
SEHVEN Mİ? BİLİNÇLİ Mİ? – Fazlı KÖKSAL
SEHVEN Mİ? BİLİNÇLİ Mİ? – Fazlı KÖKSAL
Murat Bardakçı bir yazısında; “Cumhuriyet döneminde İslâmiyet, itikad, tarih, edebiyat, sanat ve şarkiyat gibi bahisleri toplu şekilde ele alan en mükemmel yayın hangisidir?” diye sorulacak olsa, cevabım “Diyanet’in çıkarttığı ve internete de ücretsiz olarak koyduğu 45 cildlik İslam Ansiklopedisi’dir”… Diyor.
Gerçekten de tamamlanması 25 yıl süren,15.541 maddeden ve 16.915 alt maddeden oluşan, bazı maddeleri onlarca sayfa süren büyük bir çabanın ürünü kapsamlı bir eser…
Müşkülpesent bir aydın olan Murat Bardakçı’nın bile takdirle bahsetmesi bir yana, her olayı eleştirmeleriyle tanınan Ekşi Sözlük yazarları bile Diyanet Vakfı’nın yayımladığı İslam Ansiklopedisi’nden övgüyle bahsediyorlar.
Medyada da, günümüz yaşantısıyla bağdaştırılmaması nedeni ile bazı fıkhi konularda getirilen eleştiriler dışında, yalnızca 6.12.2016 tarihli Yeniçağ Gazetesinde Prof. Dr. İbrahim TELLİOĞLU’nun "İslam Ansiklopedisindeki Kürtler Maddesi" başlıklı eleştiri yazısına rastladım… Ayrıca bazı internet sitelerinde ufak tefek eleştiriler…
Ancak körün taşı gibi bana mı rastlıyor bilmem ama Diyanet Vakfı tarafından yayımlanan İslam Ansiklopedisinde ciddi yanlışlara rastladım. Muhtemelen bir ikisi sehven. Ama çoğu “yeni bir tarih inşa etme gayreti” ile ideolojik amaçla kaleme alınmış maddeler…
Örnek vereyim;
GAZİ MUSTAFA KEMAL, NASIL ATATÜRK OLDU? – Dr. Sakin ÖNER
GAZİ MUSTAFA KEMAL, NASIL ATATÜRK OLDU? - Dr. Sakin ÖNER
Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Atatürk’ün fâni varlığının aramızdan ayrılışının 82. yılını idrak ediyoruz.
Zaman ilerledikçe Atatürk’ün büyüklüğünü ve bize kazandırdıklarının değerini daha iyi anlıyoruz. O’nun gerçekleştirdiklerini ve düşündüklerini değerlendirdikçe, bizi ne kadar iyi tanıdığını, görüşlerinin ne kadar isabetli olduğunu, daha iyi kavrıyoruz. O zaman, diğer dünya liderlerinden tamamen farklı bir konumda olduğunu görüyoruz.
Doç. Dr. Azime Telli Politika’nın Sorularını Yanıtladı
Doç. Dr. Azime Telli Politika’nın Sorularını Yanıtladı
Günümüzde Türk dış politikasının en önemli gündem maddesini Doğu Akdeniz merkezli gelişmeler oluşturuyor. Bölgedeki gelişmeleri enerji jeopolitiği açısından yorumlar mısınız?
Günümüzde dünya enerji jeopolitiğinde ciddi bir dönüşüm yaşanıyor. Bu dönüşüm, 2000’li yılların ilk on yılında yaşanılan gelişmelerden beslenmektedir. Kaya gaz devriminin gerçekleşmesi ve başta Avrupa olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarına talebin artması söz konusu dönüşümün ana dinamikleridir. Tüm bunların tetiklediği “enerji bolluğu” döneminde Doğu Akdeniz bölgesinde yeni rezerv keşfi yapılmıştır. Ancak bu rezervler, dünya enerji piyasasını etkileyecek boyutta olmamakla birlikte, bölgesel dengeleri ve oldukça kırılgan olarak dinamikleri etkilemektedir.
Coğrafi açıdan bölgeye sınırı olan Türkiye, İsrail, Mısır, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Yunanistan, Lübnan, Suriye ve Libya’nın dışında bölge üzerinde çıkarları bulunan küresel güçler de bu rekabete dahil olmuştur. Bölgeye sınırı olmamasına rağmen ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve İtalya; Akdeniz’deki enerji denkleminde ağırlığını korumak istiyor. ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi verilerine göre, Doğu Akdeniz’de yaklaşık 3,5 trilyon metreküp doğal gaz ve 1,7 milyar varil civarında petrol rezervi bulunuyor. Bu miktar, dünya pazarı açısından önemli olmasa da bölgesel pazarın iştahını kabartmaktadır. Arz bolluğu, ekonomik kriz ve son olarak COVİD-19 salgınına bağlı olarak petrol fiyatında ciddi düşüş yaşanması, bölge rezervlerin geliştirilmesi sürecini yavaşlatmış durumdadır. Buna rağmen bölgedeki jeopolitik gerilim, münhasır ekonomik bölge ilanları üzerinden devam etmektedir. Bölge ülkelerinin hak iddiaları birbirleriyle çakışmakta olup; özellikle de Türkiye, bölgede yalnız bırakılmış durumdadır. GKRY’nin maksimalist politika izlemesi, sorunu enerji kaynaklarının ötesinde egemenlik ihlali boyutuna taşımış durumdadır. Buna bağlı olarak taraflar arasında sıcak çatışmaya giden süreçlerin yaşanması Doğu Akdeniz’i, küresel mücadelenin yeni düğüm noktası haline getirmiştir.
