Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım… Şikayet edeceğine sen de alternatifini oluştur.

27Tem/160

DÜŞÜN ADAMI SEZAİ KARAKOÇ İLE BİR KAÇ SAAT – Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

ayhan katırcıkara  DÜŞÜN ADAMI SEZAİ KARAKOÇ İLE BİR KAÇ SAAT - Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

(Nevzat Yalçıntaş’ın vefatı, Darbe girişimi, M. Şevket Eygi ve Yayıncılık üzerine)

Kuruluşunun 100. Yıldönümü dolayısıyla MTTB Tarihi ile alakalı çalışmalarımın bir bölümünü Cağaloğlu’nda Fatih Gençlik Vakfı arşivinde sürdürdüm. Çünkü Fatih Gençlik Vakfı’nın beş kişiden oluşan ilk mütevelli heyetinden üç isim MTTB Genel Başkanlığını yapmış(İsmail Kahraman, Ömer Öztürk, Raşit Ürper), gençlik meselelerinde sorumluluk almış kimselerdi.

MTTB’nin bir zamanlar Sosyal İlimler Enstitüsü olarak hizmet veren salondaki arşivde epeyi bir süre çalışıp, not aldıktan, fotoğraflarını çektikten sonra ayrıldım. ESKADER merkezinde öykü yazarı başkan Şerif Aydemir ile muhabbetimizin ardından İlim Yurdu Yayıncılık ve Eğitim Hizmetlerinin İstanbul Fındıkzade’deki Mana Yayınevi’ne gittim. Sahibi Latif Kınataşı ile sohpete başladık.

Genelde sıkıntılı günler geçiren entelektüel hayat, yazar, yayın ve okuyucu üzerine oldu sohpetimiz. Çaylarımızı yudumlarken komşu yayınevi Diriliş’e geçtik. Kapalıydı saat 18.00 olmasına rağmen. Yazın aşırı Temmuz sıcakları, bastırılan ahlaksız, çirkin, çıldırmış darbe girişimi sonrasındaki dört gündür süren protesto eylemleri İstanbul’da normal hayatı ve mesaileri de etkilemişti. Çünkü genelde Diriliş Yayınevi ve Gazetesi bu saatten sonra açık oluyordu. Cep telefonumdan Üstad Sezai Karakoç’u arayarak gelip gelmeyeceğini öğrenmek istedim. Telefon açılmadı. Bir müddet sonra Sezai Bey kendisi aradı. Selamlaştık, yarım saat sonra ofisinde olacağını belirtti. Bizden başka iki ziyaretçi daha bekliyordu. Bu gelişmeye sevindim.

BOZCAADA’DA BİR SÜRGÜN KANAAT ÖNDERİ

Yan sokaktaki çay ocağında Latif Kınataş ile sohpetimizi kaldığımız yerden devam ettirdik. Yakın Tarih üzerine sohpetimiz koyulaştı. Tek Rumeli Televizyonunda Prof.Dr. Nevzat Yalçıntaş ile, hocanın yaşadığı yakın tarihi konu alan 14 program yapmıştık. Birkaç gün önce hakka yürüyen Prof.Dr. Nevzat Yalçıntaş bu programımızın kitap halinde yayınlanmasını istiyor ve genel bir değerlendirme yazısı ile katkı vereceğini söylüyordu. Ömrü kafi gelmedi. Mekanı cennet olsun. Yakın tarihimizin mutlaka yeni nesil tarafından bilinmesi ve öğrenilmesi gerekiyordu. Demokrat Parti zamanında heykellere saldırarak kıran ve Ticani diye şartlandırılan, algı yayını yapılan bir grubun esasında dini bir ekol olduğu, kanaat önderi Kemal Pilavoğlu’nun bu yüzden mahkum edilmesine rağmen değerli yayınları bulunduğunu, önemli bir alim olduğunu çok kişi bilmiyordu. Bu bir örnekti. İktidarda DP hükümeti tasarruflar yapmasına, radyoda Kur’an-ı Kerim okutmasına, ezanın orijinal diline döndürülmesine, imam hatip okullarını açmasına rağmen, yıllarca baskı atında olan dini bilgi ve gelişmelerin üzerindeki gölge hiç eksik olmamıştı. Kemal Pilavoğlu Bozcaada’ya sürgüne gönderilmişti. Öğrencileri de Bozcaada’ya yerleşen Kemal Pilavoğlu bölgede ciddi bir bağcılık atılımı yaparak adanın bir yandan adını duyuruyor, cazip hale getiriyor, öte yandan da onca insana iş kapısı açıyordu. Söz konusu olay bile doğru bilgilerle aktarılmıyordu. Konuşmamızda tam “Ben Bozcaada’ya gittim. Kemal Pilavoğlu adına açılan müzeyi gördüm. Sevindim. Geç de olsa hakikat kendini belli ediyor!” diyordum ki çayocağı sahibi söze karıştı, Bozcaadalı olduğunu, orada bir evi bulunduğunu, anlattıklarımın doğru oluğunu tasdik etti. Sevindim.

