Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım… Şikayet edeceğine sen de alternatifini oluştur.

12Haz/180

Yeni Bir İslam Medeniyeti İçin Maturidi ve Maturidiliğin Önemi – 1 / Prof.Dr. Hasan ONAT

hasan onat profYeni Bir İslam Medeniyeti İçin Maturidi ve Maturidiliğin Önemi – 1 / Prof.Dr. Hasan ONAT

“İnsan şunu da bilir ki kendisine düşünmemeyi telkin eden his şeytani vesveseden başka bir şey değildir; çünkü böyle bir davranış ancak şeytanın işi olabilir, amacı da kişiyi aklının ürününü toplamaktan alıkoymak, fırsatları değerlendirmesine ve arzusuna ulaşmasına vesile olan bu ilahi emaneti kullanmak konusunda onu korkutmaktır.” Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, 172

Giriş

İnsanlığın tarihsel akışı, her zaman doğrusal bir çizgi izlememiştir; iniş- çıkışlar, yükselişler, çöküşler olmasına rağmen, muhtemelen insan belleğinin yaşanan tecrübeleri ve çıkarılan dersleri de kaydetmesi sebebiyle, gittikçe gelişen bir birikim ve anlaşılabilir bir gelişme bir şekilde varlığını sürdürmüştür. Tarihsel akışta oluşan bilgi ve tecrübe birikiminde temel belirleyicinin güvenilir bilgi, bilim, özgürlük ve yaratıcılık olduğunu söylemek mümkündür. Bu bağlamda insanoğlunun tabiatta hazır bulduklarına yaptığı her türlü katkı en genel anlamda kültür olmaktadır. Her ne kadar kültür ve medeniyeti, aynı anlamda kullananlar var ise de, İngilizce ve Fransızca lügatlardaki haliyle “civilisation”, Türkçe’deki medeniyet ya da uygarlık, zihinlerde makes bulmuş olan; insanlığın geçmişteki ve günümüzdeki bazı durumlarını anlamak ve açıklamak için vazgeçilemeyecek veya görmezlikten gelinemeyecek kadar önemli bir kavramdır.

“Medeniyet”, insanın tarih boyunca yapıp ettiklerini, beşeri yaratmanın arka planındaki zihniyeti, insanı insan yapan değerleri, san’atı, teknolojiyi ve beraberinde gelen “güç” artışını kapsayabilen bir kavramdır.

“Civilisation” veya “medeniyet / uygarlık” kavramı, kültürde ve bellekte yer etmiş ve bilebildiğimiz kadarıyla tanımı bakımından olmasa da, gerekliliği ve geçmişi anlama konusundaki işlevi üzerinde bir tür uzlaşı sağlanmış gibidir. Lügatlardan bu kavram çıktığı zaman, insanla ilgili pek çok şeyi anlamak da, anlatabilmek de pek mümkün olmayacaktır.

“Kültür”, “medeniyet” gibi kavramları anlamaya çalışırken, onların, tıpkı bir ağacın kökleri ve dalları gibi geçmişe ve geleceğe doğru çift yönlü, dinamik bir yapı olarak inşa edildiğini ve anlaşıldığını belirtmekte fayda vardır. Aslında hangi alanda olursa olsun, “anlama” geçmişe dönük bir faaliyettir. Her şeyi, “an”ın ekranından gittikten sonra anlamaya başlarız. “Geçmiş”te kalanları anlayabildiğimiz kadar gelecek tasarımı yapma imkanımız vardır. Gelecek, geçmişten sızma imkanı bulabilen birikimle inşa edilmektedir. Bu bakımdan, medeniyetle ilgili her anlayış biçimi, insanoğlunun geçmişte yapıp ettiklerinin, medeniyet perspektifinden yapılan bir tür okuma biçiminden başka bir şey değildir.

Kendi bulunduğumuz yerden, kendi ürettiğimiz kavramlarla, geçmişten bize uzanan bilgi, belge ve bulgulardan hareket ederek, insanlık tarihinde derin izler bırakan oluşumların arka planını anlamaya çalışmak; kültür ve değerlerin arkasındaki kök ilkeleri tespit etmek, o medeniyeti, medeniyete vücut veren zihniyeti bir anlamda yeniden inşa etmek demektir. Bu bakımdan, medeniyetle ilgili söylemler, daima geçmişe dayalı olmak durumundadır.