Halihazırda Doğu Akdeniz’de faaliyet gösteren başlıca enerji şirketleri arasında Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO), ABD’li Exxon Mobil ve Noble, Fransız Total, İtalyan Eni, Güney Koreli Kogas, Katar Petroleum, İngiliz BG ile İsrailli Delek ve Avner firmaları yer alıyor. Milli şirketlerinin menfaatlerini korumak isteyen ülkelerin bölgeye yakın ilgi göstermesi de dikkat çekicidir.
Ayrıca Türkiye’nin dışlandığı East-Med boru hattı projesi, bölgenin jeolojik yapısının kırılganlığı ve hat uzunluğu göz önünde bulundurulduğunda fizibil olmamasına rağmen gündemde tutulmaktadır. Türkiye’nin aktör olarak yok sayılmasına yönelik verdiği mücadelede AB’nin Yunanistan ve GKRY ile hareket etmesi, Doğu Akdeniz’de enerjinin iş birliği değil; çatışmaya yol açmasında etkili olmaktadır.
Kısa vadede bölge rezervleri başta ekonomik nedenler olmak üzere, jeopolitik çatışma yüzünden ancak iç piyasaya yönelik olarak geliştirilebilecek durumdadır. Fakat buna rağmen bölgedeki gerilimin düşmesini beklemek fazlaca iyimser olacaktır.
TOPLUMA ÜMİT VERMEK AMA NASIL? – Ruhittin SÖNMEZ
TOPLUMA ÜMİT VERMEK AMA NASIL? - Ruhittin SÖNMEZ
2020 yılı karabasan gibi çöktü üzerimize. Ekonomideki sıkıntılar buhranadönüştü.Terörle mücadele devam ediyor. Suriye ve Libya’da savaşlara müdahil olduk. Dünya ölçeğindeki virüs salgınından orta derecede etkilenirken, salgının ekonomiyi en çok sarstığı ülkelerden biri olduk.
24 Ocak’ta Elazığ’da 6,7 büyüklüğünde depreminde 41 ve 30 Ekim’de İzmir’de 6,9 büyüklüğündeki depremde 114 vatandaşımızı kaybettik.
Oysaki dünyada Türkiye dışındaki 7 farklı ülkede gerçekleşen 6.5 ile 6.9 arasındaki 12 depremde sadece 2 kişi hayatını kaybetti.Bu yıl tüm dünyada deprem ölümünün en çok olduğu ülke olduk.
2020 yılı içinde en kötü performans gösteren yani en çok değer kaybeden para birimi de maalesef Türk Lirası oldu.
Bütün bunlar içimizi karartan, yaşama sevincimizi azaltan, ruhsal sıkıntılara yol açan haberler.
Bu haberlerin ve arkasındaki gerçeğin psikolojimizi bozmaması için saray kahinleri ve yandaş medya çok değerli (!) hizmetler veriyor. Tıpkı padişahın rüyasını yorumlayan müjdeci kâhin gibiler.
ÜLKEMİZ BU ACI SARMALDAN ÇIKMALI! – A. Kemal GÜL
ÜLKEMİZ BU ACI SARMALDAN ÇIKMALI! - A. Kemal GÜL
Türkiye’nin coğrafyası, jeolojik özellikleri ülkenin kaderidir. Bu önemli bir gerçektir. Ne yazık ki deprem olduğunda ortaya çıkan görüntüler ülkemizin siyaseti ve insanların bu gerçeği umursamadığını gösteriyor.
Türkiye gerçeğini en iyi anlatan, depremle ilgili en çarpıcı tespiti yapan, Deprem Bilimci Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan Hoca'ydı. Hem bilimsel gerçeği ve hem de ekonomik ve sosyal gerçeği birkaç cümlede özetledi.
Dedi ki: "Bir ülkede ekonomi ne kadar bozuksa deprem o kadar öldürücü olur. Bir ülkede yoksulluğu yenmedikçe depremlerin adı ölüm olur."
İnsanlar istedikleri için kötü ev yapmıyorlar. Çünkü yer inceleme çalışmalarına, inşaat mimari projelerine para ödemeleri gerekiyor. Bir ülkede deprem sorununu çözmek için o ülkenin ekonomisinin düzelmesi gerekiyor. Yani yoksulluk ne kadar fazlaysa deprem size o kadar yakındır.