AHLAK AKLI

Vakit gelmişti. İki bardak çayı da peş peşe bitirdik.

Hemen karşı sokakta tabelası görülen Diriliş’e doğru yürüdük. Karşıdan Sezai Karakoç geliyordu. Gömleği uzun kollu da olsa spor giyinmişti. Her müslümanda olduğu gibi pantolonunun diz yerleri belliydi. Kemeri giysisiyle uyumluydu. Yeni tıraş olmuştu. Selam verdi. Cebinden anahtarı çıkararak kapıyı açtı. Bizden başka bekleyenlerle birlikte içeri girdik.

Diriliş’in sandalyeleri yenilenmişti. Sezai Karakoç masasına oturdu. Biz de yanına. Mana Yayınları Sahibi Latif Kınataş neşrettikleri eserlerden birkaçını Üstad Sezai Karakoç’a sundu. Sezai Karakoç poşetinden çıkardığı kitaplara baktı. Birkaçı medeniyet ve sanat üzerine tercümelerdi. İslam ile ilgili düşünce eksenli kitaplardı bunlar. Az okunabilen ama düşündüren, fikirde açılım yapabilen, manada derinlik kazandıran eserlerdi. İslam kültürünün akıl yapısını inceleyen Faslı Felsefeci Prof.Dr. Muhammet Abid El Cabiri’nin Arap Ahlakı Aklı adlı eseri dikkatini çekti. Şöyle bir baktı, sonra “Daha sonra bu kitaplara teker teker inceleriz” dedi.

-Nerelisiniz? Eğitiminiz nedir?

Sezai Karakoç’un bu sorusuna Latif Kınataş “Giresunluyum, Marmara İlahiyat mezunuyum” diye cevap verdi. Muhabbet burada memlekete ve eğitime döndü;

-Ben ortaokulu Kahramanmaraş’ta okudum. O günlerde ismi sadece Maraş’tı. Giresun’da ortaokul olmadığından okuyan talebeler Maraş’a gelmişti. Dolayısıyla Giresunlu çok arkadaşım var.

Giresun’dan birkaç isim söyledi konuklardan bazıları. Latif Kınataş bazılarını tanıdı. Söz konusu yıllarda Türkiye genelinde 17 lise vardı. Bunun önemli bölümü İstanbul’daydı. Demek ortaokullarda sayıya gelecek kadar azdı.

HEM BURSLU VE HEM DE YATILI TERCİHİ

-Ortaokullarda dışardan gelenler genelde yatılı olurlardı. Leyli ve macani diye iki bölümden oluşurdu. Maraş’tan gelen arkadaşlarımız da ortaokulda okurlardı. Ancak yatılı değillerdi. Benim gibi Maraş dışından gelenler hep yatılıydık.

Sezai Bey ortaokuldan mezun olunca Gaziantep Lisesi’ne gidiyor. Bazı arkadaşları ise Adana’ya. Fakat o yıllarda Diyarbakır’da da lise olmasına rağmen Sezai Karakoç’a soruyorum, o da cevap veriyor;

-Diyarbakır’ı ben şahsen tercih ederdim. Benim memleketimdi. Fakat isteğimizle olmuyordu bu gelişmeler. Ama tercihler hep yatılı ve burslu okullardı. Biz Gaziantep’e gittikten bir sene sonra Maraş’a da lise açılmıştı.

-Liseden sonra üniversite için neler yaptınız?

