriymiş. Necefi Irak’ta önemli bir dini otorite olmakla birlikte oldukça mütevazi, kısmen yıkık bir dergahta ikamet ediyor. Başımızı eğerek iki kapıdan geçtikten sonra oturduğu ve vaazlarını verdiği odaya girdik. Oda’nın tabanında yıllanmış bir halıfleks seriliydi. Halıfleksin üstünde eskimiş bir minder üzerinde oturuyordu. Yan tarafında vaazları sokağa ulaştıran bir mikrofon duruyordu. Hasta olduğunu, doktorların kendisine müsafaha yapmayı yasakladığını, söyledi. Bu özründen dolayı üzgün olduğunu belirtti. Aslen Pakistanlıymış. Üniversiteden ve medreseden gelen birçok ziyaretçisini daracık ve salaş mekanda karşıladı. Odanın hiçbir penceresi yoktu.
Konuşmasına Bakara suresinin 151. ayetini okuyarak başladı. Bu ayeti kerimeyi açıklarken, Müslümanların önce nefislerini arındırmalarını ve temizlemelerini sonra bilim öğrenmeleri ve öğretmeleri gerektiğini örneklerle anlattı. İslam tasavvuf geleneğinden örnekler vererek, nefis tezkiyesinin önemini açıkladı. Müslümanların nefis terbiyesine dikkat etmeden ilim öğrendiğini, bunun da fayda getirmediğini söyledi, medrese ve üniversite eğitimindeki yetersizliklere vurgu yaptı.Her iki eğitimi müşterek bir girişim ve uygulama olarak düzenleme gereğini söyledi.
Konu önemli bir sorunun gündeme getirilmesiyle alevlendi. Ve farklı bir alana kaydı. Daracık odaya alınan ve benim gibi ziyaretçi olanların hepsi, İslam ülkelerinden ve Irak’tan gelen öğretim üyeleriydi. Iraklıların Havza dedikleri medrese dersiamlarıydı. Şiddet, terör, fanatizm ve tekfir konularında tebliğ hazırlayan Iraklı uzmanlar, birden bire, Irak’ta ateizmin, dinsizliğin ve ibahiliğin çok arttığını söylediler. Dinsizlik akımının gençler, üniversite öğrencileri ve öğretim üyeleri arasında arttığını belirttiler. Basra Üniversitesi’nden birisi, bir Ayetullah’a bunun sorumlusunun ayetullahların desteklediği ve yönlendirdiği İslamcı mezhepçi siyasi hareketler olduğunu ihsas ettirdi.
Konu terör olmaktan çıktı. İlhad veya dini tamamen inkar meselesine dönüştü. Ayetullah Necefi, dinsizliğin artmasından üniversitelerin eğitim programlarını ve medyayı sorumlu tutan bir dil kullandı. Ancak çok ilginç bir şekilde dinleyiciler, itiraz ettiler. Iraklı üniversite hocaları, din adamlarının, politikacıların ve dini grupların fanatik tavırlarının ve ahlaki olmayan tutumlarının inkarcılığı arttırdığını söylediler. Rüşvetin, yolsuzluğun, şiddet içeren ve dini figürlerle süslenen politik dilin, yeni nesilleri dinden uzaklaştırdığını belirttiler. Basra, Kerkük ve Bağdat üniversitelerinden gelen hocaların çoğu, bu duruma vurgu yaptı.
Irak’ta dinsizliğin arttığında herkes hemfikir oldu. Ancak dinsizliğin artma sebepleri konusunda Ayatullah Necefi’nin huzurunda uzun tartışmalar yapıldı. Bazıları Irak’ta dinsizliğin artma nedenini resmî laik, liberal ve batıcı eğitim programlarına bağladı. Ancak Milli eğitim bakanının çok dindar olduğunu söyleyerek bu gerekçeye itiraz edenler oldu!? Konu eğitim bakanının yetkilerine kadar uzandı. Bazıları da Irak’ta eğitim politikalarının; UNESCO, yabancılara bağlı olarak sosyal hizmet işleriyle uğraşan sivil toplum kuruluşları ve medya tarafından yönlendirildiğini söyledi.
Ancak çoğunluk ve hatta Necefi bile, dinsizliğin artmasında; dini politik grupların din ile bağdaşmayan davranışlarda bulunmasından kaynaklandığını kabul etti. Politikacıların nefretle yüklü bir din dili kullanmaları, mutedil dindarları dinden uzaklaştırıyor.
Dinsizliğin artması konusunda Lübnan’dan Ekrem Bereket, Beyrut Amerikan üniversitesinin faaliyetlerinden örnekler verdi. Mısır ve Suudi Arabistan’da dinsizliğin Irak’taki oranlardan çok daha fazla arttığını söyledi. Yapılan anketlerden elde edilen verilerin ürkütücü olduğunu belirtti. Beyrut Amerikan üniversitesinin dinsizliği teşvik etmek için özel projeler hazırladığını ve bu projelerin başarılı olduğunu söyledi.
