Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım… Şikayet edeceğine sen de alternatifini oluştur.

19Nis/150

EDİRNE’NİN TAPU SENEDİ: SELİMİYE KÜLLİYESİ ve DİPLOMASİYE YÖN VEREN DEHA: MİMAR KOCA SİNAN – Mahmut Haldun SÖNMEZER

9 Nisan 1588 tarihi Mimar Sinan’ın ebedi âleme göçtüğü gündür. Ben de Divanyolu Dergisi’nin nisan sayısı için Koca Sinan’ın ölüm yıldönümünde Sinan ile Selimiye ilişkisini anlatan bir yazı yazdım. Dergi hafta içinde abonelere gönderildi. Ben de dergiye ulaşamayan arkadaşlarım için yazıyı sayfamda paylaşıyorum.

EDİRNE’NİN TAPU SENEDİ: SELİMİYE KÜLLİYESİ ve DİPLOMASİYE YÖN VEREN DEHA: MİMAR KOCA SİNAN - Mahmut Haldun SÖNMEZER

Kanuni devri Osmanlı tarihinde adeta her biri birbirinden büyük adamların resmigeçit yaptığı bir şöhretler galerisi gibidir. Barbaros’tan Sokullu’ya, Piri Reis’ten Baki’ye, Ebussuud Efendi’den Kemalpaşazade’ye uzanan bu ölümsüzler kervanının en uzun menzilli halkası ise sanatıyla sadece kendi asrını değil, asırları kucaklayan Sinan’dır. İsimleri zikredilen elmas kıratındaki bu dev adamların her biri sahalarındaki icraat ve tasarruflarıyla ancak kendi asırlarının zirveleridir. Sadece çağına değil, çağlara vurduğu damgasıyla bütün zamanların en büyüklerinden biri olan Sinan’sa, kavranması zor, zaman ve idrak üstü bir fevk-ad-dehadır.

Ölümsüzlere ölümsüzlük iksirini bahşeden kudret, eserlerinde ölümsüzlüğün sırrına ermiş olmalarıdır. Sadece güneşi gördüğü asrın değil, öncesindeki ve sonrasındaki devirlerin de şahikası olan bu dahi sanatkâr, zamana mukavemet mimarisinin inceliklerini bestelemiş ve onu hiçbirisinde birbirini tekrar etmeyen dört yüz eserlik bir külliyatla ebedi bir senfoni halinde Türk Milleti ’ne armağan etmiştir. Devirleri avucunun içinde saklayan bu adamın taşa nakşettiği mananın kudretini hakkıyla anlayabilmek için, aşağıda anlatacağımız hadiseyi gönül gözüyle dinleyip, akıl üstü bir teraziyle tartmak gerekir herhalde.

Koca Sinan’ın “Ustalık eserimdir.” dediği elmas tacı Edirne’nin başına kondurduğu tarihten üç buçuk asır sonra İsviçre’nin Lozan şehrindeyiz. Lozan Antlaşması imzalanmadan evvel, müzakere sürecinde İngiliz delegesi Lord Curzon ile Yunan delegesi Venizelos ikili bir görüşme yapmaktadır. Venizelos, Lord Curzon’dan Edirne’nin kendilerine verilmesini ister. Bunun üzerine ünlü Türk düşmanı çaresiz bir eda ile Edirne’nin Türk’e ait olduğu hakikatini itirafa mecbur olur: “Verelim Venizelos; fakat Selimiye’yi ne yapacağız? Yıksak bize barbar derler, Selimiye ile birlikte Edirne’yi size versek bu sefer de zalim derler; söyle zalim mi olalım, yoksa barbar mı?” Bu sözleri söyleyen Lord Curzon Selimiye’yi yıkmadan Edirne’nin Yunan’a ait olamayacağını biliyordu. Yine kurt diplomat Yunanın böyle bir şaheseri yıkması durumunda ise beşeriyetin sadece Yunanı değil, onunla birlikte bu cinayete ortak olan İngiliz milletini de lanetleyeceğinin farkındaydı. Böyle bir eser yıkılamazdı. Yıkılamayacağı için de Edirne’yi Yunan’a vermenin anlamı yoktu.