Üstad Karakoç hatıralarını anlatırken hiç bu kadar mutlu görmemiştim. Sanki o günleri yeniden yaşıyordu.

-İstanbul’a geldik. Kadırga’daki yurtta kaldık.

-Neden peki?

-Çünkü paramız yok, olan yeterli değil, bir öğrenci için hem yatak, hem yemek konusu çok önemliydi. Bu açıdan burada kaldık bir müddet. Sonra yine arkadaşlarımızla buluştuk.

-Kadırga Yurdu’nu yanında askeri bir yurt da vardı.

-Evet.. bizim zamanımızda İstanbul Üniversitesi’nin bitişiğindeki Süleymaniye’ye giden yol üzerinde askeri bir yurt vardı İstanbul’da.

-Yine var. Bir zamanlar Eczacılık Fakültesiydi. Şimdi bilmiyorum. Üniversite öğrencileri için yurtlar hem Kadırga’da, hem de Beyazıt’ta vardı. Çünkü benim Nebi Birinci adında bir Albay çocuğu arkadaşım Beyazıt’taki yurtta kalıyordu.. Subay çocukları öncelikliydi.

Sezai Karakoç anlatmayı sürdürdü.

-Tabii hepimiz üniversiteye giriş telaşındayız. Üniversiteye giriş çok kolaydı. Ancak bizim tercihimiz yurdu ve bursu olan fakültelerdi. Bir dilekçeyle hemen müracaat edebiliyordunuz.

BİR MÜLKİYELİNİN ÖYKÜSÜ

-Peki siz böyle bir şey yaşadınız mı?

-Yaşadım. Gaziantep Lisesi’nden sınıf arkadaşım Kilisli Seyfettin Başçılar Veteriner Fakültesi’ne kaydolmuştu. Benden bir fotoğraf ve dilekçe alarak kaydımı yaptırdı. Babam İlahiyat Fakültesi’ne kaydolmamı istiyordu. Benim ve arkadaşlarım için en önemli husus bursu olup olmadığıydı. İlahiyat’ın bursu yoktu. Bazı fakülteler bin kişilik kadrosu vardı. Ancak 150 kadar öğrenci başvurmuştu. Çok boş kadro oluyordu. İmtihanlara girdim. Önce yazılı imtihan yapıldı. Hiç unutmam “Avrupa ve Amerika haritaları çizerek, limanlarını işaretleyiniz. Ayrıca gemiler nereden nereye seyrüsefer yaparlardı harita üzerinde gösteriniz?” diye bir soru vardı. Avrupa ve Amerika haritalarını çizdim.

-Tahtaya mı kağıda mı?

-Hayır kağıda.. fakat bir türlü beğenmedim. Üzerine bir çizik attım. Keşke öyle verseymişim. Sonradan gördüm ki iyi de olmuştu.

-Başka nelerden imtihan ediliyordunuz?

-Önce kompozisyon, edebiyat, felsefe, sosyoloji ve psikoloji, matematik, tarih ve coğrafya gibi altı bölümdü. Ben sıralamada 13 veya 12. olmuştum. Puanım iyiydi. Felsefeye de kaydımı yaptırdım ama mülkiye’ye girdim sonra.

-Peki tıp fakülteleri?

-İmtihanların en zoru ve puanlarının yükseği tıp fakültesiydi. Diploma derecesine göre girilirdi. Önce pekiyi dereceliler tercih edilirdi. Eğer kontenjan dolmazsa iyi derecelilere imkan tanınırdı. Mülkiye’de ise ilk 40’a girene burs verilirdi. Ben de dolayısıyla mülkiyeyi tercih ettim. Kazandım ve kaydoldum.

-Ankara Mülkiye’ye başladınız? Mehmet Şevket Eygi de sizin okuldaydı.

-Şevket Fransızca eğitim yapan Galatasaray Lisesi’nden mezundu. Fransızcası da kuvvetliydi. Dolayısıyla kayıt için bir tercih sebebiydi. Ben 3. Sınıfta iken Şevket Eygi birinci sınıfa başlamıştı.

TALABELERİN YENİ AY’I

-Bir aylık dergi girişiminiz var galiba?

