Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım… Şikayet edeceğine sen de alternatifini oluştur.

4Oca/170

DEFİNE – Bir Kandıra Hikâyesi -4 / Mustafa YILDIZ

DSC_0016

DEFİNE – Bir Kandıra Hikâyesi -4 / Mustafa YILDIZ

Seyrek Seyrek Olalı

Seyrek hepi topu üç hane, dedelerim, dedemin dedesi, 1864’te gelmişler, Büyük Çerkez Sürgünü’nde. Yıllardır Kefken’de Babalı köyünde bizim büyük sürgünümüzü anma törenleri yapılır ama bu, Kandıra’da bilinmez, neden bilinmez o da bilinmez. Kandıra’da Çerkez çok azdır aslında, deniz kenarlarından kaçmışlar, hatta balık da yemeyenleri vardır, derler, ataları denizde boğuldu diye. Her yerde söylenmez, Çerkezler, kadının olduğu yerde silah çekmez, kavga etmez, Çerkez kızının gözü hep yerde olur, oynarken bile. Çerkezleri övmek değil amacım, bunları söylerken diğer kavimleri aşağılamıyorum, yanlış anlaşılmasın, Türk, Kürt, Laz, Manav, Çerkez hepimiz Türk bayrağı altında yaşıyoruz.

Babaannem, Çubuklu’dan Gürcü Memiş Ağa’nın kızı, dedemin beşinci eşi olarak on beşinde gelin geliyor bizim eve. İki çömlek altınla gelmiş. Gelin arabasına bindiriyorlar, seni verdik diyorlar Seyrek’e, Osman Bey’e. Çift yaylı gelin arabası, dört at çekiyor. Kocasını belki de hiç görmemiştir daha önce. Görme şansı var mı? Mesajlaşmışlardır hehehe… Ya ne görmesi, akıllı telefon mu vardı o zamanlar, whatshap mı vardı, Osman Bey’e verdik seni kızım, bitti.

Dedemin yetmiş altı dönüm tek parça tarlası varmış o yıllar, çiftlikte yetmiş hizmetkâr. Neyse, babaannemin gelin arabası, tam köye dönerken babaannem, nereye geldik bakayım diye gelin arabasından uzatıyor başını, hafif bir talaş varmış denizde – dalgaya talaş deriz- hani pullukla sürersin düz bir ovayı, hafif talaşlı deniz öyle görünmüş babaannemin gözüne, zaten korkuyor, “adam amma da çift sürmüş  haaa diyor, kadın deniz görmemiş ki ömründe, söyleyen yok, duyan yok.

Hayvanların ağılında dallı boynuzlar, bunlar da nesi? Güllü Bibi derlerdi babaanneme, geyikleri de bizim çiftlikte görmüş ilkin. Bunları kendisinden dinledim, 1975 yazında öldü.

Sel

Avukat Orhan Evin, bizim düz ovaya pancar ekmek istedi, 1961 yılında. O düze, buğday ekiyoruz, ayçiçeği, mısır ekiyoruz, bazı sulak yerlerine bostan, sarımsak soğan ekiliyor, Orhan Evin geldi, pancar ekelim, dedi, yer senden masraflar benden, tamam,  anlaştılar, kırmızı renkli ekim makinesi geldi, amelesi, işçisi tohumu geldi. Kırmızı makineyi, atlar çekti, öküzler çekti, traktör yok daha o zaman, ektiler. Bütün arazi pancar. Epeyi bir zaman geçti,  gür pancarlar yetişti, göbeği masa kadar, horoz gibi pancarlar çıktı, dişli dişli.

Altmış İhtilâli’nden sonraki günlerdi, geldiler, baktılar, birkaç yerden çatallarla pancar söktüler, söküm zamanı gelmiş dediler, haber saldılar köylere, ameleler gelsin, diye. Adamlar gelecek, pancarlar sökülecek, kolay mı, belki bir hafta sürecek.  Söküm vakti geldi, yarın sökecekler, akşamdan bir yağmur başladı, sabaha kadar sel oldu, nasıl bir yağmur! Üç gün durmadı, ağustostu galiba, babam bizi düze indirmedi, nasıl yağmur! Sel, sel, sel!… Gidiyor her şey, kümesler, tavuklar, horozlar denize gidiyor. Dere kalktı yani. Afat. Gitmez deme.

Nasıl 73’te Kandıra’da Ağva yolunda, Namazgah Deresi taştı, ev gitti, yol gitti, askerler gitti. Gitmez mi? Kümes gidiyor denize, babam indirmiyor bizi düze, kabaklar gidiyor, üzerlerinde horozlar var üüürü üüüü… Balık ağları yırtıldı gitti, kulübe yıkıldı, ertesi gün baktık, mahsuller gitmiş,.

Akan aktı giden gitti… Günlerce denizden şey çıktı; bostandır, kabaktır… ne varsa. Her ağustosta bu Kandıra şiddetli sel yapar, ağustosun on beşi yaz on beşi kış sadece Kandıra’ya mahsus atasözüdür, doğru mu Hocam? Sandalı bile dereye bağlamadı babam, ne olur ne olmaz diye, çökertme makarasıyla incire astık sandalı, iki metre yukarı kaldırdık. Ondan sonraki gün bir güneş açtı, pırıl pırıl. Otuz santim mil, çizmeyle basıyorsun, güp batıyorsun dibe, bataklık, mil; mil işte, çamur.

Ne bir tane pancar alabilirsin ne bir adım atabilirsin, küllüm zarar, olduğu gibi bıraktılar tarlayı, o makineyi bile götürmedi Orhan Bey, yıllarca düzde kaldı kırmızı ekim makinesi, çürüdü gitti. Mil toprağı satha yayıldığı zaman esas ana toprağın havayla temasını kesermiş, beton gibi ya, aynen, ağaçları bile kuruturmuş o mil toprağı, hava ile teması kesilince koca ağaç canlanamazmış, kururmuş, bir ziraatçıdan da duymuştum “mil toprağını ağaçların köklerinden kazımazsanız, ağacı bitirir” diye, hakikaten.

Demek ki korkunç bir felaket yaşamışsınız abi, o zamanlar? Müthiş. Seyrek, Seyrek olalı…

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.