Ahsen Okyar Söylenmek yerine söylemek lazım… Şikayet edeceğine sen de alternatifini oluştur.

27May/160

SAPANCA’YA KASİDE – Dr. Sait BAŞER

thumbs_b_c_188b62c3b29a1e3ef6269e56e61051ad1  SAPANCA'YA KASİDE – Dr. Sait BAŞER

İnsanlık tarihinde ortaya çıkan bütün medeniyet havzaları su kaynaklarının etrafında teşekkül etmiştir.

"Hayat" ve "su" kavramları iki ayrı sözel yapı taşımakla beraber organik bir yekparelik içindedirler. Bu yekparelik Türkçedeki "yaşamak" fiilinde sergilenen birliktelikle en güzel tasvire ulaşmaktadır.

"Yaşlık" "kuruluğun" zıddıdır. Yaş sudur. Yaş zamandır, yıldır. Yaşamak su ile bütünleşikliğin adıdır. Yeşilin aslı "yaşıl", onun kökü de "yaş"tır.

"Zaman”, "hayat” ve "su" kavramları Türk kültürünün mantalitesinde çok ilginç örtüşmeler sergilemektedirler. Aslında bu hal olağan üstü hikemiyattan sayılmamalıdır. Adlandırmaların, yani anlamlandırmaların son derece gerçekçi, tecrübî ve rasyonel olduğunu düşünmekteyiz.

Türk düşüncesinde fayda, gerçekçilik, tabiîlik ve sadelik kavramları yüksek bir orkestrasyon içinde çalışmaktadır. Sadece "güzel", fayda ve gerçekçiliğin olmadığı yerde anlamını yitirmektedir. Ama doğruyu güzelleştirmeyi de sevmektedirler. Türk kültürü büyük bir tarihin, toplumsal tecrübenin ifadesi olan büyük bir akıldır. Aynı zamanda bu imkanın içinden elde edilen büyük bir duyuş imkanı sunmaktadır.

Çok ilginç gözlem ve tespitlerimiz var. Bu kültürün sunduğu hayat tecrübesi ve ulaştığı değerler sistemi herhangi bir kavramı yalnız başına bir varlık şeklinde hapsetmeye manidir. Sistemin içinden bir kavram sökülüp alınamamaktadır. Bu demek değildir ki, kavramlar incelenemez. Elbette incelenebilir ve incelenmelidir. Ama yapının geneliyle olan yakın ve uzak ilişkiler gözönünde bulundurulmadığı takdirde, ele alınan kavram hakkında vereceğimiz hükümler ya eksik kalmakta ya da yanlış olmaktadır. Ülkemizde aydınlarımızın sıklıkla şikayet ettikleri kavram kargaşası konusu aslında yapının genelini anlayamamak, bilememek yahut kuşatamamaktan kaynaklanmaktadır. Herhangi bir davranış kalıbı, bir soyut kavram veya değer yargısı alınız ve üzerine yoğunlaşınız. Komşu değerlerle ilişkilerini kurmaya başladığınızda kültürün geneline hükmetmek zaruretiyle yüzyüze kalırsınız.

Sıradan bir "el öpme" adetinden söz açacak olsanız, bu adet sizi siyasette devlet felsefesine, dinde biat kavramına, sosyal yapıda zahirî ve batınî yapılara, otoritelere, hiyerarşiye kadar... gitmek zorunda bırakır. Adalet kavramına girseniz, varlığın bütünündeki hayat dengesinden "Hak" kavramına kadar hukuk sisteminden yola çıkıp, ölüm ötesine, mizan ve mahşere uzanmak kaçınılmaz olur.

"Su" da böyledir.

Dede Korkut'a göre, su, Tanrı yüzünü görmüştür. Suda hayatın her sahnesi saklıdır. Fuzûlî'nin "Su Kasidesi" herkesçe malum. Tanrısından ve Tanrısallığından uzaklaşan, firkatte kalan kutsal ruh, yeniden Tanrı özlemiyle vuslat iştiyakı içinde sonsuz bir macera yaşar. Sonsuz ve ulvî...