Yapılan iş, esas itibariyle bugünden, bulunduğumuz yerden, sahip olduğumuz birikimle geçmişi anlamaya çalışmaktan ibarettir. İşin ilginç yanı, medeniyetle ilgili anlama çabası, ağırlıklı olarak bilim, tarih, edebiyat, san’at gibi alanlardaki birikimi oluşturan, inşa edilmiş söylemler üzerinden gerçekleştirilmek durumundadır. Mevcut tespitler, insanlık tarihi boyunca pek çok medeniyetin inşa edilmiş olduğunu göstermektedir.

Geçmişteki hiçbir medeniyet, -bugün etki çemberine mahkum olduğumuz Batı Medeniyeti de dahil- birilerinin tasarladığı bir medeniyet değildir. İşin gerçeği, medeniyet tasarlanmaz; beşeri yaratıcılık evrensel boyut kazanıp, insanlığın doğal akışında kalıcı derin izler bırakmaya başlayınca, medeniyetin varlığı hissedilmeye başlar.

Medeniyetin varlığını hissettirmesi, o medeniyetin temsil ettiği zihniyetin “özne” olması anlamına gelir. İnsanlığın akışında o zihniyetin bariz izlerini görmek mümkündür. Müntesipleri “özne” olma vasfını yitirdiğinde medeniyetler ölür. Ancak insanoğlunun “medeniyet” düzeyini yakalayan hiçbir başarısı, insanlığa katkı niteliği taşıyan hiçbir kazanımı bütünüyle yok olmaz. Her türlü gelişme, daha öncekilerin emeklerinin ürünü olan temeller üzerinde yükselir.

Her yeni medeniyet, kendisinden öncekilerin birikiminden faydalanmak durumundadır. Bu bağlamda Batı medeniyetinin köklerinin, Müslümanların özellikle bilim alanındaki birikimlerine ve tecrübelerine uzandığını söylemek, abartılı olmayacaktır. Bu söylediklerimize kanıt olarak, sadece Endülüs üzerinden Avrupa’ya sızan bilgi ve tecrübeyi hatırlamak yeterlidir, diye düşünüyoruz.

Ne var ki, Batı medeniyeti, beslenme kaynaklarını büyük ölçüde karartmayı başarmıştır. Ancak, hakikatlerin, uzun süre gizlenmesi / görmezlikten gelinmesi mümkün olsa da, bütünüyle yok edilemeyecekleri için, zamanı gelince kendiliğinden ortaya çıkma gibi bir özelliği olduğu da unutulmamalıdır.

Medeniyetin ömrünü, yaratıcı yetilere tanıdığı özgürlük alanı, toplumdaki yaratıcılığın takdir düzeyi, top yekun üretim seviyesi, adaletin içselleştirilmesi ve hukukun işlerliği belirler. Ancak medeniyet bağlamında insanlık daha önce hiç tecrübe etmediği kritik bir eşiğe gelmiştir: Batı Medeniyeti, daha önceki hiçbir medeniyetin başaramadığı ölçüde dünyanın bütününde belirleyici olmuş; özellikle bilim ve teknoloji alanındaki üstünlüğü ve elde ettiği muazzam gücü etkin kullanarak hem “öteki”leştirdiği her şeyi yok etmekte, hem de “alternatif medeniyet”in hayal edilmesini bile imkansız hale getirmektedir.

Tarihin ya da insanlığın sonundan söz etmek istemiyoruz; fakat üzerinde yaşadığımız geminin delinmesine de göz yummamak gerektiğini düşünüyoruz. Açıkçası Batı Uygarlığı’nın tahribatı dünyayı yaşanılabilir bir yer olmaktan uzaklaştırmaya, “insan”a, “insan” olduğunu unutturmaya, “insan”ı insan yapan değerleri eritmeye başlamıştır. İşte bu sebepten “yeni bir uygarlık” tasarımının hayati önem taşıdığı kanaatindeyiz.

Uygarlıklar üzerine kafa yoran, insanlığın geleceği hakkında düşünen bazı düşünürlerin birtakım tespit ve uyarıları, “yeni bir uygarlık” konusunda, fazla gecikmeden harekete geçilmesi gerektiğini düşündürmektedir. Toynbee’nin şu tespitleri dikkat çekicidir:

”Uygarlık diye adlandırdığımız gelişme teknolojide, bilimde ve gücün kişisel olmayan biçimde kullanılışındaki gelişmedir; dürüstlükte yani ahlakta bir gelişme değildir. Her teknolojik gelişme beraberinde bir güç artışı getirir ve güç de iyiye veya kötüye kullanılabilir. Günümüz toplumunun en ürkütücü yanı teknolojinin sağladığı gücün son zamanlarda şimdiye kadar görülmemiş bir ölçüde ve oranda artmasına karşın, çok büyümüş olan bu gücü kullananların ortalama ahlak -veya ahlaksızlık- düzeylerinin ya sabit kalmış ya da daha aşağılara düşmüş olmasıdır.” (Toynbee) (Toynbee-Ikada, 1992, 352)