-Evet. Şevket Fransız Kültür Merkezinde memur aynı zamanda. Maaş alıyor. Bu para ile bir dergi çıkarmaya karar verdik.
-Adı neydi?

-Yeni Ay’dı.

-Sonra!

-İlk sayıyı hazırladık. Bastırdık. O günün şartlarında görüşlerimizi açıklamak gibi bir hukuk devleti anlayışı yoktu. Hem dergimiz toplatılabilir, hem de bizim hakkımızda soruşturma başlatılma ihtimali fazlaydı. Şevket’e dedim ki?

-Ne dediniz?

-Savcılığa git. Bastığımız dergiyi göster. De ki Yeni Ay’ı dağıtmadan önce size getirdik. Bunun dağıtımına acaba başlayabilir miyiz diye bir sor. Vereceği karar yönünde gerekeni yaparız.

-Şevket Bey Savcıya gitti mi?

-Gitti.. savcı şöyle bir Yeni Ay’a bakmış. “Bunu dağıtamazsınız. Siz çıldırdınız mı? Hakkınızda soruşturma açarım. Bunları hemen yok edin. Yanınıza da bir adam vereyim, bu işi bitirin” demiş.

-Siz ne yaptınız?

-Yok edildi dergiler. Ancak Şevket’e dedim ki “birkaç tane hiç olmazsa ayır da bize kalsın” dedim. Diğer dergiler imha edildi. Oysa ben yeni bir şiir daha yazmıştım ikinci sayıda yayınlansın diye. Şevket’te teslim etmiştim.

-Peki ne oldu, ikinci sayı yayınlanmadı mı?

-Hayır ikinci sayıyı neşredemedik.

-Sizin şiiriniz peki?

-Şevket’ten alamadım. O yıllarda öyle fotokopi falan da yok ki bir nüshasını saklayalım. Her halde kayboldu. Şevket’ten istedim. Bulamadı.

ASILAN ALTI KİŞİ

-Konusu ne idi?

-Hatırlarsanız Mısır’da Müslüman Kardeşlerin ileri gelenleri idam edilmişti. Hepimiz üzülmüştük. Şiirin konusu bu idamlardı.

-Hatırladığınız kadarıyla ne demiştiniz?

-Şöyle demiştim “Aslında altı kişiyse/ Asılması gereken bir kişidir” gibi.

-Üstad müsaade edersin bunu yazayım.

-Hayır hayır yazma, sadece dinle?

-Peki! Kastınız burada esasında Cemal Abdülnasır’ın idamını istiyorsunuz, Müslüman Kardeşlerin de idam edilmemesini?!

-Evet, serbest şiir de olsa idam sayısındaki rakamları da ona göre düzelttik. Sesin bozulmaması gerekti. Üç falan olmuyordu mesela. Serbest şiirin de kendine göre bir ölçüsü, estetiği vardı.

-Peki şiirden hala bir haber yok mu?

-Var. Aklımda kalan bu iki beyti Şevket Eygi daha sonra yayınladığı Yeni İstiklal Gazetesinde manşetten verdi. Tunus istiklali için mücadele veriyordu. Ötesini Söylemeyeceğim dizeleri Tunus’un İstiklal Savaşı’na ait. O yıllarda ayrıca Fransa Cezayir’i işgal etmiş. Müslümanlar katledilmişti. Bir milyon islam mensubu Cezayirli şehit olmuştu. Bende Cezayir İstiklal Savaşı için “Bir Milletin Ba’su Ba’del Mevti” yani Diriliş fikri doğmuştu. Bir milletin ölümden sonra dirilmesi. Bedir diye bir şiir yazmıştım. Şevket’in daha sonra kurduğu Bedir Yayınevi’nin adı da buradan kaynaklandı. Diriliş ismi de buradan mülhem oldu bana.(Daha geniş bilgi için Sanat ve Düşünce Dünyasında Sezai Karakoç/Dr. Şakir Diclehan-Lim yayınları)

BİR ALİMİN ÖLÜMÜ

Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Sezai Karakoç’un da çok yakın dostu, gönüldaşı, ve yaşıtı idi.

-Nevzat Yalçıntaş da benim gibi 1933 doğumluydu. Allah rahmet etsin. Sağlığına çok dikkat ederdi halbuki. Mutlaka doktora giderdi. Ben ise hayatımda; o da arkadaşlarımın zoruyla iki defa gittim doktora! Nevzat Bey’in hiç bir şeyi yoktu.