Sözlerindeki en çarpıcı tespit şuydu: "Depremde zaten yoksullar ölür, zenginler ölmez. Hiçbir ünlünün, hiçbir zengin kişinin enkaz altından çıkarıldığını duymadınız, duymayacaksınız."
"Ana sorun yoksulluktur."
Ercan Hoca'nın eksik bıraktığı diğer bir sorun daha var; o da yönetim. Bir başka deyişle siyaset.
Birinci sorunun nedeni de depremin asıl sorumlusu da odur. İçinde bulunduğumuz sürece bakınız. Her birimizi yoksullaştıran kim ya da kimler?
Devlet mi?
Hayır!
Devlet yönetilen bir tüzel kişiliktir. Dolayısı ile devlet değil, devleti yöneten kurumsal yapının izlediği politikalar. Bu politikalar ilişkin aldığı kararlar.
DEPREM VERGİLERİ – Ruhittin SÖNMEZ
DEPREM VERGİLERİ - Ruhittin SÖNMEZ
İzmir’imizde yaşanan ve içimizi yakan deprem felaketi “deprem vergileri ne oldu?” sorusunun yeniden gündeme taşınmasına sebep oldu.
Keşke, “2002 yılından beri toplanan ve miktarı 70 milyar 895 milyon TL’ye varan deprem vergileri maksadına uygun kullanılsaydı.” Çünkü bu parayla İzmir’in depreme dayanıksız yapı stokunun tamamını, İstanbul’un yarısını yenileyebileceğimiz hesaplanıyor.
21 yıldır cep telefonu, internet, bankacılık işlemleri, Spor Toto, Milli Piyango, uçak biletleri, gümrük ve pasaport işlemleri gibi birçok ödemede vatandaşlardan bu vergiler alınıyor.
Ekonomist Özcan Kadıoğlu’nun hesabına göre, “1999 depreminden sonra kalıcı hale getirilen Özel İletişim Vergisi'nden bugüne kadar toplanan para 36,9 milyar doları buldu. Bu para ile her biri 100 metrekarelik 1 milyon 850 bin adet daire yapılabilirdi.”
Bu paraların nereye harcandığı bir türlü açığa çıkmadı.
Eski Maliye Bakanı Kemal Unakıtan 2003 yılında, “Deprem vergisinin bütçe açığını kapatmak için konulmuş olduğunu” söylemişti.
Van depreminden sonra dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ise, “toplanan deprem vergilerin sağlık, eğitim, duble yollar için kullanıldığını” açıklamıştı.
Elazığ depreminden sonra bu defa Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bambaşka bir cevap tarzıyla tartışmayı bitirmişti: "Bunlar yatıyor kalkıyor 'o parayı nereye, bu parayı nereye harcadınız?' Harcanması gereken yere harcadık. Bundan sonra da bu tür şeylerin hesabını vermeye zamanımız yok.”
“Cumhurbaşkanının hesap verecek zamanı olmadığından” biz oturduğu sarayın kaça mal olduğunu, hangi müteahhite ne kadar ödeme yapıldığını bilmiyoruz. Makam uçaklarının maliyetini bilmiyoruz. Yazlık ve kışlık saraycıkların maliyetini bilmiyoruz. Kendinden önceki Başbakan ve Cumhurbaşkanlarının hayal edemediği kadar artan örtülü ödenek harcamalarını zaten soramıyoruz.
Kamu Özel İşbirliği (KÖİ) modeliyle yaptırılan büyük köprüler, tüneller, havalimanları ve şehir hastaneleri gibi gelir garantili dev projelerinin maliyetleri ise “ticari sır” kapsamında sayılıyor.
Oysaki devleti yönetenler kendi parasını değil, milletin parasını ve kaynaklarını kullanırlar. Demokrasi ve hukuk devleti olan ülkelerde yöneticiler milletin parasını nereye ve neden harcadığını açıklamak, kamuoyuna hesap vermek zorundadır.
Kamu kaynaklarını şahsı, yakınları veya partisi için harcamak zaten çok ağır bir suçtur. Bırakın usulsüzlük ve yasadışılıkları, devleti yönetenlerin kamu kaynaklarını doğru ve verimli alanlarda kullanmak gibi bir sorumlulukları vardır.
Devleti yönetenlerin, kamu kaynaklarını hukuka, etik kurallara ve kamu yararına kullandığına dair hesap vermekten kaçınabildiği bir rejimin adı demokrasi olamaz.
Deprem vergilerini nereye harcadığınızın hesabını veremiyorsanız, bakanlarınızın deprem mahallinde enkaz üstünde şov yapmaları bu hesabı kapatmaya yetmez.
Mustafa Kemal ve Cumhuriyet – Rüyam Alankuş KARGILI
Mustafa Kemal ve Cumhuriyet - Rüyam Alankuş KARGILI
29 Ekim 1923'den bu yana biliyoruz ve farkındayız ki bugün hiç bir erkin boyunduruğunda değilsek bilim ve fen den yararlanma kabiliyeti, çağdaş hayat şartları adaletli toplum anlayışı, eşit hukuk kuralları ve daha bir çok parametreyi Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Silah Arkadaşlarına borçluyuz. Birbirinden asla ayrılmayan bu iki kavram millet olarak bizlerin en büyük dayanağıdır.