Sinan belki bir diplomat değildi, ama Edirne’nin böğrüne vurduğu mühür ve tesiri çağları aşan tasarrufuyla en kurt diplomatların bile atacakları adımları belirleyen ve onların hamle gücünü kırıp, oyun sahasını daraltan görünmez bir aktördü. Dahi sanatkâr ibda eylediği eşsiz güzellikle sadece insanların bedii zevklerine hitap etmekle kalmamış, ihlas harcıyla yoğurduğu abide asırlar sonra bile siyasetin pusulasına yön vererek, diplomasinin ibresini Türk’ün menfaatleri istikametine çevirmeyi başarmıştır.

Edirne’yi yutmak iştihasıyla sahaya çıkmaya hazırlanan Yunan şovenizminin hevesi daha ilk hamlede kursağında kalmış, zaman ötesinden inen bir kroşe ile ihtiyar Venizelos adeta cin çarpmışa dönmüştür. Sinan, Lord Curzon eliyle palikaryaya öldürücü yumruğu vurmuş ve daha maçın başında kesin darbeyi indirerek, Edirne üzerindeki Helen iddialarını nakavt etmiştir.
Şu dünyada sanatıyla diplomasiye yön verebilmiş kaç mimari deha vardır? Asırlar öncesinden asırlar sonrasına uzanabilen ve çirkin hesapları alt üst ederek, hadiselerin seyrini medeniyeti hesabına değiştirebilen kaç tane zaman üstü adam yaşamıştır şu fani âlemde? İşte Sinan hiçbir muhasebeye sığmayan bu emsalsiz keyfiyetiyle sanatında zamanının değil, bütün zamanların kutbudur. Tarih hazinesinde bunun muadili olabilecek kaç hadise vardır ki, yalnız tek bir eser bir beldenin mukadderatında böylesine kesin ve tayin edici bir rol oynayabilmiş olsun.

Tarihimiz metafizik derinlikten yoksun bir nazarla nüfuz edilemeyecek ölçüde derin mana ve sırlarla yüklü bir bahçedir. Ona sadece pozitivist bir gözlükle bakmanın ve onu sırf maddi delillere dayanarak anlamaya çalışmanın yeterli olamayacağının en açık delili ise Selimi Sani’nin rüyasındaki sır yüklü mesajdır.

Rind-meşrep bir hükümdarın adını ebediyete mal eden Selimiye’nin latif bir hikâyesi vardır. Evliya Çelebi’den nakledilen rivayete göre, Sultan Selimi Sani bir gece rüyasında Fahr-i Kâinat Efendimizi görür. Âlemlerin Efendisi kendisine Edirne’de bir cami yaptırmasını söyler ve caminin üzerine yapılacağı alanı da bizzat gösterir. Varlığın tacından aldığı buyruk üzerine Edirne’de bir cami yaptırmayı irade eyleyen padişah bu kutlu vazifeyi babasının emaneti olan Koca Sinan’a tevdi eder.

Bu rüyanın sadık olduğunun en önemli delili, Edirne’nin Türk Milleti’nin kalbindeki müstesna yeri ve aziz ecdadımızın Balkan Savaşları esnasında kerhen de olsa, bütün bir Balkan coğrafyasından vazgeçmek zorunda kalmasına rağmen, Edirne’den vazgeçmeme hususundaki azim ve kararıdır. Savlet ve kudret asırlarındaki en ileri taarruz noktamızın Viyana olduğu kesindir de, mağlubiyet ve geri çekilme devrindeki son müdafaa hattımızın neresi olduğu yirminci asrın başlarında henüz aşikâr değildir. Gerçekte on altıncı yüzyılın ikinci yarısında Sinan eliyle müsellem ve müseccel hale gelen bu saklı keyfiyet, Balkan Savaşları esnasında Edirne’nin Bulgar eline düşmesiyle sırrını faş eylemiştir. Barışa müştak Türk Devleti bunun üzerine savaşa devam kararı almış ve Edirne’yi istirdat edinceye kadar da kılıcını kınına sokmamıştır.