Necefi’nin dergahında islam dünyasının önümüzdeki dönemlerde ne ile karşı karşıya kalacağını iki saatlik bir tartışma ile fark etmiş olmak çok ilginç. Çünkü İslamcı sosyal dalga, siyasileştikçe fanatikleşiyor, fanatikleşme arttıkça dışlama mekanizmaları etkili oluyor. Merkeze yerleşen fanatik dini gruplar, merkezin uzlaşıya dayalı hoşgörülü geleneğini bozuyor. Uzlaşı dışı kalan kitleler; anlaşılan, bu fanatik dini tutumlara duydukları tepkiden dolayı, dinden uzaklaşmış oluyorlar.
Hz. Ali’nin Haziresi
Gecenin son ziyaretini Hz. Ali’nin türbesine yaptık. Necefi’nin evinden türbeye yürüdük. Türbeye uzanan sokaklar oldukça canlıydı. Akşamın bu geç saatlerinde mahalle araları boşalmışken burası oldukça kalabalıktı. Bütün dükkanlar açıktı. Manevi değeri olan hediyelik eşyalar satıyorlardı. Hz. Ali’nin türbesinin kubbesi ve minaresi oldukça görkemli duruyordu. Türbeye doğru kalabalığa uyum sağlayarak yürüdük.
Bu süreçte, çocukluğumdan beri, hafızamda canlandırdığım Hz. Ali’nin, ilmini, hakkaniyetini, adaletini, fedakarlığını, kanaatkarlığını, ihlasını, teslimiyetini, mütevaziliğini, tabiiliğini, insanseverliğini, aşkını, yiğitliğini, cesaretini ve secaatini düşündüm. Bir an için sanki kendisine katıldığım devasa kalabalık, içinde yürüdüğüm bu çarşı, karşımda gördüğüm altın yaldızlı ve ışıklarla renklendirilmiş devasa bina yokmuş gibi tefekkür ettim.
Ancak bir müddet sonra türbenin mimarisine ve türbeye duyulan içtimai ilgiye dikkat kesildim. Bu dikkat türbeye yaklaştıkça katlanarak arttı. Bir müddet sonra bildiğim, öğrendiğim ve örnek aldığım Ali unutuldu. Mimarların ustalıkları, Hazirenin güvenlik kontrol polisleri, ziyaretçilerin duaları, toplu hareketleri, yakarışları, eşiklere tazimde bulunmaları, türbenin iç ve dış tezyinatı, gümüş ve altın kristallerin geometrik biçimleri, bu kristallerden yansıtılan ışık demetleri cazibelerini gittikçe arttırdı.
Bir taraftan kelamullahın beşeri bir misali olarak Hz. Ali’yi düşündüm. Bir taraftan bu misale Emevilerin politik iktidar uğruna yaptıkları saldırıları ve bu saldırılarda Allah’ın ayetlerini araçlaştırmalarını düşündüm. Bir taraftan Hz. Ali bağlıları arasında ortaya çıkan ve O’nu şehid edecek kadar fanatikleşen Haricileri düşündüm. Sonra Hz. Ali’yi ve evladını her zaman Hilafet adına kışkırtıp cephede yalnız bırakan Kufe ve Irak halkının tükenmeyen pişmanlık yakarışlarını düşündüm.
Öte taraftan Hz. Ali’nin hilafet görevini yapmasını engelleyen Emevilerin akibeti ile bu mezarın saraya dönüşmüş biçimini düşündüm. Çok tuhaf, O yıllarda saraylar emevilerin oldu; kara toprak ise ehli beytin oldu. Ama kitleselleşen haksızlığa karşı çıkma, Hz. Ali ve Ehli beyt sevgisi, acıyı, ızdırabı, katlanmayı ve ölümü canlandırdı, saraylara, panayırlara, ziyaretgahlara, panayırlara ve mimari dehaya dönüştürdü. Karşımda gördüğüm bu mukaddes mekan bu söylediklerimi kanıtlıyor.
Gecenin bu geç saatlerinde, Hz. Ali’nin mezarının yanı başında Ayetullah Necefi’nin dergahında, ilhadın veya dinsizliğin artması hakkındaki münakaşaları düşündüm. Mübarek türbede gecenin bu saatinde Cenab-ı Hakk’a yakarışlarını dua ederek, şiir ve ilahi okuyarak türbe eşiklerini öperek dünyanın dört bir yanından gelmiş inanmış insanları gözlemledim. Onlar üzerinden, kendimi anlamaya çalıştım.
Sonra İslam medeniyetinin ilk misallerinden olan Kufe’nin viraneye dönmüş genel halini ve özgün mimarisi yıkılmış olan kentin şimdiki halini ve akibetini tahayyül ettim. Ölümün, şiddetin ve terörün her şeye hakim olduğunu düşündüğümüz bu ülkede, insanların koşuşturmalarını ve çok daha aktif etkili hayatlar inşa etme çabalarını, bu durumla karşılaştırdım. Nerden bakarsanız bakınız Necef kenti ve insanları standart kalıp bilgilere göre davranmıyor. Çok özgün ve belkide herşeyden daha çok saygı duyulması gereken, yeni bir insani deneyimle bizi yüzleştiriyor.
http://www.haciduran.com/2017/03/09/1164/
Leave a comment
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.