KURTULUŞTAN CUMHURİYETE ve SON CÜRET – Dr. H. İbrahim KAHRAMAN
KURTULUŞTAN CUMHURİYETE VE SON CÜRET - Dr. H. İbrahim KAHRAMAN
Japonlara ait olduğu söylenen bir tespiti önemli bulurum. Onlara göre bizim eğitimimiz yeterince milli bilinç pekiştirmesi yapamamaktadır. Japonya bunu sağlamak maksadı ile uygun yaşlarda her Japon gencinin Hiroşima - Nagazaki atom bombası faciasının acılarını, tahribatının ne büyük felaketlere sebep olduğunu öğrenmeleri ve benzeri bir felaketin tekrar yaşanmaması için nasıl bir Japon vatandaşı olunması yönünde bilinçlendirme yapar. Tarihimizde de Çanakkale Savaşı ve Kurtuluş Savaşı gibi çok önemli yakın iki tarihi olayın doğru anlatılmasının böyle bir bilinçlenme için fazlası ile yeterli olduğu tespitini bildirirler.
Hakikaten Çanakkale ve kurtuluş savaşlarımız Türk milletinin birinde 250 bin, diğerinde 40 bine yakın şehidi, yaşattığı acılar ve yapılan kahramanlıkları ile bu tespit çok doğrudur. Çanakkale savaşımızla ilgili muhtelif belgeseller ve filmler yapılmış, birçok kitap yazılmıştır. Bunlardan Niyazi Özdemir'in "Çanakkale Serencamı" romanını kimi sayfalarında gururlanarak ve zaman zaman göz yaşları ile okumuştum. Kurtuluş Savaş'ımız ile de birçok kitap, belgesel ve filmler vardır. Bunlardan Tarık Buğra'nın yazdığı "Küçük Ağa" yine benim için dikkat çekici bir roman olmuştur. Bu makaleyi yazmama sebep ise Yılmaz Özdil'in yeni yayınlanan "Son Cüret" eseridir.
Ali Topuz’dan Ümit Özdağ’a Siyaset Oyunları… / Mustafa KÜPÇÜ
Ali Topuz'dan Ümit Özdağ'a Siyaset Oyunları... / Mustafa KÜPÇÜ
1988 yılıydı.
Hürriyet Gazetesi’nde manşete çıkan haberde, SHP Genel Sekreter Yardımcısı Ali Topuz’un, İstanbul-Şişli’de, Mustafa Sarıgül’ün garajında kendi partisi hakkında yaptığı bir açıklama yer alıyordu.
Ali Topuz özetle; “SHP içinde aşırı solcular ve bölücüler var” diyordu!
Siz, bir partide üst düzeyde görevli olacaksınız ve partinizi çok yönlü yıpratabilecek bir açıklama yapacaksınız!
Bu olay üzerine SHP içinde önemli tartışmalar, ayrışmalar ve kopuşlar yaşandı. Vatandaş nezdinde de SHP oy yitirdi!
Yıllar sonra, İYİ Parti’de milletvekili olan Ümit Özdağ’ın, bir Televizyon programında, kendi partisinin İstanbul İl Başkanı hakkında “FETÖCÜ olduğu” açıklamaları, siyaset gündeminde önemli bir tartışma oluşturdu!
Bir zamanlar Fethullah Gülen’e biat eden, siyaset ve devlet yönetim kademelerinde etkin görevlerde olanların pek çoğu, yeniden siyasi ve idari görevlere getirilirken, bir muhalefet partisi milletvekilinin, siyasi iktidarın bu uygulamaları üzerine açıklama yapması gerekirken, kendi partisinin il başkanına yönelik iddialarda bulunması garip ve düşündürücü değil mi?
TEDBİR ALMAK GİBİ AKIL YOKTUR- Fahri SAĞLIK
TEDBİR ALMAK GİBİ AKIL YOKTUR- Fahri SAĞLIK
Hz. Muhammed (s.a.v) yarası olan bir adamı ziyaret etti ve “falanca oğullarının tabibini çağırın” dedi. Çağırdılar. Tabip geldi. Hasta (veya oradakiler), “Ey Allah’ın Elçisi! Tedavi fayda verir mi?” dediler. Hz. Peygamber, “Sübhanallah! Allah yeryüzüne şifasını yaratmadığı bir hastalık indirmiş midir?” buyurdu.”
Sevgili peygamberimiz insan hayatının en ciddi konularından biri olan sağlığa özel bir önem verdiği için hem kendi sağlığı, hem de arkadaşlarının sağlığıyla yakından ilgilenmiş ve devrinin bütün tedavi yöntemlerine başvurarak gerekli ilaçları kullanmıştır.