Su, halden hale, kalıptan kalıba usançsız mâcerâlardan birinden ötekine sıçrarken, şevkini hiç kaybetmeden başını taştan taşa vursa da vuslat anına doğru çırpınır durur. Kâh katre olur, kâh umman, kâh Faruk Nâfiz'de "Çoban Çeşmesi" olur, kâh Samiha Ayverdi'de "Gönül Dere"... Bazen de Yahya Kemal'in dilinde mir'ât-ı şuûnât gibi bir "deniz" veya körfezin dalgın suyu kılığına girer. Halk türkülerinde ise turnaların, yeşil başlı ördeklerin vatan-ı aslîsi olan bir göle döner. O turnalar ki, hem vatan hasretini hem gurbetteki sevgiliyi, hem de sânî-i hakîkiyi ifade ettikleri olur. Abdalın dilinde Hazret-i Ali'ye, Ehl-i Beyt’e dönüşür.

Kültürler somut varlıkları giderek soyut değerlere de dönüştürebilmektedirler. Türk kültürünün, toplumun yaşadığı engin ve derin tarihî tecrübeden bağımsız addedilmesi elbette ki imkan dışıdır. Bu tecrübeye baktığınızda bütün yapıda omurgasından en çevre elemanına kadar hikemî bir karakter yüz gösterir. Hikmet âdetâ gel-geç dalgalar gibi yanılsamalardan ibâret bir dünyada yaşadığınızı dâimâ hatırlatmak görevini de yüklenmiştir.

Yûnus'un:
"Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi..."
Deyişindekince hayat "bir yel esip geçmiş gibi" dir...

Şimdi burada mesela "su" ve "göl" kelimeleri yerine "yel" kavramını ele alsak, sizi temin ederim yine ucunu kolay bağlayamayacağımız bir dünyaya açılırdık.

Sapanca Gölü ve şiir diyoruz!
Göl burada iklim.
Göl burada zaman.
Göl burada bir tepeden kuş bakışı baktığınızda âdetâ varlığın esrârını ifşâ eden, çizdiği her an değişen birbirinden muhteşem tabloları cömertçe sergileyen bir hakikat aynası… Sessiz ve sözsüz diline nufuz ederseniz, aynı zamanda bir belagat ustası. Âşığa mahrem, şâire ilham; ama ne yazık ki, emlakçıya da spekülatif kazanç!..

Fıtrat hepimize doğuşumuzda tam puan veriyor. Herhalde marifet emâneti en az zâyiatla devretmek olmalı. Üstünde belirdiğimiz tabiat da, hangi sahnede olursa olsun, hilkat sırrını kendince destanlaştırıp duruyor. Bu yapının kendiliğindenliğini ve bu yapıdaki tamlığı, hamlıklarımızın eseri olan çeşitli bencilliklerle yaraladıkça sanki onu daha iyi anlıyoruz. Vücudun ağrıyan yerini duyuşumuz gibi. Umalım ve dua edelim ki, Sapancamız ezelde kulağına fısıldanan o mâverâî kasideyi kâh mırıldansın kâhi haykırsın, kâh susarak söylesin, kâh çırpınarak...

Onun dilinden anlayacak gönüller burada toplansın. Bu küçük sahneden evrensel olana açılan kapıları keşfetmeyi becerelim ve ulaştığımız hikmeti milletimize, ümmetimize ve insanlığa Sapanca'nın bize bilâ bedel hediye ettiği gibi sunalım…

8 Eylül 2010
(Sapanca Şiir Akşamları’na yazıldı. Bayram şekeri yerine, Sapanca'nın havasını teneffüs ettiğimiz on senenin hatırasıyla çam sakızı çoban armağanı...) Sait Başer

Bu yazıyı beğendiniz mi?

RSS Kaynağımıza abone olun!

Yorumlar (0) Geri izlemeler (0)

Yorum yapılmadı.


Leave a comment

Geri izleme yok.