-Doğru.. ağabey, sizin doktora gitmemeniz de sağlıklı bir şey değil. Gitmeniz gerek. Nevzat Hocanın gerçekten sağlığı yerindeydi.

Sezai Karakoç sadece başını salladı. Ben devam ettim.

-Nevzat Yalçıntaş Hoca sağlığına çok itina gösterirdi gerçekten. Çekap falan yaptırırdı. Son altı aydır beynine giden damarlardan birinde pıhtı tespit etti doktorlar. Nevzat Hoca’nın tedavisine başlandı. Epeyi bir süre günde 8 saat oksijen verildi. İyileşmişti. Ama iğne ve haplarına devam etmesi gerekiyordu. Doktorlar da Nevzat Hoca’nın sağlıklı ve eskisi gibi olduğunu söylüyorlardı. Buna rağmen kendisi sıhhati konusunda titizdi sağlığına. Buna rağmen kan sulandırıcı ilaçlarını almamış.

-Çok duyarlıydı sağlığına! Nasıl olmuş?

-Vefat ettiği gün Çatalca’daki çiftliğine gitmek için Şerifali’den yola çıktık. Boğaziçi köprüsü kapatılmıştı. Askerler vardı. Fatih Sultan Mehmet Köprüsüne geçiş verdiler. 10 dakikalık yolu 2 saatte aldık. Çakmak’a gelince orasının da kapatıldığını öğrendik. Trafik felç olmuştu. Eşim telefon etti “darbe girişimi” haberini verince geri eve dönebildik. Bu defa da iki saat sürdü yolumuz. Sabaha kadar da uyumadık.

Sezai Karakoç araya girdi.

-Çatışmalar oluyormuş bütün yollar kapatılmış. Biz daha dün aradan birkaç gün geçmesine rağmen araçla Fındıkzade’den karşıdan karşıya geçemedik.

-Doğru.. bir gün sonra Nevzat Hoca’nın Çatalca’daki evine gittik Ticaret Üniversitesi Öğretim Üyesi Doçent Dr. Hüseyin Arslan ile. Yarım saat önce Nevzat Hoca’nın cenazesi Çatalca Devlet Hastanesi’nden alınarak İstanbul Kozlu Mezarlığı Morgu’na götürülmüş.

HAKKA YÜRÜMEK

-...................................

-Çiftlik’in Bahçıvanı Selamet Bey karşıladı bizi. Bir yandan da anlattı. “Hocam ile Cuma namazı için Çatalca Ulu Camii’ne gittik. Namazdan sonra her zaman olduğu gibi kitapçıya gittik, hocam gazeteleri açsın açmasın 10 kadar gazete aldı. Yeni yayınlara baktı. Yabancı gazeteleri bulamadı. Yoktu. Eve döndük. Sabah kahvaltıyı geç yaptığından öğle yemeyi yemedi. Hava o gün çok sıcaktı. Serinlemek için havuza girdi. Ben de ağaçlara su vermek üzere yanından ayrıldım. Göz ucuyla baktım hocam yüzü koyun suyun içinde dibe bakıyor, ayakları yerde, kollarını açmış bir vaziyetteydi.

-Eeeeeeee

-Her halde havuzun dibine bakıyor gibi geçti aklımdan. 10 dakika sonra geldim. Baktım. Hocam hala öyle duruyor. “Hocam, Nevzat Hocam” diye eslendim. Cevap vermedi. Elimle dokundum. Tepki göstermeyince, ev halkını çağırdım. Hepimiz panik olmuştuk.

-Sonra!

- Sun’i teneffüs falan yaptırmaya çalıştık. Ben acaba dili ters mi döndü diye düşündüm. Ağzını açtım, dili düzgündü ama mosmor olmuştu. Çatalca Devlet Hastanesi’ne götürdük. Doktor bize 35-40 dakika önce Nevzat Bey’in hakka yürüdüğünü söyledi. Hepimiz yıkıldık.

Bahçıvan Selamet Bey’in anlattıklarını hatırlatınca Sezai Karakoç ve Diriliş konukları yeniden rahmet ve dua okuduk.