Canlı varlıkların hastalanma potansiyeline sahip olmaları tabiidir. Hele yaşadığımız çağ dikkate alınırsa, günümüz dünyasında hastalık riskinin her zaman ve her yerde mevcut olduğu söylenebilir. O halde yapılması gereken, hastalanmamak için gerekli tedbirleri almak, hastalanınca da tedavi olmaktır.
Yazımın başında hatırlattığım hadis-i şerifte sevgili Peygamberimiz, yarası olan bir şahıs için tabip çağrılmasını istemekte, oradakilerin bunun faydalı olup olmayacağı konusundaki tereddütleri üzerine, hastalığı yaratan Allah’ın mutlaka şifasını da yarattığını bildirerek bu şifayı aramak için gerekli girişimlerin yapılmasını istemektedir.
Sevgili Peygamberimizin temizliğin önemine işaret ettiği ve sık sık dişlerin fırçalanmasını tavsiye ettiği bilinmektedir. Hastalıkların yayılmasını önlemek için veba gibi bulaşıcı hastalıklara maruz kalanların bulundukları yeri terk etmemelerini, başkalarının da onların yanına girmemelerini öğütlemiştir. Yiyecek-içecek kaplarının ağızlarının açık bırakılmamasını istemiş, insanların gelip geçtikleri yerlere ve durgun sulara def-i hacet yapılmamasını emretmiştir.
Hatırlattığım hadis-i şeriften ve verilen örneklerden anlaşılacağı üzere hastalık ve tedavi konusunda Allah Resulü (s.a.v)’nün tutum ve davranışı bilim, akıl ve tecrübelere uygundur. Yani Hz. Peygamber, kendisinin ve arkadaşlarının maruz kaldıkları hastalıklar karşısında hiçbir tedbir almadan eli kolu bağlı bir şekilde oturmamış, sadece sabır ve tevekkül tavsiyesinde bulunmamış, her türlü tedbirin alınmasını istemiştir. Bizim örnek almamız gereken nokta burasıdır. Yani, Hz. Peygamber’in, bu konuda takip etmemiz gereken sünneti O’nun sağlık sorunları ve tedavisi konusunda takınmış olduğu tavırdır.
İlahi takdir insanın sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Dinimizde tedbir almadan kuru bir tevekkülün bir değeri yoktur. Hastalıklar karşısında tedbir alınmalı ve tedavi yolları aranmalıdır. Sonra da Yüce Allah’a dayanıp güvenilmelidir. Yani, esbaba tevessül şarttır. Asıl tehlike tedbirsizliktir. Hiçbir virüs alacağınız tedbirden daha güçlü değildir.
Covit 19 ve Bulaşma Korkusu – Dr. Halil İbrahim KAHRAMAN
Covit 19 ve Bulaşma Korkusu - Dr. Halil İbrahim KAHRAMAN
2019 Aralık ayında Çin'de başlayan ve büyük salgın (pandemi) hüviyeti kazanarak tüm dünyayı etkisine alan Covit 19 virüs hastalığı ülkemiz dahil insanlık için önemli bir sağlık sorunu olmaya devam etmektedir. Hastalığın kendisi kadar bulaşma korkusu da ciddi bir sağlık sorunu olmuştur.
Covit-19 ile ilgili daha önce de bilgilendirici değerlendirmeler yazmıştım. Burada ŞÜPHELİ TEMAS durumunu yazacağım. Covit 19 müsbetliği bildirilen veya bu teşhis ile tedaviye alınan birisinin çevresi dehşet bir korku ve telaşa kapılmakta, bu duygularla sağlık kurum veya kişilerine başvurmaktadır.
Böyle bir durumda ne yapmalıyız? İlk önce temas şeklini,derecesini değerlendirmeliyiz. Değerlendirmeyi hastalığın yakın temas gerektiren damlacık enfeksiyonu olduğunu unutmayarak yapmalıyız. Bulaşma ihtimali maruz kalma şekli ve süresi ile ilgilidir. Şüpheli şahıs ile 1.5-2 m den daha kısa mesafede maskesiz temas bulaşma ihtimalini arttırırken, mesafe ve maske bulaşma ihtimalini ciddi oranda azaltmaktadır. Kapalı ortamlarda, kalabalıklarda, iç mekanlarda bulaşma ihtimali artarken; açık ortamlarda, tenha gruplarda, dış mekanlarda ise ciddi derecede azalmaktadır. İlk durumlarda bile 3-4 dakikalık kısa sürelerde bulaşma tehlikesi ortadan kalkarken temas süresinin uzaması (10 dakikadan sonrası) bulaşma ihtimalini artırmaktadır. Virüslü insanın damlacıklarının bulunma ihtimali olan yüzeyler ile temasta ilk 2-3 saat için bulaşma tehlikesi oluşurken daha uzun sürelerde bu ihtimal zayıflamaktadır.