Batı uygarlığının en gözde kavramlarından birisi “ilerleme” olmuştur. “İlerleme”ye karşı çıkmak mümkün müdür? İnsanın “oluş halinde” bir varlık oluşu, hayatın akışı içerisinde “gelişme”, “ilerleme”, “büyüme” gibi kavramlara hem yer açmakta, hem de onlara özel ve gizemli bir içerik kazandırmaktadır. Ancak meselenin bir Solzhenitsyn’in dikkat çektiği boyutu vardır:

“Gözden kaçırdığımız ve ancak son zamanlarda farkına vardığımız bir ayrıntı, sınırsız ‘ilerleme’nin, bizim gezegenimizdeki sınırlı kaynaklarla olamayacağıdır. Doğanın fethedilmekten çok desteklenmeye ihtiyaca vardır. Biz ise, bize tahsis edilen çevreyi başarıyla yiyip bitirmekten başka bir şey yapmıyoruz…

“Çağdaş ulaşım, dünyayı Batı’da yaşayanların önüne açıvermiştir. Bu tam olmasa bile, neredeyse kendi benliğinin sınırlarından bir sıçrayışta çıkabilmenin eşiğine gelmiştir; televizyonun gözüyle aynı anda gezegenin her yerinde olabilmektedir. Ama görünüşe göre bu teknosantrik ‘ilerleme’nin spazmlı temposu, okyanuslar dolusu gereksiz enformasyon ve ucuz temaşa, insanoğlunun ruhunu hiç büyütmemekte, tersine onu daha sığ hale getirmektedir; manevi hayatımız daralmakta, küçülmektedir.

Bunun yanı sıra kültürümüz yoksullaşmakta, matlaşmaktadır; bu inişi içi boş yeniliklerle boğmaya çalışsak da sonuç değişmemektedir. Canlıların konforu ortalama bir insan için iyileşmeye devam ederken, ruhsal gelişme de durağanlaşmaktadır. Aşırı tıkınmak, yanı sıra yüreklere bir hüzün sokmakta, bunca zevkin hiç tatmin getirmediği anlaşılmaktadır, hatta çok geçmeden bunun bizi boğacağı sezilmektedir.

“Hayır, tüm umutların bilime, teknolojiye, ekonomik büyümeye bağlanması mümkün değildir. Teknolojik uygarlığın zaferi aynı zamanda içimizde bir manevi güvencesizlik tohumu da ekmiştir. Onun armağanları bizi hem zenginleştirmekte hem de kendine köle etmektedir. Her şey çıkarlarla ilgilidir –çıkarlarımızı ihmal edemeyiz- her şey maddesel varlıklar uğrunadır; ama içimizden bir ses de bize, saf, yüce, kırılgan bir şeyi kaybettiğimizi fısıldamaktadır.

Amacı göremez olmuş durumdayız. Kabul edelim; yalnız kendimizin duyabileceği küçük bir fısıltıyla bile olsa itiraf edelim: Hayatı böyle çılgın bir hızla yaşarken, ne uğruna yaşıyoruz biz?” (A. Solzhenitsyn, “Yirmibirinci yüzyıl şafağında önceki gecenin düşünceleri”, Yüzyılın Sonu, ed. N. Gardels, 20-1, İst. 1999)

Gerçekten de bu benzeri soruları, hepimiz kendimize sormalıyız. 20. Yüzyılda yok yere ölen milyonlarca insanın niçin öldürüldüğünü, her damla masum kanının, bir göl olup bütün insanlığı boğabileceğini niçin düşünmediğimizi, insanlığın niçin ölümü bu kadar kanıksadığını kendimize sormalıyız!...

Batı uygarlığı bütün insanlığı ciddi bir kimlik bunalımına ve derin bir anlam krizine sürüklemiştir. Şiddet ve terör, nesneleşmiş insanların eliyle, insan onuruna en büyük darbeyi vurmaktadır. Bugün özellikle Müslümanların yaşadıkları yerleri kasıp kavuran şiddetin küresel bir boyut taşıdığı görmezlikten gelinebilir mi? Yüksek anlam bilinci gelişmeden kimlik sorunlarının, yüksek güven kültürü yaratılmadan şiddet ve terörün üstesinden gelmek mümkün değildir.