-Sezai Ağabey Nevzat Hoca ile en son 27 Haziran 2016 Pazartesi günü Diriliş’in karşısındaki Ali Yasin Emin no 5’teki All Seasons Otelde iftardaydık. Hatırlarsanız sizi de davet etmiştik. Ancak siz Diriliş’te iftar yapacağınızı, misafirlerinizin olduğunu bildirmiştiniz. Ben de en son burada görmüştüm rahmetliyi.

-Allah rahmet etsin.

-Nevzat Yalçıntaş, üç beş ay önce beyne giden damarlarından birinde pıhtı tesbit edilmişti. Emboli dendi. Oksijen tedavisi gördü. Tablet ve iğne tedavisine başlandı. Ama Ramazanda oruç tuttuğu için özellikle iğnelerini vurulmadı. Bu pıhtı imkan bulunca beyne giderse felç, kalbe giderse kalp krizi yapıyormuş. Mekanı cennet olsun

-Amin

İSLAM AYDINLARININ SORUMLULUĞU

-Üstelik bu darbe girişimini de görmedi. Yoksa çok üzülürdü. Memleketini ve halkını en fazla düşünen aydınlarımızdan biriydi. Darbelere hep karşıydı. 27 Mayıs darbesini yaşadığı için de hep onu örnek verirdi.

-Evet maalesef böylesi darbe girişimleri Türkiye’nin fay hattından kaynaklanıyor. Hiç bir zaman bitti diyemiyoruz. Sanırım sebebi de Cumhuriyet’in çok acele ilan edilmesi ve kurulmasıdır. Çünkü eksikliklerimiz vardı, tamamlanması icap eden hususlar bulunuyordu. Böyle olunca da sıkıntılarımız arttı, devam etti. Fay hattı yeniden faaliyete başladı.

-Amerika’nın parmağı olduğu iddia ediliyor. Gerçi Vaşhington geç de olsa açıklama yaptı ama, başarısız bir darbe girişimimin yanında B Planını uygulamaya geçecek diye yerli-yabancı medyada yorumlar yapılıyor.

Sezai Karakoç’un hiç böyle görmemiştim. Öyle bir değerlendirdi ki dikkat kesildik tümümüz;

-Hayır, kim bu girişimi planladıysa, istediği gibi gerçekleştirmiştir. Böyle istediği için böyle yapılmıştır. İsteseydi yapmazdı. Yapmak istediği için yaptı. Öyle konuşulduğu gibi yok A, yok B planı falan yoktur. Türkiye böyle bir fay hattı üzerindedir. Bu son da değildir. Fay hattı hareketlenince her şey olabilir.

-Peki Üstadım, İslam coğrafyası hiç istikrar ve rahat yüzü görmeyecek mi? Çözümü nedir?

-İslam dünyası da fay hattı üzerinde. Ne zaman fayın hareket edeceği belli olmaz. Her vakit harekete hazır gibidir. Nasıl mı kurtulacağız bu fay hattındaki hareketlenmeden?

-Evet!

-İslam aydınlarının teşebbüsüyle.

-İslam aydını var mı ki?

Bu soruyu Latif Kınataş sordu.

-Eh yani.. az da olsa var. Çözüm de İslam’da belirtilmiş. Sorunu İslam aydınları çözecek.

Sezai Karakoç üstad biraz düşündü sonra serzenişte bulunur gibi konuştu;

-Böyle şeyleri benim esasında konuşmamam gerek.

Latif Kınataş yolda bana soruyordu.

HIZIRLA KIRK SAAT

-Sezai Karakoç Ağabey ile bir keresinde sohpet ettik. Kendisine sordum. Siz “seçimlere katılacak mısınız” diye. Bana cevaben “Yasaya göre belli sayıda il teşkilatı kurulmadıkça genel seçimlere girmemize müsaade edilmiyor” demişti. Sonra bir başka soru daha sordum “Siz gerçekten iktidara gelmek, ülkeyi yönetmek üzeri mi parti kurdunuz?” deyince şaşırmıştı “Elbette” demişti. Bu soruları bir daha hatırlatabilir miyim?

“Elbette” demiştim. Ancak sormadı. Ben konuya girmek için yavaş yavaş sokuldum.