HER TÜR GÜNAHA FETVA VERİLİR – Ruhittin SÖNMEZ
HER TÜR GÜNAHA FETVA VERİLİR – Ruhittin SÖNMEZ
İslam dini yasakladığı halde, AKP iktidarının yaptığı bazı işler yok mu? Şüphesiz var.
Fakat maşallah bunların yapılmasının caiz olduğuna dair fetva veren “siyasetçi”, “uzman” veya “din adamları” bulmakta hiç sıkıntı çekilmiyor.
Bazı örnekleri hatırlayalım:
NEPOTİZM yani devlet kadrolarına eş, dost, akraba doldurulması ve torpil vakalarını meşrulaştırmak için, AK Parti Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner’in kullandığı söz unutulmazlar arasındadır.
"Cuma namazına gittiğimizde her hafta hutbede 'akrabalarını koru kolla' ayeti okunur."
Devamı daha da vahim. TV’de sunucunun “O zaman sizin yaptığınız bu? Öyle mi oluyor?” sorusuna bir süre sessiz kaldıktan sonra, "Vallahi sen Allah'ın ayetine bile karşı geliyorsan ben sana ne diyeyim" cevabını vermişti.
Bahsi geçen ayetin içinde geçen ifadenin anlamı şöyle: “Allah adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder; çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar.”
Ayette bahsi geçen “akrabaya yardım” etmenin, kendi kazancından ve servetinden muhtaç akrabaya yardım etmek olduğunu bu zat bilmez mi? Ayette kastedilen yardım ile “Kul hakkı” yemek suretiyle milletin parasını ve malını haksız yere yakınlarına vermeyi nasıl bir tutabiliyor? Çünkü O’nun tek bir gayesi vardır:
Allah’ın kelamı ile korkutarak la yüs’el (eleştirilemez / dokunulamaz) hale gelmek.
Bu yaptıkları ise açıkça Allah’ın “adalet ve iyilik” emrine aykırıdır. “Çirkin işler, fenalık ve hatta azgınlık” diye tarif edilen işlerdendir.
Mesûliyet – Lütfü ŞAHSUVAROĞLU
Mesûliyet - Lütfü ŞAHSUVAROĞLU
Sayın Cumhurbaşkanı, yeni akademik yılın açılışı vesilesiyle yaptığı konuşmada ‘mes’uliyet’ kavramından bahsetti. Birdenbire ürperdim ve dikkat kesildim. Zira ‘mes’uliyet’ kavramı, bizim milliyetimizin kökenleri üzerine ve adam olma sanatı ile ilgili 21. Yüzyıl Türk gençliğine önerdiğimiz 12 Burç’tan bir tanesidir ve ikinci sırada yer almaktadır. Evvelemirde adam olma sanatı derslerinin birincisi: bütün Doğu’ya ait olan ‘tefrik etme hazinesi’dir ki, batılılar genellikle buna analiz, çözümleme diyorlar. Hâlbuki tefrik etmenin ardında analiz etmekten çok daha derûnî bir mukayese, mülahaza, tasnif ve kavrama ile birlikte içselleştirme bulunmaktadır. İkincisi ise ‘terkîp etme kaabiliyeti’dir; ki, sentez bunu tam karşılayamamaktadır. Zira sentezde zıtlıkların çatışması vardır. Tez, antitez ve sentez aşamaları yani… Yoğurt imal ederken, nasıl farklı farklı sütü bir kapta mayalayınca bütün o farklılıklar yekpare bir kimliğe kavuşuyor, yani değişiyorsa, terkîp de öyle en farklı olanları bir potada eritebilme sanatıdır. İşte bu iki ayak üzerine yükselen burçlar yani vasıflar, 12 burcu oluşturur. Şehir bir anlamda bu on iki burçla çevrilmiştir. Savunma ânında 12 kötülüğe karşı şehri savunur, şahsiyeti savunur; taarruz ânında da kötülüğün kalesini yerle yeksan edecek bazuka tesirindeki oklarımızdır.
Başında samimiyet gelir. Âkif’in hani Safahat’ının başlangıcında yer alan okuyucuya hitabında geçer:
“Bana sor sevgili kari, sana ben söyleyeyim
Ne hüviyette şu karşında duran eş’arım(şiirlerim)
Bir yığın söz ki samimiyeti ancak hüneri…”
Samimiyet varsa her şey arkasından gelir. Samimiyet yoksa hepsi boş. Arkadan gelenler hiçbir şey ifade etmezler.
DERİSİNİ DEĞİŞTİRMEYEN YILAN ÖLÜR! – Dr. Zülfikar ÖZKAN
DERİSİNİ DEĞİŞTİRMEYEN YILAN ÖLÜR! – Dr. Zülfikar ÖZKAN
Yılanların deri değiştirmelerinin en büyük sebebi vücutlarının büyümeye imkân sağlamasıdır. Yılanların derisindeki pullar esnek olmadığından dolayı belli bir düzeye kadar büyüyebilmektedirler.
Büyümenin durmaması için de yılan, kendine daha fazla alan açacak şekilde derisini değiştiriyor ve eski derisini de atıyor.