“Varoluşsal boşluk”a yuvarlanan insanlık için yeni bir anlam sistemine ihtiyaç olduğu aşikardır. Yeni bir bilim anlayışına, daha insani bir teknolojiye duyulan gereksinimin hayati bir nitelik taşıdığı tartışılabilir mi? İnsanlığın gittikçe artan varoluşsal korkularının üstesinden gelebilmek için, insanın öncelikle kendi varlığının farkında olması gerekmektedir. İşte bu sebepten diyoruz ki, insanlığın yeni bir uygarlığa, yeni bir değerler sistemine ihtiyacı vardır.

İnsanla ilgili, fıtrata uygun taze bir bilince yönelik arayışların, daha fazla zaman kaybetmeden geliştirilmesi, büyütülmesi ve eyleme dönüştürülmesi gerekmektedir. Aksi taktirde, insan onuru ve “insan olma bilinci”, geri dönüşü olmayacak biçimde tahrip edilmiş olacaktır. Bu ise insanoğlunun başına gelebilecek en büyük felakettir.

Öte yandan Müslümanların gelecekte özgür ve onurlu bir hayat sürebilmeleri için, mazinin ipoteğinden kurtularak geleceğe yönelmeleri, enerjilerini salih amele dönüştürerek bilginin gücüne sahip olmaları ve evrensel ölçekte değer üretmeleri gerekmektedir.

Gerçek anlamda var olmak, Tanrısal yaratmanın sürekliliğini sağlayan “oluş” sürecine, beşeri yaratıcılıkla katılmak anlamına gelmektedir. Beşeri yaratıcığın zirvesinde bilim, san’at ve spor vardır. Evrensel “oluş” sürecine olumlu katkı sağlayamayanlar, yakarak, yıkarak, yok ederek ve öldürerek varlıklarını kanıtlamaya çalışırlar. Bu doğrultuda düşündüğümüzde, Müslümanların kelimenin tam anlamıyla varlık-yokluk sınırında dolaştıklarını söylemek şaşırtıcı olmayacaktır.

Son iki asırdır yaşananlar, Batı uygarlığının fiziksel ve psikolojik açıdan “öteki”leştirdiklerini ezmesi, bir anlamda o medeniyetin asli unsuru sayılmayanların ezilmesine ve nesneleştirilmesine yol açmıştır. Müslüman kültürün mevcut haliyle şiddet üretmesinin, Müslümanların ölmeye ve öldürmeye bu kadar teşne olmasının ana sebebinin “nesne” konumuna indirgenmiş olmak, aklı ve yaratıcı yetileri etkin kullanamamak olduğunu söylemek mümkündür.

Ezilmişlik duygusunun en kötü yanı, insandan “insan” olma bilincini uzaklaştırmasıdır. Tıpkı İslam’ın başlangıcında, ilk inen ayetlerle kölelerin, yetimlerin, gariplerin “insan olma bilinci”ni yeniden kazanması gibi, Müslümanların da topyekün yeni bir bilinçlenme sürecine ihtiyaçları vardır. Yaşanan olumsuzluklarda “mağlup medeniyet travması” belirleyici olduğu için, çıkış yolu da yeni bir uygarlık hamlesi ile mümkün olabilir.

Bir başka ifadeyle, her ne kadar ilk bakışta ırmağı tersine akıtmak gibi görünse de, özgür ve onurlu yaşayabilmek için yeni bir medeniyet tasavvurunun dışında, Müslümanların fazla bir seçenekleri yoktur.

Müslümanların, enerjilerini etkin kullanabilmeleri için, toparlayıcı, birleştirici, bütünleştirici nitelik taşıyan, somut ancak süreklilik arz eden, toplumun bakışını daima daha yükseklere yöneltecek, anlam düzeyi yüksek bir amaca ihtiyaçları vardır. Bütün insanlığın “varoluşsal anlam boşluğu”nun ürettiği, oldukça derin bir krize düştüğü bir dönemde, hem evrensel boyutta anlam ihtiyacına cevap verebilecek, hem de insan olma bilincini tazeleyecek “yüksek amaç” ancak yeni bir medeniyet iddiası olacaktır.

Maalesef, İslam’ın insan hayatına anlam kazandıran boyutu unutulmuş görünmektedir. İslam’ın Kur’an’ın kurucu ilkeleri ışığında yeniden anlaşılması, hatta imkanlar dahilinde yeniden inşaı, doğal olarak beraberinde yeni bir medeniyet hamlesini getirecektir. Bu, bir ihtiyaç olmaktan öte, bir zorunluluk olarak anlaşılmalıdır. Bu bağlamda Maturidi’nin, özellikle bilgi, özgürlük ve din anlayışı ile ilgili düşüncelerinin yeni medeniyet tartışmaları için uygun bir başlangıç noktası olacağını düşünmekteyiz.

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.