Edirne şanlı Türk fatihleri tarafından on dördüncü yüzyılın ikinci yarısında fethedilmiştir de, 1923’ten beri serhat şehrimiz olan bu güzel beldenin Türk’e devir-teslim işlemi on altıncı yüzyılın ikinci yarısında toprağa Türk’ün mührünü basan Sinan marifetiyle gerçekleşmiştir.
Bazı eserler koynunda yaşadıkları beldenin tapu senetleri hükmündedir. Çünkü şehirlere renk ve şahsiyetini kazandıran onlardır.

Coğrafyamızdaki hiçbir şehir Edirne kadar varlık ve şahsiyetini tek bir esere medyun değildir. İstanbul denildiğinde bir Türk’ün aklına ilk anda Süleymaniye ya da Sultanahmet gelmez. Bursa denildiğinde gönlümüze hemen Ulucami ya da Hüdavendigar düşmez. Erzurum’un sembolü haline gelmiş olan Çifte Minareli Medrese bile, zihnimizin Edirne’den bahsedildiğinde Selimiye’yi, Selimiye’den bahsedildiğinde ise Edirne’yi hatırlaması gibisinden bir özdeşlik duygusunu bize bahşetmez. Adeta Edirne’nin diğer yüzü Selimiye, Selimiye’nin diğer yüzü ise Edirne’dir.

Koca Sinan gönlünün ilhamını öylesine azametli bir estetik fütuhatla geçirmiştir ki taşa, beldenin tapusunu ebediyete kadar en güç şartlarda bile başkasına devri mümkün olmayan bir garanti ile milliyetimizin üzerine çıkartmıştır.

Zaman zaman bu kutlu adamın kökeni hakkında da çeşitli yorumlar yapılmış, Ermeni hatta Bulgar olabileceğine dair lüzumsuz iddia ve isnatlar ortaya atılmıştır. Ölümünden asırlar sonra bile ölümsüz sanatıyla diplomasinin ibresine Türk’ün menfaatleri istikametinde yön verebilmiş bu emsalsiz deha, Türklüğü herkesten daha fazla hâk etmiştir. Yüksek makam ve mevkileri ve anlı şanlı unvanlarıyla Türklük iddiasında bulunup da, Türklüğe en ufak bir katkıları dahi olmayan cüceler arenasında bu zirve adam, Türk sanatını Himalayalar irtifaına eriştirmiş bir Everest Tepesi’dir.

Ünlü bir Türk düşmanına bir başka Türk düşmanının ağzından cevap veren adamdır Sinan. Padişahın rüyasına girmiş bir ilahi buyruğun hâdımı(hizmetkârı)’dır Sinan. Eşsiz tasarrufuyla sadece Selimiye’nin planlarını değil, elimizde kalan son vatan parçasının da sınırlarını çizen bir ulu mimardır Sinan.

Mimaride beka sırrını yakalayan sanatı ve zamanını aşıp, çağlar ötesini kuşatan ihtişamıyla Sinan coğrafyaya vurduğu mührün şehadetiyle, sadece Türk mimarlık ve sanatının sertâcı değil, Lozan görüşmeleri esnasında Türk diplomasisinin de gizli öznesi ve tayin edici gücü olmayı başarmıştır. Kurduğu hendeseyle manayı ebedileştirip, sanatıyla asırlar sonrasında bile Türk’ün hasmını can evinden vuran bu abide adamın torunlarının bugün cephesi abdesthane duvarını andıran hilkat garibesi binalarla övünüyor olmaları ise hüsranımızın en hazin levhasıdır.

Sinan’ı rahmetle anarken onu kudret potasında eritip, destansı bir kalıba döken o muhteşem nizama karşı duyduğumuz hasreti burada bir kez daha ifade ediyor ve uyumakta olan destanımızı uyandırıp, âleme tekrar nizam verecek olduğumuz günlerin yakın olması niyazıyla “Ruhun şad olsun ulu sanatkâr!” diyoruz.

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.