Bu değişim ilkesi insan hayatı için de geçerlidir.
Hayatta her hangi bir şey, kendini yenileyemiyorsa ve eskiyi yerine göre söküp atamıyorsa gelişimi çok hızlı bir şekilde durur.
TARİH GELECEKTİR – Ruhittin SÖNMEZ
TARİH GELECEKTİR – Ruhittin SÖNMEZ
Prof.Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun “tarih gelecektir” sözünü değerli bulurum. Tarihçi ve Türk Tarih Kurumu E. Başkanı olan bir uzmanın “tarih geçmiştir” demek yerine, “tarih gelecektir” demesi çok anlamlı.
Yusuf Halaçoğlu da, Mehmet Akif merhumun "Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar / Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” mısralarında olduğu gibi, insanların ısrarla tarihten ders çıkarmama davranışını tespit ediyor.
Heraklit “aynı nehirde iki kere yıkanılmaz” derken bile muhtemelen tarihte tekrarın olmadığını söylemiyordu.
Belki Karl Marx gibi, tekerrürün olduğunu ama tekrarın öncekiyle tam da aynı olmadığını ifade ediyordu: “Tarih kendini tekrar eder. İlkin trajedi şeklinde, sonra maskaralık” diyerek.
Bu yüzden Andre Gide’in “söylenmesi gereken her şey çoktan söylendi. Ancak kimse dinlemediği için her şey tekrar söylenmeli” tavsiyesine uyalım. Ve tarihten bir yaprak çevirelim.
İKTİDARIN TEK UMUDU: PLASEBO ETKİSİ – Ruhittin SÖNMEZ
İKTİDARIN TEK UMUDU: PLASEBO ETKİSİ – Ruhittin SÖNMEZ
“Placebo” Latince “I shall please” yani “sizi hoşnut edeceğim, mutlu edeceğim” anlamında bir kalıp imiş.
“Plasebo ilaç” ise içinde tedavi edici farmakolojik bileşenler olmadığı halde iyileştirici etkisi inkâr edilemeyen, telkine dayalı tedavi yaratan “ilaçlara” deniyor.
Aslında plasebonun fiziksel anlamda tedaviye yönelik bir gücü yoktur. Sahip olduğu tedavi gücünü tamamen hastanın verilen ilacın işe yarayacak ilaç olduğunu düşünmesinden alır. Plasebo, tıp ilmi açıklayamamış olsa bile, insanların istemeleri halinde kendi kendilerini iyileştirme gücünü harekete geçiren bir etkiye sahiptir. Plasebo ilaçların kanser dahil birçok hastalıkta belli ölçüde işe yaradığını gösteriyor.
Bir de Nosebo (nocebo) etkisi diye bir kavram var. “Kişinin bir durumla alakalı negatif
beklentilerinin, kişiyi olumsuz etkilemesi anlamına gelmektedir. Örneğin bir ilacın yan etkiler
getireceğine kişinin inanması nedeniyle - farmakolojik olarak doğrudan etkisi ve yan etkisi olmayan bir sözde ilaç verilse bile - bazı yan etkilerin görülmesi veya negatif telkinin kişiyi olumsuz etkilemesi durumudur.”
İlaç firmaları geliştirdikleri ilaçların etkinliğini ölçerken plasebo ile mukayese ederler. Üretilen
ilacın, plasebo “ilaçtan” çok daha yüksek oranlarda iyileştirme gücüne sahip olması istenir.
Plasebo ilacın yüzde 15 etkili olduğu bir hastalığın tedavisinde, içinde etken madde olan ilaç
yüzde 90 oranında tedavi edici etkileri tespit edilmişse elbette tedavide bu ilaç tercih edilir.
Doktorsunuz ve elinizde plasebo etkisinden daha fazla etkiye sahip tedavi edici bir ilacınız
yok. Bu durumda hastanıza “hiçbir yan etkisi olmayan yeni bir ilacın çıktığını ve çok faydalı olduğu” telkinini yapabilirsiniz. “Plasebo ilaç” kullanarak hastayı kısmen rahatlatır ve az da olsa bir iyileşme sağlayabilirsiniz.
Plasebo etkisi acaba sosyal, siyasi ve ekonomik alanlardaki hastalıklarımızın tedavisinde işe yarar mı? Yararsa ne ölçüde?
TARİH YAZMANIN ÖNEMİ – AZERİ DEĞİL TÜRK, AZERİCE DEĞİL TÜRKÇE – Ruhittin SÖNMEZ
TARİH YAZMANIN ÖNEMİ - AZERİ DEĞİL TÜRK, AZERİCE DEĞİL TÜRKÇE - Ruhittin SÖNMEZ
Roma İmparatorluğu’nu çoğumuz dünya tarihindeki “en büyük ve en uzun süreli imparatorluk” olduğunu sanırız.
Şüphesiz tarihin gördüğü en muhteşem devletlerden biridir, Roma imparatorluğu. Ancak ne en büyük ve ne de en uzun yaşayan devlettir.