-Yüce Diriliş Partisi’ni bir defasında hırsız açmıştı.

-Ne bir defası.. iki defa hırsız girdi partiye. Görüntü var, el izi var. Polis geldi. Hepsi o kadar. Emniyet dönüp de her hangi bir bilgi falan vermedi maalesef.

Latif Kınataş Arapça biliyordu. Mısır’daki Ayn Şems Üniversitesi’nden Prof.Dr. Abdülrezzak Berakat Üstad Sezai Karakoç’un Hızırla Kırk Saat’ini tercüme ederek yayınlamıştı. Talebesi Ahmet Abudullah’a da Sezai Karokoç ve İslami Diriliş konusunda master tezi hazırlamasını istemişti. Her iki çalışma da yayınlandı. Diriliş gönüllüsü konuklardan Halil İbrahim arkadaşımız bu kitabı getirerek Latif Bey’e gösterdiler. Latif Bey de ilk sahifelerdeki yazıları okuyarak tercüme etti. Anlattı. Sezai Karakoç Hızırla Kırk Saati Arapça olarak söyledi “Erbegun saate Hızır”. Böylece sohpet tercüme faslına girdi. Kahire Kitap Fuarından sohpet ettik. Frankfurt Kitap Fuarından sonra Dünyanın ikinci büyük kitap fuarı Kahire’de yapılıyor. Tercüme faaliyetlerinin artarak İslam coğrafyası ülkeleri arasındaki ilişkilerin gelişmesinden konuştuk.

DÜNYADA EN FAZLA TANINAN MÜSLÜMAN ŞAİR İKBAL

Türkiye’de çok sayıda Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü var. Keşke Arapçaya tercüme edilen Hızırla Kırk Saat Türkiye’deki Arap filolojilerinde okutulsa. Arap Dünyasının nüfusunun 300 milyon olduğuna hayret etmiş Sezai Karakoç. Bana göre Müslüman Arap Dünyasının nüfusu en fazla o kadar. Hele Mısır’ın “Biz Arap değiliz, Mısırlıyız” dediğine bakılırsa bu rakamdan 90 milyonun çıkarılması gerekecek. Her ne ise ama Arapça İslam coğrafyasında önemlidir. Müslümanların kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim dili dolayısıyla bütün dünyada bilinen bir İslam ülkelerinde kullanılan değişik dillere, bu dillerden de Arapça’ya tercümeler yeterli değil. Mesela Pakistan’ın Milli Şairi Muhammed İkbal bütün dünyada en fazla tanınan Müslüman edip, müellif ve şair olmasının nedeni İngilizce bilmesi. Sezai Karakoç bu yaklaşımı şöyle değerlendirdi.

-Bir defa söz konusu yıllarda Hindistan vardı. Pakistan yoktu. İkbal İngiltere’de eğitim görmüştü. Çok iyi İngilizce biliyordu. Batıyı iyi tanıyordu.

-Mehmet Akif Ersoy aynı ortak endişeleri taşımasına karşılık İkbal kadar dünyada hatta İslam coğrafyasında çok tanınmıyor.

-Doğru, İkbal daha fazla tanınıyor.

-Sezai Ağabey, yıl sonunda Pakistan’da İslam Coğrafyasını Aydınlatanlar Mehmet Akif Ersoy ve Muhammed İkbal Uluslararası Sempozyumu düzenliyoruz.

-Kim tertip ediyor?

-Mehmet Akif Ersoy Fikir ve Sanat Vakfımız. Lahor Üniversitesi’nde gerçekleşecek. Hedef kitlemiz üniversite öğrencileri. Okuyan, düşünen gençlik. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Urduca Bölümü, Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi de katkı veriyor.

-Güzel..

-Bu toplantımıza sizi de götürelim. Bugüne kadar hiç bir davetimizi kabul etmediniz. Balkanlar ve Türk Cumhuriyetleri de öyle oldu. Bu defa Lahor’da konuğumuz olun.

-Teşekkür ederim. Hiç vaktim yok. Keşke olsa.

Vedalaşarak ayrıldığımızda saat 21.00’i geçiyordu.

Ancak Diriliş Yazıhanesi hala konuklarla doluydu, gelmeler gitmeler devam ediyordu.

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.