Roma, yüzölçümü itibariyle en geniş sınırlarına ulaştığı dönemde 5 milyon km2 toprağa hükmetmiş. Buna karşılık Moğol İmparatorluğu’nun egemenlik alanı 25 milyon km2 (Dünyanın %16’sı) yani Roma’nın 5 katı olmuş.
Yine Göktürk, Altın Ordu ve Osmanlı imparatorlukları da Roma’nın 5-6 katı kadar büyüktür.
Roma dünyanın en uzun ömürlü imparatorluğu da değildir.
Roma İmparatorluğu’nun İsa’dan önce 27 ile İsa’dan sonra 1453 arasında (Bizans dönemi dahil) yaşadığı ve ömrünün 1480 yıl olduğu kabul edilir.
Deus Ex Machina’sını Bekleyen Türkiye – Gürkan UYSAL
Deus Ex Machina’sını Bekleyen Türkiye – Gürkan UYSAL
Deus ex machina (deī ex māchinīs, çoğulu deus ex māchinā) (okunuşu: deus eks makina); bir kurgu veya dramada beklenmedik, yapay veya imkânsız bir karakter, alet veya olayın senaryo akışı içinde beklenmedik bir yerde aniden ortaya çıkması, örneğin anlatıcının bir anda uyanıp her şeyin rüya olduğunu anlaması veya aniden ortaya çıkan bir meleğin sorunları çözmesi için kullanılan Latince kalıp. Birebir çevirisi "makineden tanrı" olup Antik Yunan tiyatrosunda bir tanrıyı canlandıran karakterin bir vinç (machina) yardımıyla yukarıdan indirilmesi anlamında kullanılmaktaydı. Antik Yunan döneminde yazılan tiyatro eserlerinde, eser yazarlarının çok sık başvurduğu bir yöntemdir. Hikâyenin gidişi öyle karmaşık, içinden çıkılamaz bir hal alır ki, artık yazarın üretebileceği ilginç bir çözüm kalmaz ve sıklıkla başvurulan bir yöntem olarak da mitolojik tanrılar bir anda ortaya çıkarak olaya müdahale eder; ölmesi gerekeni öldürür, kurtarılması gerekeni kurtarırlar. (Vikipedi)
EY BALAM BENİ DERDE SALAN VAR; KARABAĞ – Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
EY BALAM BENİ DERDE SALAN VAR; KARABAĞ - Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
Kaderde savaş muhabiri olarak gelişmeleri takip etmek de varmış. Bunlardan biri İran-Irak Savaşı, diğeri de Karabağ Savaşı. O yıllarda Ankara TRT Haber Merkezi’nde çalışıyordum. Karabağ Savaşına görev çıktı. Mütercim Eriz Oktar, Spiker Rahmi Aygün, rahmetli Kameraman Mehmet Güngör ile Bakü’ye gittik. Ben haber timinin sorumlusuyum. Henüz Moskova’nın bölgedeki hakimiyeti, Sovyetler yeni dağıldığından otoritesini çok kaybetmemişti. Ama her geçen gün Sovyetlerin dağılma süreci artarak devam ediyordu.
Bakü’de o günün şartlarında en lüks ve turistik yerlerinden biri olan Azerbaycan Oteli’ne yerleştik (1988). Her taraf dökülüyor, eşyalar kırık dökük. Oda kapısı zor kapanıyor. Aralıklarından içerisi görülebilecek kadar büyük. Suyu bile bulanık akıyor otelin. Her katta yaşlı ve kilolu bir Rus kadın gireni çıkanı kontrol ediyor. Azatlık Meydanındaki otelimizin karşısında aynı konumda bir otel daha var, ancak sıkıntı orada da mevcut. Şehir merkezindeki bir başka otelin ise bir katını Türkiye Büyükelçiliği kiralamış, diğer katlarını ise ABD. Ortalık ajan kaynıyor.
Allah’la ilişkimizden hayatı anlamlandırmaya – Doç.Dr. Banu GÜRER
Allah’la ilişkimizden hayatı anlamlandırmaya – Doç.Dr. Banu GÜRER
Birkaç senedir derslerine girdiğim öğrencilerime sorduğum bir soru var:
“Allah’la kurduğunuz ilişkinizi düşündüğünüzde aklınıza gelen ‘ilk’ kavram nedir?”
Verilen cevaplar arasında güven, kudret, adalet, saygı gibi kavramların öne çıktığını gördüm.
Ancak “aklınıza gelen ‘ilk’ kavram” dediğimde “sevginin”, birkaç kişi dışında, genelinin aklına hemen gelmemesi beni oldukça şaşırtmıştı.
Üstelik bu tablo hemen her sınıfta karşıma çıkıyordu.
Bu şaşkınlığımı onlarla da paylaştım.
Bu sefer de onlar şaşırdılar.
Doğal olarak ve biraz da mahcubiyet ve savunma hissiyatıyla içlerindeki Allah sevgisini izah etmeye başladılar.